İnsanlık var oluşundan bu yana tüm uğraşlarına rağmen yönetim sorununu çözebilmiş değil. Çeşitli denemeler içinde bu işi çözdüm derken, kimi zaman yanılmış, çoğu kez iç ve dış kavgalara maruz kalmış, zindanlara tıkılmış, dövülmüş, aç bırakılmış, işinden edilmiş, ailesinden koparılmış, yetmemiş vatansız bırakılmış, hatta yaşama hakkı elinden alınmıştır.
Bu olumsuz, sonuçsuz davranış ve uygulamalar yetti mi İnsanoğluna? Yaşadığımız Dünya’ya baktığımızda yetmemiş olduğuna tanık oluyoruz. İnsan onurunu yok sayıcı benzetme ve karalamalar, kişisel manevi zenginliklere yapılan saldırılar… Ortak yaşama ve çalışma ortamının sürekli saldırı altında tutulması…
Ülkemiz de bu olumsuzluklardan nasibini alan, her ön adımından sonra çeşitli engellerle karşılaşan bir ülke. Tarihin çeşitli dönemlerinde dış engellerin çoğunu aşmasına rağmen, iç engelleri aşmakta zorlanmış ve gelişmesi sekteye uğramış bir ülke.
Yüz yıldan fazla süren zaman içinde Hukuk ve Demokrasi arayışımız ne yazık ki zaman zaman kesilmekte ve geriye çekilmekte ve düşürülmekteyiz. Bu kesintileri ve geriye çekilmeleri son Elli yıldır daha çok yaşar duruma geldik. Sürekli Demokrasi teranesi mırıldanırken, Demokrasinin en alt kurallarına bile uymuyor ve uygulayamıyoruz…
Bir ülkenin varlığı, bağımsızlığı ve yaşanılabilir olması, sağlam bir hukuk sistemine ve işleyişine bağlıdır.
Şayet bir ülkede: Yöneticiler hukuka ve yargı organlarına nara atabiliyor, müdahale edebiliyor, emir verebiliyorlar, mahkemelerin verdiği kararlar bizi bağlamaz diyebiliyorsa…
Ülkeyi yönetenler kendisine layık gördüklerini yurttaşından esirgiyorsa… Yandaşlaşmış, satın alınmış yazılı ve görsel basın aracılığı ile yurttaşın düşünceleri ve fikirsel açılımları iktidar doğrultusunda bloke ediliyorsa… Yasalar, Milletvekilleri, Belediye Başkanları torbadan çıkıyor, Halkın kısıtlanmış hakları ile seçmiş olduğu TBMM ve Milletvekilleri işlevsiz konuma sokuluyorsa…
Kimi yüksek mevkilere getirilecek siyasetçiler için ‘Düşük profil’ aranıyorsa… Bakanlık, Başbakanlık, Meclis Başkanlığı yapmış ve Büyük şehir Belediye Başkan adayı olan kişi, “yerel seçimler Siyasi faaliyet değildir” diyorsa…
Yeteneklerini ve varlıklarını başka ülkelere transfer ederek başka ülke vatandaşlığı alabilmek için uğraşan yurttaşlarınız varsa…
Milyonlarca genç insan iş bulamıyor, sokakta kalma tehlikesi yaşıyorsa…
Tarım ülkesinde, her türlü tarımsal ve hayvansal gıda yokluğu çekiliyor, dışa muhtaç olunuyorsa…
Kavanozda, saksıda, balkonda bile yetiştirilen sebzeler için halk kuyruğa girmek zorunda kalıyorsa…
Basın mensupları, sanatçılar, bilim insanları düşüncelerini açıklayamıyorlarsa…
İçinde yaşadığımız ve adına “Demokrasi!” dediğimiz bu sistemin gerçek adı ne? Yaşadığımız siyasal yapı Toplumsal mı, sınıfsal mı? Demokrasi mi, Teokrasi mi, Otokrasi mi? Ne? Ne? Kurulu sistemin adı ne?
Bu soruların cevabını sadece toplumun bir kısmı değil, tüm halkımız düşünüp cevap bulmalıdır! Şayet: ‘Benim düşünmeme gerek yok, yöneticilerimiz sorunlarımızı halleder’ diye düşünüyorlarsa; vay haline! Yoklukların ve olumsuzlukların bolluğunda kıtlık çekiyoruz…
İngiliz düşünür Thomas More Beş asır evvel ne diyor: “Bir halkın acıları, iniltileri ortamında keyif sürmek Krallık değil, zindan bekçiliği yapmaktır”!
Yerel seçimler yakınlaşırken halkımıza Yöneticilerimize ve yöneteceklere duyurulur!
Bağımsızlık mücadelesiyle mazlum uluslara örnek ve önder olan, Devrim hareketleriyle, özellikle Ortadoğu ve İslâm Dünyasına ışık tutan, Yirminci Yüz yılın ikinci çeyreğinde yıldız gibi parlayan Türkiye, Yirmi Birinci Yüz Yılın ilk çeyreğinde kaymaya ve ışığı solmaya doğru gitmektedir…
Cumhuriyet Devrimleri ve Demokratik gelişmeleri ile yönünü medeniyete ve güneşe dönen ve o yönde hareket eden Türkiye, günümüzde yön ve hedef şaşırması içine girmiş, yön ve yüzünü içinden çıkmaya çalıştığı Ortaçağ karanlığına doğru çevirmiştir…
Bu dönüş, Demokrat Partinin Köy Enstitülerini kapatmasıyla başlamış, ara vermeden günümüze kadar süregelmiştir. Günümüze kadar devam eden sağ iktidarlar ve darbeler eliyle olgunlaştırılan sağ, gerici ve baskıcı yöntemler AKP’ de somutlaşmış ve son yetmiş yıldaki sağ iktidarların bir sentezi olarak ülke siyasetine egemen olmuştur. Bulduğu güçle çağın gerisine dönüşü hızlandırmış, resmi ve sivil yaşamın her alanında baskının, sömürünün ve tutuculuğun sosyal zeminini de oluşturmuştur…
Bu dönüşte en büyük zararı Eğitim sistemiz görmüş, sistemle uyuşamayan beyinler de ülke dışında gelişme olanakları arama yolunu tutmuşlardır. ‘Beyin Göçü’ denilen bu kayıplar, ülkenin en büyük zenginliğini de beraberlerinde dışarıya taşımışlardır. Çocuklarımızın Ana Okullarında başlayan, Üniversite ve sonrasındaki fikirsel ve üretim gelişmeleri zayıflamış, neredeyse sıfırlanmıştır. Kutsallar AKP tarafından acımasızca kullanılmıştır. Sıfır bilgi birikiminden üretim ve gelişme beklemek ise, hayalden öte bir yararı yoktur...
Okulların adını İmam-Hatip yaparak ve dinsel eğitime (Arap Kültürü) ağırlık vererek öğrenciler Matematik ve fen derslerinden uzaklaştırılmakta, sınavlarda olmaması kadar dinsel sorulara yer verilmektedir. Kamuya işe almalarda yazılı sınavın dışında yapılan ‘Mülâkat’ denilen sözlü sınav, bilgi ve beceriden uzak, tamamen taraflı davranılmakta olup, Hak ve Hukuk çiğnenerek insanlarımız mağdur edilmektedir…
Eğitimde geriye dönüş ve düşüşün acımasız menfi etkileri, günümüzde acı çekilerek yaşanmaktadır. Hiçbir konuda yetkin eleman yetiştiremeyen sistemimiz, en büyük hatayı dış politikadaki açmazlarımızla göstermiştir. Çevremizdeki tüm komşu ülkelerle olan ilişkilerimizdeki çelişki ve anlaşmazlıklar, bilinçsiz ve hamaset duyguları ile yapılan özden, temel felsefe ve ilkelerden yoksun söylem ve uygulamaların sonucudur…
Ülkemiz son otuz yılda adeta kaçaklar cenneti oldu. Savaş ve çeşitli nedenlerle Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan, Türkî Cumhuriyetler ve Doğu Türkistan’dan kaçanlar, hiçbir kıstasa bağlı olmaksızın Türkiye’yi yurt tutabilmekte, iş kurabilmekte, Sosyal yardımlardan yararlanabilmekteler. 5 Milyon işsizi olan bir ülkenin sınırları 6 Milyon yabancıya açılmışsa ve bu insanlara insani değerler çerçevesinde yardım etmek zorunda kendinizi bırakmışsanız, bu tamamen yanlış dış politikanızın eseridir. Türkiye, Demografik yapısının değişmesi tehlikesi ile karşı karşıyadır. Gelecekte kendisini dil, kültür ve yaşam biçimi kavgasının içinde bulabilir…
Plânsız yönetimin etkileri nüfus alanında da görülmektedir. Türkiye’nin kullanılabilir toprak stoku santimine kadar biliniyor. İnsanların beslenme ve yaşam kaynağının toprak olduğu da biliniyor. Normal tarımsal üretim çerçevesinde bir kişiye ne kadar toprak gerektiği de bilinen bir gerçek. Buna karşılık nüfus artışı kontrol edilmiyor, edilemiyor. %1.25--1.50 arası nüfus artışına aş bulmak, iş bulmak, okul bulmak, hastane bulmak, konut bulmak, sosyal gelişim alanları bulmak o kadar kolay olmayacaktır…
Tarım ve hayvancılık ekonominin dışına atılarak çökertilmiş, köylü üretim dışına itilmiştir. Tarım üretiminden yoksullaşan Türkiye, yakın gelecekte açlık sorunu yaşaya bilir…
Ekonomik alanda Kapitali olmadan ‘Kapitalist’ sistemi tek ekonomik kurtuluş gibi kabul eden, kamuyu tamamen Ekonominin dışına iten zamanın iktidarı en zor dönemini yaşıyor, ülkeyi yönetmekte zorlanıyor. Türkiye giderek her konuda eriyor, iflas noktasına geliyor. İşsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk adeta yaşam biçimine dönüşüyor, yurttaş hukuk arıyor ama bulamıyor. Hukuksuzluk sosyal ahlâki çürümeyi de beraberinde getiriyor…
Türkiye’nin dertleri bunlarla bitmiyor. Sistem allak bullak. Adı belli değil, gideceği yol ve yer belli değil. Sistemin adı yok. Tek kişi her şeye egemen. Göstermelik bir Meclis var. Meclisinde büyük çoğunluğu da tek kişiye adeta tapıyor. Muhalefet partileri alternatif oluşturamıyor. Meclis ülke yararına, toplum yararına yasa çıkaramıyor. Yasa çıkarsa bile tek kişilik onay makamının gönlü olması lâzım. Dolayısıyla Milletvekillerinin oluşturduğu meclis
Varlık gerekçesini kaybediyor, sadece Altı Yüz kişinin kıyak emekliliğine yarıyor. Sorunlar dağ gibi büyüyor, toplum sessiz ve korkak. Korkuyor, çünkü ülkede hukuk işlemiyor…
Türkiye, çoğu kendi eli ile açtığı çukurları, yollarına serptiği dikenleri atlayıp çağdaş hedeflerine ulaşabilecek mi? Ulaşabilir. Ancak çok zorlanacağı da kesin. Zorluklardan çıkabilmenin ilk şartı ise: Halkın Demokratik birlikteliği ve cep iktidarlarından ülkeyi ve kendini kurtarmasıdır!
Türkiye topraklarının her karışı, dağı taşı, düz ovası çeşitli tat ve lezzetleri içeren aşlarla, yemeklerle, insana yaşam kaynağı olan sofralarla doludur. Bu ülkede yaşayan insanların uzaklardan tat aramaya, adını ve tadını bilmediği, hatta ismini söylemekte zorlandığı yabancı yemek ve içeceklere ihtiyacı yoktur.
Milletin bunlara ihtiyacı olmasa da, birilerinin bu afili kelimelerle isimlendirilen içecek ve yiyeceklere ihtiyacı olduğunu, bu tür sofralarla kimi zafiyetlerin ve zayıflıkların üstünün örtüleceğine inanıyor. İnanıyor olmalılar ki; toplumumuzun aklının ucundan bile geçmeyen gösterişler peşinde itibar arıyorlar. Bunun somut örneğini 30 Ağustos kutlamaları için Cumhurbaşkanlığının 1150 odalı sarayında verilen kabul töreninde (resepsiyonda) yaşadık.
Bu daveti düzenleyenler ve bu davette geğirene kadar yiyip içenler, yönettiklerini sandıkları bu halkın Seksen Milyonunun bu isimdeki yiyecek ve içecekleri, yemeleri-içmeleri, tanımaları şöyle dursun, isimlerini dahi duymamışlarını bilmezler mi?
Son aylarda ‘Yerli ve Milli’ sözünü dilinden düşürmeyen, akıl yitimi ürünümüz çok maharetli siyasi yöneticilerimiz, o davet içinde şans bulan kişiler şöyle bir geriye dönüp, kendilerini iktidara ve yönetim kadrolarına taşıyan oy aldıkları kitlelerin sofralarının tas, tabak ve tenceresinin içine hangi yiyecekleri koyabildikleri veya koyamadıklarını hiç düşündüler mi acaba?
Cumhurbaşkanlığı sarayında yapılan, 30 Ağustos daveti sayesinde yemek-mutfak kültürümüz gelişti, kelime haznemiz zenginleşti. Bardağı 120 Lira olan içeceklerle, yaşamaktan zevk almanın o kadar da zor olmadığını öğrendik!
Sayılan yiyecek ve içecekleri yemedik içmedik, tadını-tuzunu bilmeyiz. Listelenen yiyecek ve içeceklerin adını bu ülkede yaşayan insanların kaçı biliyor-tanıyor, kaçı bu ‘Tanrı vergisi’ taamlardan tatmış olabilir? 2018 Temmuz ayı itibariyle 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1738 TL, yoksulluk sınırı 5662 TL. Çok nüfuslu ailelerin, işsiz dolaşanların (en az Dört Beş Milyon kişi)durumunu düşünmek bile insani duyguya sahip olanların içini burkuyor, yüreğini yakıyor. Bu arada fazla üzülmemize de gerek yok(!) Ortalama emekli maaşı ile yaşamak zorunda olan bir yurttaş, her ay 20 bardak ejder meyveli Chia tohumlu Smoothie içerek yaşamını devam ettirip hayatın tadını çıkarabilir(!)
Birilerinin doyumsuzluğunun sonu gelmiyor. Ülkenin tüm mal varlıklarına el koyma kolaylığı sağlayan Varlık Fonunun başına geçiyor, damadını da yardımcı olarak atıyor. Yetmiyor. Bu rezaletlerin üzerine birde uçak meselesi biniyor. Cumhurbaşkanlığı uçak filosuna 400 Milyon Dolar (İki Buçuk Milyar Lira) bedelle 76 kişilik, yataklı, Mutfaklı, hastaneli bir uçak daha alınıyor.
Üretimsizlik ve borç batağına düşürülmüş bir ülkede, yöneticilerin bu tür şaşaalı, tantanalı yaşam gösterileri her türlü iflasın yalancı inkârıdır. Kişi başı Yarım Milyon Liraya yakın borç altına girmiş bu ülkede ‘kılı Kırk yarmak’ gerekirken, sefahat içinde yaşamanın her türlüsünü kendilerine hak gören yöneticiler, tarihin satır ve sayfalarına suçlu olarak geçeceklerdir.
Türkiye her geçen gün içinden çıkılmaz bir bataklığa doğru sürükleniyor, aç ve muhtaç insanların sayısı artıyor, birliğimiz ve varlığımız tehlikeli bir boşluğa itiliyor.
Toplumumuz: “komşusu aç yatarken tok gezen bizden değildir” felsefesini kanıksamış, unutmuş olmalı ki; içinde yaşadığı toplumun zorluklarını görmezden geliyor, gelişmeleri hak sahibi olarak değil, başına gelecek felâketin sonucunu hesap etmeyen bir vurdumduymazlıkla anlamazlıktan geliyor ve sessiz kalıyor. Kötülüklerin nedeni, doğru tercihler yapmayan sen, ben, o dur, hepimizdir. Varlığımızı, her türlü zenginliklerimizi hortumlayan, hortumlatan bu yanlış yönetimi birlikte oluşturduk, birlikte seçtik. Faturayı da çok ağır ödeyeceğiz.
Yazımızı Tevfik Fikret’in ‘HAN-I YAĞMA adlı şiirinin son dörtlüğü ve beytiyle bitirelim;
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bu çıtırdayan ocak!
Bu günkü mideler kavi, bu günkü çorbalar sıcak!
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Ey millet! Olanları görmek istemiyorsanız, sizde buyurun Han-ı Yağma sofrasına!
Gelişmemiş Demokrasimizin gelişmemiş Siyasetinde, hatta Osmanlı anlayışındaki bürokrasimizde yetki verilenler veya yetkiyi ele geçirenler kendilerini “her hakkı mahfuz” kabul ederler ve öyle değerlendirilmelerini isterler…
Şahsa dönük kabul, zaman içinde yetki gaspını da hak cephesinin içine alarak tekliğe dönüşmekte, ortak fikir, ortak eylem ve ortak hak şansını ortadan kaldırmaktadır. Giderek tekliğin kabulü ile en büyük ’sosyal ortaklık’ olan Siyasal Partilerin içine hükümran bir ‘Virüs’ taşınmış olmaktadır…
Bu yaklaşım ve uygulamayı toplumsal hayatımızın her alanında gördüğümüz gibi, siyaset hayatımızda daha belirgin ve etkileyici olarak yaşamaktayız…
İktidar partisi AKP tek kişinin kesif hâkimiyeti altında, daha da öte adeta mülkiyeti altında yaşamaya çalışırken, muhalefet partilerinde de benzer eğilimler görülmeye başladı. Bir türlü geliştiremediğimiz Demokratik yaşamımızda, tüm partilerimiz ‘tek adam’ çekiciliği yaşar duruma geldi… AKP güya Kongre yaptı ve yeni kadrolarını seçti(!) Aslında önceden yapılmış bir resmin kitlelere gösterilmesinden ibaret tek adamlık gösteriydi…
İYİ Partide ise, isteksizmiş gibi görünmüş olsa da, yalvar yakar sahneleri düzenlenerek tekrar başkanlığa oy birliği ile seçilen, istifa etmiş genel başkanın tek adamlık yolu açılmış oldu. Bundan böyle, İYİ partide Genel Başkan Meral Akşener’in sözüne hayır diyebilecek siyasi bir yiğidin çıkması çok zor görünüyor…
MHP el öpme merasimlerini devam ettirirken, ikinci bir kişiye yer olmayacağı düşüncesini pekiştiriyor. Özünü tutuyormuş gibi görünüp tek adamın peşinde sürüklenip bir başka güce yamanmış, tüm söz haklarını da birilerine, bir yerlere teslim etmiş görünüyor... Her ne kadar çok demokratmış görüntü verse de, HDP’nin davranış ve uygulamalarının kaynağının tek adam mihraklı olduğu, partide resmi kaydı olmayan birilerinin adını anarken saygı duruşuna geçer gibi davranış sergilemeleri, resmiyette olmasa bile, ortada görünmeyen tek adamın dışına çıkamayacaklarını gösteriyor…
CHP’de, kendilerine düşünme fırsatı dahi tanımadan girişilen imza kampanyası ile seçimli kurultay talebi, bu talebin reddedilişi, parti içi bir cephenin oluşması ve iki cephede sivrilen tek adamlığa meyyal görüntüler, gerçek Demokrasi peşinde olan insanlar için endişe verici izlerlin oluşmasına neden oluyor…
Bazı CHP’lilerin seçim sonrasındaki acul davranışları, ortak akıl ve davranışın önüne geçiyor, geride kalan tembellik, hata ve yanlışların küllenmesine neden oluyor. Doğru değerlendirmeler ve gelecek önerileriyle toplumun önünü açması, umut vermesi ve güven tazelemesi gereken CHP, kendi boğazını sıkmayı tercih ediyor. İstemeden AKP’nin ve AKP Genel Başkanının ülkeyi sürüklediği problem dolu ortamın, doğruymuş gibi bir algının toplumun zihnine kazınmasını sağlıyor…
Propaganda meydanlarının şaşaalı, heyecanlı görüntüsünden sonraki seçim sonuçlarından, menfi yönde en fazla etkilenen parti CHP oldu. Meydanlardaki değil, toplumun ruhunda heyecan yaratmanın daha etkili olacağı anlaşılması gereken bir gerçeklik olarak yetkililerce kavranması CHP’nin geleceği açısından oldukça önem kazanıyor…
Siyaset sadece bir partinin yetkili organlarında bir koltuğa sahip olmak, Milletvekili, Belediye Başkanı olmak değildir. Siyaset aynı zamanda Parti ideolojisi ve programı ile toplumun istek ve ihtiyaçlarının harmanlanması, geleceğe dönük kalıcı hedeflere toplumu inandırarak, seçim sonuçları hüsran olsa bile, gelecek beklenti ve umutlarının hiç aşınmadan ruhlarda yer etmesini sağlamaktır…
Toplumsal yaşamdaki en büyük ve devamlılık içeren ortaklık siyasi yapılanmalardır. Bu geniş ortaklığı dar bir çerçevenin hükümranlığına sıkıştırmak, geniş çevrelerle ilişkinin daralmasına yol açacağı gibi, fikirsel kısırlaşmalara ve daralmalara da yol açabilir…
CHP yaşadığı bu şok durumu, ülkedeki Hukuksal, Ekonomik zorlukları, siyasal handikapları, sağlam ideolojisi ve inanmış kadroları ile aşacak güç ve ferasettedir. Yeter ki geçici yanılmalar, çelişkiler, kişisel hırs ve ihtirasları kuruluş ve var oluş gerekçelerinin önün koymasın…
Türkiye’nin CHP’nin akıl, ideoloji ve ilkelerine ihtiyacı var! Umutsuzluk karanlığına düşürülen toplumumuz önünü aydınlık görmek istiyor. CHP kendi içinde boğuşmak yerine, topluma umut ve güven ışığı yakarsa, kuruluş hedeflerine ve tarihsel görevine sahip çıkıyor olacaktır…
İnsanlık tarihinin, Ülkelerin, Ulusların ve kişilerin yaşamlarında çeşitli eşikler, farklı atlama noktaları olduğu gibi, ufuklara açıldıkları, doğayla yarışır gibi yaşadıkları dönemler de olmuştur… Bu eşikleri aşmaya çalışırken kimi zaman ileriye yürüdükleri gibi, kimi zamanda geriye düşmüşler, hatta kimliklerini kaybederek Tarihten silinmişlerdir.
Günümüze gelene kadar insanlığın yaşadığı belirleyici olan küçük bir kısmına kaydedeceğimiz olaylar:
Ateşin bulunması,
Tekerleğin bulunup kullanılması,
Yazının icadı,
Göksel Dinlerin ortaya çıkışı,
Kavimler göçü,
İstanbul’un fethi ile bir çağın kapanıp bir çağın açılması,
Fransız Devrimi,
Petrolün makinelerde kullanılması,
Birinci paylaşım savaşı ve Komünist sistemin kurulması,
Faşizmin Avrupa egemenliği… İkinci paylaşım savaşı ve Nükleer silâhların kullanılması…
Biz Türklerin de yaşam varlığımızı etkileyen birçok eşik var:
Orta Asya’dan göç ve İslâmiyet’i kabullenmeleri,
Malazgirt Savaşıyla Anadolu’yu yurt edinmeleri,
Anadolu Beyliklerinin İmparatorluğa yükselmesi ve İstanbul’un fethi,
Osmanlı’nın Karlofça antlaşması ile ilk toprak kaybı ve gerileme devrinin başlaması,
Osmanlı’nın dağılışı… Kurtuluş mücadelesi ve Cumhuriyetin kuruluşu,
Atatürk’ün öngörüleri doğrultusunda gelişme yolunda İlerici Devrimlerin yapılışı ve sanayileşme çalışmaları,
1946-1950 çok partili döneme geçiş ve Demokrasi denemeleri,
NATO’ girilerek Batının hegemonyasına teslim oluş,
1960-1980 Darbeler ve muhtıralar dönemi,
Ekonomik bunalımlar ve AKP’nin 16 yıllık iktidarı…
Türkiye Kırk yıldır Terörle boğuşurken Sosyal, Siyasal ve Ekonomik birçok değerini kaybetti. En önemlisi, iç barış, güven ve dayanışma anlayışını kaybederken, dış güvenlik anlamında zafiyetler gösterdi. Uluslar arası etkinliğinde ve itibarında da zarar gördü, güvensizlik çukuruna düştü. Devlet kurumlarının ve makamlarının uğradıkları erozyon gözle görünür hale geldi.
Ekonomi bozuldu, Sanayileşme durdu, Tarım üretemez duruma düştü. Dış borç ödenemez miktarlara ulaştı. Türk Lirası her gün değer kaybediyor, Dış ticaret yüksek açıklar veriyor. Eğitim ve Sağlık Pazar metaı haline gelmiş, İşsizlik hastalığa dönüşüp toplumu sarmış, Yoksulluk ve Yolsuzluk kanıksanır hale gelmiş.
Toplumsal sevgi, saygı ve güven kaybolmuş olsa da, önümüzdeki aşılması hayli güç olacak bu eşiği başarıyla atlamak zorundayız. Yıllardır Ülkemizi yöneten ve başarılarına nadiren tanık olduğumuz, kızdığımız yöneticilerimiz uzaydan gelmiyor; onlar bizlerin ortak eseri.
İnsanlar nasıl bireysel hata yapıyorlarsa, toplumlarında hata yapmaları kaçınılmazdır. Ancak yapılan hatalar devamlılık kazanırsa hem kişiler, hem de toplumlar kendilerine zarar veriyor demektir. Sürekli zararın getireceği sonuç ise iflastır, hatta yok olmaktır!
24 Haziranda nedeni halka tam açıklanamayan bir acil seçim yaşayacağız. Seçimler Demokrasilerdeki en yüksek ve en yetkili mahkemelerdir. Kararları kesindir ve üst mercii yoktur. Halk seçimler sayesinde karar mevkiindedir ve kararı sonuç doğurucudur.
Yarım asırdan fazla sürede verdiğimiz seçim kararları ne yazık ki çoğu kez olumlu sonuçlar doğurmadı. Oy sandığına gitmeden bin kez düşünüp tartışıp karar vermek zorundayız. Bu seçimlerde vereceğimiz oyların doğuracağı sonuç Siyah- Beyaz kadar farklı olacaktır.
Vakit seçim vaktidir. Doğruyu, adili, çalışkanı, kirlenmemişleri seçme vakti. Şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizelerinde dediği gibi: “HAYDİ ABBAS VAKİT TAMAM !”
‘Yılanlar, Sırtlanlar kudurur mu’ demeyin. Kudurur, kudurur! Köpekler nasıl kuduruyorsa, Yılanlar, Sırtlanlar da kudurur…
Günümüz sömürgeci Emperyal kanat delirmiş, kudurmuş bir halde saldırı anaforuna düşmüş durumda. Her canlıyı, her varlığı yemek, yutmak, mideye indirmek istiyor. Kendilerinden başkasının hayat haklarını, alın terlerini, emeklerini, artı değerlerini kitaptan, defterden, yasalardan, duygulardan silmek, yok etmek istiyorlar…
Günümüzde, kimi Yılanları, Sırtlanları taş aralarında, toprak altı deliklerde, savanalarda aramaya gerek yok. Onlarla her türlü ilişki içinde birlikte yaşıyoruz. Her gün konuşuyor, tartışıyoruz. Zaman zaman birbirimize yumruk göstersek de, kucaklaşıyoruz, öpüşüyoruz, sevişiyoruz. Sevişirken de, özellikle zayıf olanlara kılçık atmaktan, tüylerimizi yolmaktan geri kalmıyor kudurmuş emperyal Yılanlarımız, Sırtlanlarımız…
Yaşanılan son Yüz yıl, teknolojik gelişmeler paralelinde Emperyalizmin gelişme ve giderek kudurma dönemidir. Birinci ve ikinci Dünya savaşlarının ‘Paylaşım Savaşları’ olarak adlandırılmalarının nedeni, sömürgeciliği öngörmesi ve bütün katliamlar ve acılar içinde güçsüz ülkelerin talanını amaçlaması ve bunu gerçekleştirmesidir.
Her türlü insani değeri araç olarak kullanarak saldırıyorlar. Teknolojik üstünlüklerini kullanarak, hedefledikleri ülke insanlarını kobay olarak kullanıyorlar. Özellikle silah ve kimyasal maddeler denemelerini saldırdıkları ülkelerde deniyorlar ve binlerce insanın hayatını karartıyorlar, yok ediyorlar. Acı, ölüm ve kan taşıyorlar yoksul ülke insanlarına…
Saldırgan sömürgecilerin, son yıllarda hedef tahtasına koydukları ülkelerdeki, enerji kaynaklarının asıl sahiplerinden ticari ilişkiler adı altında, korkutma ve tehdide dayalı sahte antlaşmalarla el konulması herkesçe bilinmektedir. Saldırı bahaneleri sahtedir, yalandır.
Sömürgeci kuduz saldırganlar, ürettikleri silahları her türlü tehdit ve zorbalıkla hedef ülkelere satmakta ve zenginliklerine zenginlik katmaktalar. Arap ülkelerinin ve bizim bu saldırganların baskısı karşısında milyarlarca dolarlık silah ve uçak aldığımız gerçeğini de unutmayalım.
Kuduz saldırganların ‘BOP’ ve ‘Arap Baharı’ kandırmacalarına ne yazık ki biz de alet olduk. Politik gaf ve hata yaptık. Bu hatamız tüm Arap dünyası ile olan ilişkilerimizi zedeledi, güvensizlik yarattı. Bu hatamızın siyasal ve ekonomik zararlarını gidermek için hem zamana, hem de iyi ve doğru bir diplomasiye ihtiyacımız var.
ABD; İngiltere ve Fransa’nın uydurulmuş bir mizansenle Suriye’ye saldırmaları kudurmuşluğun tavan yaptığı noktadır. Bu zalim sömürgecileri engellemek hatta yok etmek için insanlığın gücünü birleştirmesi zorunludur. Aksi durumda tüm insanlığın damarlarındaki kanı damla damla emeceklerdir.
HOPPALA SEÇİM
Al sana Demokrasi! Hem de Türk tipi. Demokrasilerde ülkeyi seçilmişlerin oluşturduğu ‘Meclis’ yönetir. Ya bizde nasıl? Bizde ‘Siyasi Patron’ yönetir. Seçilmişler itiraz etmez mi? Etmez, edemez! Her şey patronun iki dudağı arasında olan bir sistemde ‘itiraz’ diye bir müessese yoktur. Şayet itiraz müessesini işletmeye kalkan olursa, siyaset sertifikası iptal edilir, adının üstü çizilir ve ebediyen silinir. Dolayısıyla seçilmiş meclis ‘adı var kendi yok’ konumunda ve mertebesindedir. Alınan bu erken seçim kararının tek bir nedeni var; Ülkenin yönetilemiyor olması…
İki kişi ‘baskın seçim’ kararı aldı. Zevahiri kurtarmak, yasal kılıf geçirmek için hazırlanan teklif Meclise sunuldu. Güya Meclis Komisyonunda görüşülecek, kabul edilirse (elbette kabul edilecek) Meclis Genel Kurulunda görüşülüp yasalaştırılacak. Ve biz, daha On Sekiz ay ve iktidarın Mecliste kahir bir çoğunluğu varken sandık başına gidecek ve sözde Milletvekillerini, özde ise Devlet Başkanını seçip ülkeyi tek kişinin hâkimiyetine terk edeceğiz. Al sana Türk tipi Demokrasi!
Peki, çözüm nerde? Şairin dediği gibi “çözüm ellerimizdedir”! Çözüm akıldadır! Çözüm Ülke ve toplum sevgisindedir! Çözüm ülkenin gerçekleri etrafında toplumsal birliği ve gücü oluşturmaktadır. Baskın seçim ülkemiz insanı için bir deney ve Demokrasi tahlili olacaktır!
Hoş olmayan absürd bir tanım… ‘Siyasi Tecavüz’ … ‘Siyasette de tecavüz olur mu’ denebilir. Olur. Oluyor işte! Hak gaspının olduğu yerde siyasi tecavüz de oluyor!
Tecavüz, ülkemizde geniş kitlelerin algıladığı gibi sadece belden aşağıda değil, hayatın her alanında, güç dengelerinin olmadığı, Hukuksuzluğun toplumda kanıksandığı, tek taraflı isteklerin anormal ölçülerde yoğunlaştığı her zemin ve zamanda vardır.
Toplumlardaki sınıf farklılıkları da siyasi tecavüz olaylarının yoğun yaşandığı ortamlardır. Ülkemiz ve Dünya’daki çoğu ülke siyasi tecavüz olayları ile iç içe yaşamakta olup, baskının, yolsuzluğun ve yoksulluğun doğurganlığını yapıyor, baskıları yoğunlaştırıyor.
Türkiye son Altmış yıldır giderek yoğunlaşan siyasi tecavüz altında düşe kalka yol almaya çalışmakta ve çoğu zaman tökezlemektedir. Darbeler, muhtıralar, Ortaçağa dönük eğitim talep ve uygulamaları, Dinin siyasi bir eleman olarak kullanılması, Kadınlar üstündeki toplumsal ve erkek baskısı, seçim hileleri, ekonomik kıskaçlar, Hukuk egemenliğini sulandırmak ve giderek yok saymak, yoksulluğun siyaset tabanı olarak kullanılması ülkemizdeki siyasi tecavüzlere zemin hazırlamakta, toplumun gelişiminin önünde bariyer oluşturmaktadır.
Ülkemiz günümüzde yoğun bir siyasi tecavüz altındadır. Mecliste kabul edilen ittifak ve seçim yasalarında yapılan kimi değişikliklerin Hukuki ve hak çemberini çizmek oldukça zordur ve tarifi güçtür. Tecavüzün de ötesinde, oldukça saldırgan yaptırımları içermektedir.
Gerek İttifak yasası, gerekse değiştirilen seçim yasası maddeleri gerçek bir Demokrasinin hiçbir yapısına uymamaktadır. Daha da öte, Demokrasiyi askıya alma, tek kişi ve tek Parti diktatörlüğüne zemin hazırlamaktadır.
Yapılan değişikliklerle: — — Mühürsüz oyların kabulü baştan itibaren suiistimale açıktır.
— %10 barajının kaldırılmaması çeşitli düşüncelerin önünü kapamaktadır.
— Seçmenin isteği dışında adres kaydırılması kasıt şüphesi taşımaktadır.
— Sandık kurullarının oluşumu Siyasi partilerin haklarını yok saymak anlamı taşıyor.
— Seyyar Sandık uygulaması, oldukça şaibeli oy kullanımlarına açıktır.
— Vali ve seçim kurullarına sandık bölgesini birleştirme yetkisi verilmesi, şüpheli ve kasıtlı uygulamalara neden olabilir.
— İttifakın oy oranları ve Milletvekili dağılımı, şimdilik düğün-bayram görünse de, paylaşım anında ve sonrasında hayli sert çekişmelere neden olabilir.
— Tüm yetkileri budanıp siyaseten çıplak bırakılan Milletvekili sayısının 600’e çıkarılmasının getirisi olmadığı gibi, fonksiyonel olarak milletvekilliğinin değeri sıfırlanmış, milletvekilliği “Kıyak Emeklilik” makamına dönüştürülmüştür.
Yasaların dili açık, yaptırım gücü net olmalıdır. Son çıkarılan torba yasanın 18.inci maddesinin ifadesinde, 2839 sayılı kanunun 29.uncu maddesinin 1.inci fıkrasına eklenen değişiklikleri anlamak için herkesin yanında tecrübeli bir tercüman taşıması gerekiyor. Hâlbuki yasaların içeriğini her yurttaşın zorlanmadan anlaması gerekmez mi? Torba yasanın 18.İnci maddesinin yazılımını, acaba kaç okumaya anlayabileceğiz… Şimdi, Torba yasa ile 2839 sayılı yasanın 19 uncu maddesinin 1 inci maddesine eklenen yazılıma bakalım ve anlamaya çalışalım: “Ancak aynı ittifak içerisinde her birinin geçerli oyu; ittifakı oluşturan siyasi partilerin o seçim çevresinde tek başına aldıkları oy sayısına, ittifakın ortak oylarından gelen payın ilave edilmesiyle elde edilir. İttifak yapan her bir partiye ortak oylardan gelen pay, ittifak yapan siyasi partilerin tek başına aldıkları oyun bu partilerin toplam oyuna bölünmesi ile elde edilen katsayının ittifakın ortak oyu ile çarpımı sonucu elde edilir.”Umarım çok net anladınız!
Yasalar bir kişi veya gurubun istek ve ikballeri için değil, tüm ülke ve toplumun yararı için çıkarılır. Önümüze getirilen ve TBMM tarafından kabul edilmiş görünen yasa, bu ülkeyi Demokrasiye, halkımızı özgürlüğe taşımaz. Bu tür yasalar tek kişi egemenliğine, giderek diktatörlüğe gidecek yolların köşe taşını oluşturur.
Bu tür yasalar toplum gelişimini engelleyicidir, toplum haklarına saldırıdır, siyasi tecavüzdür! Bu yanlıştan biran önce dönülmesinde, ülkemizin ve halkımızın geleceği bakımından sayılamayacak kadar yarar vardır.
Günümüz Dünya’sının en büyük dertlerinin başında “Terör” geliyor. Terör kanlı olduğu kadar da, acılı sonuçları olan sosyal bir hastalık. İnsanlığın gelişimi, özgürleşmesi, barış ve sevgi içinde yaşamasının önündeki en büyük engel.
Terör, sınır, ırk, renk, inanç tanımıyor. İnsan sevgisine, sevdalara yüreği, güzelliklere gözü, nağmelere kulakları kapalı, duyguları, düşünceleri kirlenmiş bir sosyal eylem biçimi.
Terör, Dünya’nın her yerinde kendisine yaşam alanı bulmasının yanında, kimi bölgelerde yoğunlaşmış durumda. Günümüzde, terörün en yoğunlaştığı alanın İslâm Coğrafyası olduğunu yaşayarak görüyoruz. En Doğudan en Batıya ne kadar İslâm inançlı devlet varsa, hepsi de terörle boğuşuyor, artı değerlerini bu yüzden kaybederken zamanın ve insani gelişmenin gerisinde kalıyor. Demokrasiyi ve Hukuku geliştiremiyor.
Zamanın akışı içinde, Dünya’daki sosyal ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda çeşitli yöntemlerle farklı şekillere giren terörün kapsamı genişliyor, türü çeşitleniyor, uluslararası özellik ve çoğu yerde de siyasi, ekonomik ve savaş desteklerine sahip oluyor.
İslâm coğrafyasında umulandan daha geniş hayat alanı bulan terör, uzun yıllardan beri ülkemize de çöreklenmiş durumda. Kimi zaman dinsel, kimi zaman ırksal, kimi zaman ideolojik, kimi zaman da sosyal terör ülkemizin gündemini kaplıyor, yaşam alanlarımızı daraltıyor.
Türkiye, son 33 yılda etnik özellik taşıyan 100 Bin terör saldırısında 9.000 güvenlik görevlisi (Asker-Polis-Korucu) kaybederken, 7.500 sivil yurttaşını kaybediyor. 2003—2016 yıllar arasında 1847 görevlisini şehit veriyor.
Son On yılda ülkemizdeki trafik kazası sayısı korkutucu boyutlara ulaşmış 11.363.004 trafik kazasında 47.236 yurttaş hayatını kaybederken, 2.460.675 yurttaşımız yaralı olarak kazalardan kurtuluyorlar ve bunların bir bölümü sakat kalıyor. Sadece 2016 yılında 7300 kişi hayatını kaybederken, 303.000 kişi yaralanıyor ve bir kısmı sakat kalıyor.
Ülkemizin utanç verici bir görüntüsü ve gerçeği toplumsal yaşamımızda lekeli iz bırakmaya başladı; “Kadın Cinayetleri”! 2010—2016 yılları arasında ülkemizde öldürülen kadın sayısı 1915. Bu sayı bir ülkenin sosyal geri kalmışlığının, ilkelliğinin, cahilliğinin toplumsal yaşama yansımasıdır, iğrençtir, utanç vericidir! Çözülmesi aciliyet isteyen bir konudur.
Mücadele etmemiz gereken bir başka terör olayı “Uyuşturucudur.” Açıklanan rakamlara göre sadece 2016 yılında 81.222 uyuşturucu olayı olmuş, 114.276 kişi şüpheli ve zanlı olarak kayıtlara geçmiştir. 5.585 Kg. Eroin, 146.954 Kg. Esrar, 845 Kg. Kokain ve bunlarla ilgili 69.080 kişi ilişkilendirilmiştir. Ayrıca sentetik uyuşturuculardan 3.783.737 adet Ecstasy, 12.918.300 adet Coptagon, 251 Kg. Metamfetamin, 626 Kg. Bonzai yakalamıştır. 2016 yılında 37.367 kişi uyuşturucu bağlantılı olarak Ceza İnfaz Kurumlarında bulunmaktadır.
Terör olaylarını körükleyen bir başka neden işsizliktir. Cebinde simit parası olmayan 18-30 yaşları arası genç insanları sokaklarda çaresiz bırakırsanız, yaratacakları olumsuz toplumsal hareketlerin önüne geçmek pek mümkün olmayacaktır. İş güvenliği sağlanamadıkça, iş kazalarının önüne geçilmedikçe, çalışma çağındaki insanlara iş, eğitim çağındaki insanlara eğitim imkânı sağlanmadıkça sokakta yaratacakları karmaşa terör amaçlı kişi ve gurupların ekmeğine yağ sürecektir.
Şayet ülkenizde 20 Milyon insan açlık sınırında ve altında yaşıyorsa, zaten düşük olan gelir dağılımı insanı utandıracak boyutta adaletsizse, sizin ülkenizde terörü önleme şansınız azalıyor demektir.
Kırsal alanı ihmal sonucu Tarımı çökertip, oluşan kırdan kente göçle, kentlerin obez büyümesi ile adeta toplama kamplarına dönmesinin önüne geçilmedikçe, teröre başka bir yol daha kazandırmış olursunuz.
Terör tek yönlü değil artık. İnsan yaşamının her alanına her yerde saldırı olanaklarına sahip. Hukuksuzluk, iç ve dış sömürü sürdükçe terör azalmayacak, artarak devam edecektir.
İnsanlığa yeni bir görev düşüyor. Her türlü terörün Sosyal, Siyasal ve Mali sonuçlarını doğru hesap ederek Sosyal, Ekonomik, Hukuki ve inzibati tedbirleri almaktır. Toplumuzdaki yaygın söyleyişin ifade ettiği gibi, ‘biri yerken biri bakarsa’ terörü önlemek mümkün olmayacaktır.
Geri kalmış toplum ve ülkelerin egemenleri ve yönetimi elde tutanlarının siyaset ve yönetimde elden bırakmadıkları silâh “Umut” pompasıdır.
Elde tuttukları umut pompasıyla siyasal, sosyal ve hayatın her alanında sürekli umut bulutları yaratmaktalar. Bu umut bulutlarının peşinde koşan kitleler ve bireyler, olumlu sonuçlar alamayınca etkinliklerini yitirmekte ve her şeyi birilerinden bekler duruma gelmektedirler.
Ülkemiz hayal umutlarının yoğun olarak yaşandığı bir yer. İktidarı ele geçirenler mangalda kül bırakmazlar, kitlelerin bilinçsiz alkış sesleri yoğunlaştıkça, adeta Tanrı’yla benzeşmeye çalışırlar ve toplumun sorunlarını halleder görüntüsü verip, olmadık vaatlerde bulunurlar.
Vaatlerin sonu gelir mi? Gelmez! Ama vaat yağmuru ve umut pompalaması devam eder. Aylar geçer, yıllar geçer sorunlar çözülmez, bulutlar rahmetsizdir, dertlere deva olmaz.
Yıllardır boş vaatlerle aldatılıp, umut içinde yuvarlanan toplumumuz gittikçe irtifa kaybetmekte ve ülkemiz Dünya değerlendirmelerinde sınıf altına düşmektedir. Nitekim Demokrasi, İnsan Hakları, Hukuk, Eğitim, özgürlükler ve Demokrasi alnında üçüncü Dünya ülkeleri sınıfında değerlendirilmektedir.
Bu irtifa kaybı Uluslar arası ilişkilerimizde çeşitli engellerin ve olmazların karşımıza çıkmasına neden olmaktadır. Ekonomik ilişkilerimizde bu durumdan zarar gördüğünden, kişi başı Ulusal gelirimiz On Bin doların üzerine çıkamamaktadır. Bununla kalmıyor, çok kirli bir ulusal gelir dağılımı ile Milyonlarca yurttaşımız yoksulluğun içine itiliyor.
Kötü bir Dış Politika çerçevesinde, komşularımızla da ilişkilerimiz sarsıntılı yürütülüyor. Yürütülen Dış Politika Sanki Devleti ve Ulusu değil, bir partiyi ilgilendiriyormuş gibi, İç Politikanın teknesinde yoğrulmaya çalışılıyor. Ülkedeki diğer siyasi Partiler ve Siyasi düşünceler yok sayılıyor. Türkiye güvenilmeyen, dışlanan bir ülke durumuna düşüyor.
Siyasi uygulamaların yanlışlığı içinde bocalayan ülkemizde hiçbir sorunumuzu halledemediğimiz gibi, kimi dış müdahalelerle karşılaşıyoruz ve eziklik içinde geri dönüşler yapıyoruz. Geçmişte ‘savaş nedeni’ saydığımız Ege Adalarına yapılan dış işgal konusunda sessiz kalırken, Bağımsızlık ve toprak bütünlüğümüze ellerimizle hançer saplıyoruz. Suriye konusunda yaptığımız Politik yanlışlar nedeniyle ülkemizi sığınmacı istilası altına uğrarken, komşu topraklarda oluşan bir bataklığa da saplanmamıza neden oldu.
Ülke olarak yaşadığımız bu bulanıklık, bu toplumsal çaresizliğimiz, tartışmaların beka sorununa kadar gelmesi ürkütücü bir durumdur. Bu çıkmazlar böyle mi devam edecek? Kendimize soralım ve cevap arayalım: Hep birilerinin yalan ve palavralarının peşinde koşmayalım. Bu umut yalanlarına inanıp hep böyle mi davranacağız? Hep başkalarının hayallerini gerçek sanıp boş umutlarla beklemeye mi devam edeceğiz? Cevap elbette ki ‘Hayır’ olmalıdır.
Cevabımız ‘Hayır’ ise hepimize görev düşüyor demektir. Kendimiz için, Halkımız için, ülkemiz için gücümüzü birleştirip bir şeyler yapmak zorundayız.
Ne yapmamız gerektiği konusunda iki değerli insanın dörtlüklerinden ders ve sonuç çıkaralım. Bakınız ne diyor Âşık Veysel, ne diyor Hüseyin Haydar?
Âşık Veysel Şatıroğlu’nun ‘ALDANMA’ başlıklı şiirinden bir dörtlük;
Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz İnsanın külü yalandır.
Hükmetse Dünya’nın her tarafına
Arzusu, hedefi, yolu yalandır!
Hüseyin Haydar’ın ‘HERKES İŞ BAŞINA’ başlıklı şiirinden;
Tıkadılarsa fabrika bacalarını,
Kestilerse çarşıların damarlarını,
Maltepe’de Kocaeli’nde, Bursa’da,
Falakaya yatırdılarsa Dokumayı, Petrokimyayı,
Kırdılarsa Sanayinin kollarını;
İş düşüyor Mimara, Mühendise,
Tüccara, Yurtsever polise iş düşüyor!
İş düşüyor Ayşe’ye, Fatma’ya, Ali’ye, Veli’ye,
İş düşüyor ölüye, diriye!
Haydi, herkes iş başına!
Ne yapılması konusunda başka söze gerek var mı?
Kurtuluşu başkasında değil,
Adalette, Özgürlükte,
Bağımsızlıkta,
bilimde ve kendi gücünde ara kardeşim!
SEÇİLMİŞLERE VE SEÇİLECEKLERE
MEKTUP
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52@Outlook.com
Bilinen Evren’de çok şey değişiyor. Evrenin bir üyesi olan Dünya’da değişiyor. Değişmekle kalmıyor, kimi canlı varlıklarda yoğun biçimde evrimleşme de yaşanıyor.
Değişim daha çok cansız varlılarda yaşanırken, evrim daha ziyade canlı varlıklarda oluyor. Canlılar içinde de en fazla evrimleşme İnsan varlığında yaşanıyor. İnsanlar evrimleşirken daha hızlı biçimde değişiyor, gelişiyor.
İnsan canlısındaki bu evrimleşme, değişme ve gelişme, ilişkili olduğu tüm alanlarda yaşanıyor. Aldığı besinlerden tutun da, giyinmesine, oturduğu konutlarına, kullandığı eşyalara, aletlere, bedensel ve sosyal gelişiminde ve iskân ettiği toplu yaşam alanlarında da yaşanıyor.
Evrimleşme ve değişim, özellikle İnsan yaşamının her alanına yansırken, daha rahat, daha mutlu ve riski olmayan bir hayat alanında yaşamanın zorunluluğunu dayatıyor. Bu dayatmanın en belirgin etkilere daha yoğun bir yaşamanın olduğu kasaba ve kent alanlarında görülüyor.
Ülkemiz kentsel gelişim ve değişim konusunda pek şanslı sayılmaz. Plânsız veya yanlış plânlama nedeniyle çoğu kentimiz yaşanası olmaktan çıkarılmış, nüfus artışı, kırsaldan kente göçün sınırları ve sanayileşme plânlamaları doğru yapılamamış ve kentlerimiz içinden çıkılmaz bir karmaşanın içine itilmiştir.
Ülkemizdeki bu kent karmaşasından yaşadığımız şehir ‘ORDU’ da nasibini almıştır. Yaşadığımız karmaşa sadece bu günün veya birkaç yılın ürünü değil, kırsal göçün uç verdiği 1950 li yıllardan başlayan bir süreçtir.
Sokaklar, caddeler normal şartları içermediği gibi, yapılaşmada da sayılamayacak kadar hatalıdır. Çoğu bina kamu alanına (Caddeye-Sokağa) tecavüzlüdür. Mahallelerde yeteri kadar açık ve kapalı spor alanımız, oyun parkımız ve oturma bahçelerimiz yoktur. Kentimizi tanımlayacak, insanlarımızın buluşma alanı olacak bir kent meydanımız yoktur.
Kalabalıklaşan kentlerde en büyük sorun ulaşım sorunudur. Zaten yetersiz olan kent sokak ve caddelerimiz, bırakın park yerlerini, açık oto pazarı gibi bir görünüm sergilemektedir. Kaldırımlar işgal altında olup, insanların evlerine girmeleri bile zorlaşmaktadır. Seçilmiş ve seçilecek yerel yöneticilerimize düşen en büyük görev, sokakları bu oto işgalinden kurtarmak olacaktır. Bunun için şartlar sonuna kadar zorlanarak, her mahalleye çok katlı bir-iki kapalı otopark yapmak gerekiyor. Bu başarıldığı takdirde, kentimiz daha hoş bir görüntü ile caddelerinde, sokaklarında gezilebilir, yaşanabilir hayat alanına dönüşecektir.
Kent ulaşımının en zorlandığı konu ve konum, Sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşım sorunudur. Her iki hizmet dalı da, kurumlara en kısa ve tehlikesiz halde ulaşmak zorunluluğu taşır. Gerek Hastalarımızın, gerekse öğrenci çocuklarımızın hizmet alımlarındaki süreyi kısaltmak, en kısa zamanda kurumlara ulaşmak çağdaş yaşamın gereğidir.
Ordu Devlet hastanesine ve ODÜ Boztepe hastanesine ulaşım oldukça zordur. Kavşak noktaları zor geçit vermekte, görevli bile bulunmamaktadır. Binek ve taşıma araçlarının sokak ve caddelere park etmesi, hastaların hizmet alımlarının gecikmesi yaşamlarını tehlikeye atmakta, istenmeyen sonuçların doğmasına neden olmaktadır.
Ulaşım sorunu, yaşanabilir kentler için çözülmesi gereken ana hizmetlerin başında gelir. Kentimizin seçilmiş ve gelecekte seçilecek yerel yöneticileri bunu başarabilirlerse, Ordu halkının övgülerini hak edecekleri gibi, adları gönüllere kazınacak ve yıllarca silinmeyecektir.
Bırakın Köy, Kent, ülke örgütlenmesini, Aşiret, Tarikat ve yasa dışı çete örgütlenmelerinde bile meclis görevini yapan iç kurumlar vardır. İşlem ve eylemlerinin çoğu alanlarında, uygulamaları için danışarak, tartışarak karar alırlar ve uygulama alanına aktarırlar.
Her meclis ve komite mutlak doğru karar alıyor diyemeyiz. Hayat ve çalışma şartları içinde aldıkları kararlar, iç bünye itibariyle kabul görebilir, mensuplarınca doğrulanabilir. Ama kendilerince doğrulanan bu kararlar, ülke, toplum, birey ve insanlık için yararlı işlevler içermediği gibi, zararına ve aleyhine de olabilir.
Demokrasileri diğer yönetim ve sistemlerden ayıran belirleyici özellik, fikirlerin ve uygulamaların, toplumların özgür iradeleriyle oluşturdukları kurumlardaki tartışmalar sonunda oluşacak ortak zeminde şekillendirilip, yasalaşmaya ve uygulamaya sokulmasıdır.
Her ne kadar, hiç hatasız mükemmel bir idari sistem henüz bulunamamış olsa da, mevcutlar içinde elle tutulabilecek rejim, Hukuku esas alan, sosyal yapıya sahip Demokrasi temelli sistemlerdir. Cumhuriyetin ilânından beri, Demokratik sistemi oluşturma ve yürütme konusunda yoğun çabalarımız olmasına rağmen, henüz gerçek bir Hukuk Devletini ve gerçek bir demokrasiyi oluşturduğumuz söylenemez.
Türkiye son on yıldır Demokratik değerlerinden ve ekonomik bağımsızlık ilkelerinden hızla uzaklaşıyor. Kamunun elinde neredeyse hiçbir üretim aracı kalmadı. Günümüz sömürge imparatorluklarının propaganda ve ekonomik kuşatmaları altında, ‘Liberal Ekonomi (Serbest piyasa ekonomisi)’ sevdasına tutulan ülkemizin yönetenleri, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin hareket dinamiği olan ‘Bağımsızlık’ ilkesini kaybetti. Serbest piyasa ekonomisinin ‘gücü yeten yetene’ felsefesinin amacı, yöneticilerimizce de, milletimizce de gerçek anlamıyla anlaşılamadı ve birçok değerimizi kaybetmemize neden oldu.
Bu yanlışlar sonunda, bağımsızlığın temel öğelerinden biri olan Ekonomi toz duman oldu… Devlet ihaleleri yandaş adreslere havale… Taşeron işçilik iktidar müteahhitlerinin sembol uygulamaları ve ikinci bir kazanç kapıları… Kamuda işe alımlar her hali ile şüpheli ve şaibeli (Özellikle yerel yönetimlerde)…
Ülke yönetim ve gelişimindeki bozuklukları tamir edecek, ortadan kaldıracak kurum kim? Tarladaki çiftçi mi? Fabrikadaki işçi mi? Dairedeki küçük Memur mu? Esnaf mı? Yoksa boş gezmek zorunda bırakılan işsiz insanlarımız mı? Yeterli eğitim alamayan gençlerimiz mi? Bunların elbette katkısı olacaktır, ama baş sorumlu TBBM ve Hükümet edenlerdir.
TBMM’nin gerçek kimliği deforme edildi. Tam özgür irademizle seçmesek de, seçtiğimizi sandığımız Milletvekillerinin Meclis kürsüsünde konuşmaları bile engellendi… Belediyelerde halkın iradesi yok sayılmaya başlandı… Cumhurbaşkanlığı makamı ve görevi siyasileşti ve partileşti. Cumhurbaşkanı bu şekil ve söylemleri ile tüm ulusu temsil eder konumdan çıktı. Nitekim söylemlerinde ‘biz-hepimiz yerine’, ‘biz ve onlar’ diyerek taraflılaşıyor.
Meclis ve Milletvekilleri iyice işlevsizleştirildi. Demokrasinin gereği olan çoğulculuk yerine, çoğunluk hegemonyası meclisi ablukaya almış durumda. Muhalefet Parti guruplarının ve milletvekillerinin verdikleri önerilerin hiçbiri kabul görmüyor.
Muhalefet Partileri ve Milletvekillerinin varlığı ve fikirleri yok hükmünde sayılırken, İktidardaki AKP Milletvekilleri Taşeron işçisi durumuna düşürülmüş gibi. Özgür iradelerini ve Milletvekillerine tanınan yasama haklarını kullanamıyorlar, bir yerlerden verilen emirleri yasalaştırmak için parmak kaldırıyorlar.
‘Yüce Meclis, Gazi Meclis’ gibi tanımlamalarla onurlandırılmaya çalışılan TBMM, ne yazık ki iç işleyişine getirilen ve uygulanan yöntemlerle bloke ediliyor ve kısırlaştırılıyor.
AKP iktidarının icatlarından biri de ‘Torba Yasa’ denen hilkat garibesi uygulama. Birbiri ile alâkası olmayan, hatta birbirlerini izale eden yasa tasarıları aynı torbaya doldurularak oylattırılıyor. Torbanın genel oylamasında, torba içindeki yasaların kimine evet, kimine hayır diyen Milletvekilleri, genel oylamada hayır dediği yasa önerisine evet, evet dediği yasa önerisine hayır demek zorunda kalabiliyor. İktidar Milletvekilleri için sorun yok; çünkü doğru da olsa, yanlış da olsa verilen emrin gereğini yapmak zorundalar. Muhalefet Milletvekilleri ise çaresiz, şaşkın ve işlevsiz kalıyorlar.
İçişleri Bakanı buyuruyor ki; “bundan sonra yolsuzluk yapanın gözünün yaşına bakılmayacak”. Geçmişte iş becerenlerin gözü aydın; bu sözle ibra edilmiş oluyorlar. Nasıl olsa yasalar bundan sonra işleyecek miş!
AKP’nin Yasa yapma yöntemi, yönetsel kimi uygulamalar ve yetkililerin ağzından çıkan sözler, Demokrasinin ve Hukukun hiçbir yerine sığmıyor. Türkiye, Demokrasi, Hukuk ve özgürlüklerden hızla uzaklaşıyor. İnsan hakları kenara itilmiş durumda. Bu torba anlayışlı yönetiminden çağdaş bir yönetim ve Demokrasi çıkmaz. Çıksa çıksa zorba bir anlayış ve yönetim çıkar! 07/11/2017
ULUSLARIN—MİLLETLERİN—HALKLARIN
GELECEKLERİNİ TAYİN HAKKI
(SELF DETERMİNASYON RİGHT)
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52@Outlook.com
Kulağa hoş gelen, Dünya’nın siyasi ve Coğrafi haritasının birçok yerinde insanların duygularını gıdıklayan, çağdaş yaşamda temel oluşturması gereken bir sözcük
Söylem ve talep güzel de, özneler konusunda insanlık henüz tam bir uzlaşmaya ulaşmış değil. Ulus kim? Millet kim? Halklar kim? Bu sıfatlar hangi şartlarla taleplerin öznelerini temsil eder; bunun somut tanımı tam olarak yapılabilmiş değil.
‘Ulus’ kimine göre bir etnisiteyi, kimine göre ilke ve amaç birliğini, kimine göre ise ülke birliğini ifade etmektedir. Ulus kavramını ülke sınırları ile tanımlayanlar olduğu gibi, kristalize topluluklar olarak değerlendirenler de var.
‘Millet’ tanımı üzerinde de fikir birliği oluşmuş değil. Millet tanımını Ulusla aynı görenler olduğu gibi, dinsel birliktelik olarak tanımlayanlarda var.
‘Halklar’ tanımı büyük toplulukları ifade ettiği gibi, parçalanmış, tüzel kişilik oluşturamayacak ölçüde ufalmış insan topluluklarını da ifade ediyor. Bu konuda da somutlaşmış bir tarif ve tanım yoktur.
Haklı gibi görünse de bu tarifler ve istemler eleştiriye açıktır. Tam tanımlanamamış, sınırları çizilememiş, gerçek hedefleri tam saptanamamış kavramlar etrafında dönerek, ‘Ulusların’, ‘Milletlerin’, Halkların’ kendi geleceklerini tayin (Self Determinasyon Right) hakkı, geleceğe problem taşımadan nasıl gerçekleştirilecek henüz tam belli değil. Ancak, zorluğuna rağmen, insanlık kendi çelişkilerini aşacak, daha insani bir yaşam ve yönetsel sistemleri kurmanın yollarını arayacaktır.
Mücadelesi XVII. Yüzyıl sonlarlında başlayıp, 1789 Fransız Devrimi ile somutlaşan hareketler, İmparatorlukların dağılma sürecini başlatmış, ‘Ulus Devletler’ dönemi penceresini açmıştır. Kapitalizmin evrenselleşmeye ve Emperyalistleşmeye başlaması, Ulus Devlet taleplerinin artması İmparatorlukların sonunun hazırlanmasında etkisi olmuş gelişmelerdir. Kapitalist Emperyalizmin emeklemeye başlaması ile Ulus Devlet taleplerinin ortaya çıkması aynı zaman dilimine rastlamıştır.
Wilson prensiplerinin ortaya atılması ve Marksist-Leninist Sosyalist düşüncenin de, etnik yapılanmaya ve sömürgeleşmeye meydan vermemesi esasıyla kabul edilebilir bulması, ‘Halkların kendi geleceklerini belirleme’ hakkı, XIX. Yüz Yılda geniş kitlelerde taraftar bulmuş, Osmanlı Devleti de büyük ölçüde bu akımdan etkilenmiştir.
Osmanlı Devleti bu gelişmelerden uzak kalamamış veya zamanı iyi okuyamamış olmalı ki, sömürgecilerin tuzağına düşmüş, gerileme, parçalanma ve yoğun bir borçlanma içine düşmüştür. Osmanlı’nın bu düşüşü, ulusal bağımsızlığı ve ‘ULUS DEVLET’ olma iddiasındaki TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN kuruluşunu getirmiştir.
Halkların kendi geleceklerini belirleme hakkı, talepkârlar için mutlak kurtuluş ve refah sağlayabilecek mi? İşte bu konu günümüz Dünyasında oldukça şüphelidir. Zaten Kapitalist Emperyalizmin temel amacı da, ülkelerin ve toplumların güç oluşturmaması, iç sorunlarla boğuşması ve her türlü rekabet yeteneğini kaybetmesidir.
Ulus Devleti bekleyen en büyük tehlikelerin başında, giderek içe sıkışarak evrensel değerleri yitirme tehlikesidir. Bu durum uzun vadede izolâsyonu da beraberinde getirebilir.
İçe ve dışa dönük değişmez mutlak talepler, şiddet ve terör sebebi, hatta savaş kaynağı olabilir. Sosyal, Siyasal, ekonomik daralmaya ve kültürel kısırlaşmaya neden olabilir.
Yakın zamanda iki ülkenin kısmi bölgelerinde Referandumlar yapıldı. Her ikisi de içerde ve dışarıda farklı karşı tepkilere neden oldu. Her ikisi de bağımsız devletlerin bölünmesini içeriyor, etnik tehlike taşıyor.
İspanya’daki Katalan ayrışmasında daha çok ekonomik neden önde görünüyor. Irak’ın kuzeyindeki referandum ise, her haliyle etnik ayrışma temeline oturuyor.
Her iki Referandumda da kolay sonuç alınır görünmüyor; birilerinin tarihe not düşmek sevdası ağır basmış olabilir. Devletlerin parçalanmasının yanında, toplumların da parçalanmasına neden olacağı için, kolay olmayacak.
Hiçbir devlet göğsünden ve sırtından hançerlenmeye razı olmayacağı gibi, çevresel hiçbir devlet de bünyesinde kaşıntıya, iltihaplanmaya sebep olacak parazitlerin oluşmasına razı olmaz.
Referandumla, ayrılık veya bağımsızlık peşinde koşanlar her türlü hesabı yapmak zorundalar. Tarihsel akışın dününü, bu gününü ve yarınını yanlışsız değerlendirmeleri gerekir. Ayrılık ve Bağımsızlık taleplerini hayali paradigmalar üzerine oturtarak sürdürürlerse, kendilerine, çevrelerine, bölgelerine ve tüm insanlığa verecekleri zararın önüne geçmek zor olacaktır.
Paranın Tanrılaştığı, sömürgeciliğin hayatın iliklerine işlediği günümüz dünyasında, ‘Tek ve Hür’ yaşama hayat hakkı tanınmıyor. Nazım’ın şiirinin son satırı, hür ve bağımsız yaşamak için lime lime olmak değil, bütünleşip “Bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak daha güvenceli…
Hiç işi kalmamış olmalı ki, AKP’nin eski yöneticisi olduğu söylenen bir cisim, Atatürk’e ve Türkiye Cumhuriyetine savaş açmış durumda.
Cismin iddia ve hedefleri oldukça ilginç. “Cumhuriyeti Atatürk kurmadı, Meclis kurdu” derken, cehalet ve kastını sergiliyor.
Böyle büyük işler elbette bir kişinin üstesinden geleceği kadar kolay değildir. Ancak Ulusal Kurtuluş Mücadelesine, Cumhuriyetin kuruluşuna kimin önderlik ettiğini, Meclisi kimin yönlendirdiğini söylemekten neden kaçınıyor.
“Biz yeni bir Devlet kuracağız ve kurucusu da Tayyib Erdoğan olacak” diyor. Yani Türkiye Cumhuriyetinin üstüne bir sünger çekerek, küstahlık ve Cumhuriyet düşmanlığı kusuyor.
Atatürk’ün, Ulusal Mücadelenin ve Cumhuriyetin bu cismi neden rahatsız ettiğini soralım:
Ayağına çarık, ekmeğine katık, tüfeğine mermi bulamayan bir Ulusun Dünya Emperyalizmine karşı direnişinin, bağımsızlığını kan ve can vererek elde etmesinin, ezilen ve sömürülen uluslara ışık yakmasının neresi seni rahatsız ediyor?
“Bağımsızlık benim karakterimdir”,”Yurtta barış, Dünya’da barış” sözleri mi beynini sulandırıyor, bulandırıyor?
Cumhuriyet Devrimleri, Medeni Kanun, Kadın hakları mı battı sana?
Bütün yokluklara rağmen kurulan onlarca Fabrika, döşenen Demiryolları, Türk aydınlanmasının ışığı olan Köy Enstitüleri mi ürküttü seni?
Demokrasi, özgürlükler, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti mi seni korkutuyor? (Kalmadı ya)
Böyle şekilsiz bir cimsin T.C. vatandaşı olması insanın içini karartıyor ve geleceğe ait umutlarımızı gölgeliyor. Bu şekilsizin kimlik benzerliğimizden üzüntü duyuyorum.
Güzel Türkçemiz ve sokak kültürümüz, toplumsal ve kişisel olumsuzlukların da peşini bırakmamış, onları da dil zenginliği içine alarak benzetmelerde ve tanımlamalarda kullanmıştır.
Bu tür varlıklar nasıl isimlendirilmesi gerekir; doğrusu oldukça zor bir iş. İpe – sapa gelmez, mantık ve gerçek dışı istekler ve eylemlerde bulunanlar, biraz da önemsenmeyerek adlandırılırlar. Neler denmez ki bu acayiplere: Gerzek desen, zevzek desen, meczup desen, müptezel desen, zırtlak desen, densiz desen hepsi de yakışır. Çünkü bu öneri ve söylem, aklın ve mantığın dışında bir davranış.
Bu söylem, bu istekler beynin bir köşesinde saklı tutulan bir düşüncenin dışa vurmasıdır ve Türkiye Cumhuriyetinin geleceğini tehdit etmektedir. Bu cisme ilk dersi mensubu olduğu AKP vermelidir. Siyaset sahnemizde bu tür sapıklıkların varlığı, ülkemizin geleceğini meçhule doğru sürüklemektedir. Derhal ülke siyaset sahnesinden silinip atılmalıdır.
Ülke siyaset ve yönetiminde bu tür anormal varlıklara yer olmamalıdır. Varlıkları siyasetimizi çöplüğe dönüştürecek, Cumhuriyet ilke, hedef ve kazanımları heba olacaktır. Bu ulus, ruhunda ‘Ulusal Bağımsızlık mücadelesini’ bir kez daha yoğurup harmanlamalıdır. Gidişat hiç de iyi görünmüyor!
DİRENMEK Mİ, DİLENMEK Mİ?
ABDULLAH AYDIN
abdaydin52@Outlook.com
Direnmek doğal, siyasal, sosyal bir eylemken, dilenmek sosyal bir eylemdir.
Bebeğin doğum sonunda ağlaması, hayata tutunmak için verdiği doğal bir tepkidir, ilk direniştir. Çocuğun ilk adımlarını atmaya çalışırken ayakta durmak için yaptığı çabalar, hayat yolundaki yürüyüşünün de ilk direniş eylemidir.
Bireysel ve toplum hayatının her alanı, öğrenmenin, çalışmanın, üretmenin gereklerinin yerine getirilmesi için mutlak direnmeye gereksinim duyar.
Direnmenin nedeni, insan için gerekli olan ihtiyaçları elde etmekte yatar. Sadece insanlar değil, hayvanlar, hatta bitkilerde bile hayatta daha güçlü kalabilmek, neslini devam ettirmek için her türlü zorluğa, zorbalığa karşı farklı direniş yöntemleri vardır.
Türkiye, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Dünya’da örneği pek görülmeyen, mazlum uluslara kılavuzluk yapan bir direniş gösterdi ve bağımsızlığa ulaştı. Bağımsızlık direnişinin başarısı, İkinci paylaşım savaşı sırasında bu ulusun ayakta kalmasında temel hareket noktası ve dayanağı oluşturdu.
Toplumsal yarar etrafında birleşerek, toplumu hedefe yönlendirecek kararlı ve sürekli direniş hareketlerini Demokrasi (güya) dönemimizde fazla göremiyoruz. Anılarda kalan 1970 15 -16 Haziran, 1976 ve katliam yapılan Taksim1977 işçi direnişleri dışında, emekçi sınıfın birbirinden kopuk, güne yönelik 1 Mayıs gösterilerinden başka akılda kalan, hedefe yönelik iz bırakacak bir direniş hareketi yoktur.
2013 Gezi parkı direnişi, başlangıç nedeni ile sonlanma aşaması oldukça farklıdır ve toplumda büyük sarsıntılara neden olmuştur. Çevre ve doğa koruma amaçlı başlayan eylem, Hükümetin yanlış ve Güvenlik güçlerinin sert davranışları nedeniyle şekil değiştirmiş ve siyasal ve sosyal bir direniş hareketine dönüşmüştür. Bu dönüşümde zamanın Başbakanının baskıcı ve sert uygulamaları öngörmesi de önemli rol oynamıştır. Neticede birçok yurttaşımız hayatını kaybetmiş, onlarcası da yaralanmıştır.
15 Temmuz direnişi, örgütsüz, ani gelişen ve hiçbir zaman devalılığı olmamasını istediğimiz bir harekettir. Yurttaş, bedenini tankların ve uçak saldırılarının önüne atarak çok sayıda ölü ve yaralı pahasına olası bir darbenin önlenmesinde önemli rol oynamış, Cumhuriyetin ve Demokrasinin bekası adına tarihe önemli bir not düşmüştür.
Son olarak Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsen başlattığı ve giderek kitleselleşen Ankara-İstanbul yürüyüşü, insanlık tarihinde iz bırakan siyasal hareket ve direniş olarak işlenmiştir. B 25 günlük bu yürüyüşteki ahlâki, Sosyal ve Siyasal direniş ve finalindeki İstanbul buluşması ile bütünleşince değerini ve etkisini arttırarak tarihe mal olmuştur. Aynı zamanda bu yürüyüş ülke insanına, gerektiğinde direnmenin de insani ve toplumsal görev olduğunu hatırlatmıştır.
Başlığımızdaki ‘Dilenmek’ kelimesini kişisel maddi anlamda kullanmıyoruz. Şayet bir ülkede yokluk, yoksulluk yüzünden başkalarının ianesine muhtaç düşmüş insanlar var ise, suç ve kabahat o insanlarda değil, toplumun bütününde ve o ülkeyi yöneten siyasal yapı, kadro ve sistemdedir. Şayet bir ülkede başkalarının yardımına muhtaç insanlar var ise, Anayasa ve Kanunlarında ne yazarsa yazsın, O ülkedeki idari yapı ‘Sosyal Hukuk Devleti’ değildir.
Asıl sorun toplumsal bir dilenme içine düşürülmektir. İnsanlık tarihindeki ulusların kayboluşları, toplumları kamu yönetiminden ıskat etmek ve hukuk kurallarını geçersiz kılmakla başlıyor. “Ben” yönetimini kabullenen ve giderek içselleştiren toplumlar sonunda her konuda dilenme durumuna düşerler ve başkalarının yardımına muhtaç olurlar. Günümüz Türkiye’si bu tuzağa düşmüş, 16 Nisan Anayasa değişikliği oylaması ile kendi geleceğinde onarılması zor silinecek gedikler açmıştır. Varlığını ve istikbalini tek adamların veya küçük bir gurubun inayetine bırakan milletlerin gelecek hayatlarının olmayacağı tarihi belgelerle çok kez kanıtlanmış bir gerçektir.
Haklı olunan her konuda, yaşam ortamına zarar vermeden direnmek, İnsani, ahlâki, Hukuki ve Demokratik, hatta doğal bir haktır. Uluslar ve fertler başkalarının kanatları altında yaşayamazlar, yaşatmazlar. Dünya’nın en büyük zenginlik ve hayat garantisi, Bağımsız ve Özgür yaşamaktır. Kişiler için de, uluslar için de! Direnmek yaşamın kendisidir!
BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETİM
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52@Outlook.com
Uzun yıllardan beri ülkemizde söylenen bir şarkının adıdır bu. Dinlerken, bir sevgi selinde yuvarlandığımı, mis kokan gül bahçesinde gezindiğimi hissederim. Şarkı bittiğinde ise hayal aynamda ülkemin gerçekleri karşılar beni. Ve bu şarkı çoğu kez, toplumu ulusal konularda dürtükleme ihtiyacı duyulduğu anlarda dillerde gezer.
Neden “bir başkadır benim memleketim?”
Ayağında çarık, çantasında kuru ekmek, omuzda dolma tüfekle, Dünya’nın ilk Antiemperyalist kavgasını verip istilacılara dur diyen ve onları topraklarından kovarak örnek bir bağımsızlık mücadelesi vererek özgür bir Cumhuriyet kuran bir ülke. Devrim özlü çeşitli uygulamalarla Cumhuriyeti geliştirip Demokrasiye geçen, Okuma-Yazması dahi olmayan toplumunu uygar dünya’ya taşımayı başarmış, Sanayi gelişiminde büyük adımlar atmış, tek parti yönetimini gönüllü terk ederek Demokrasiye geçmiş bir ülke. Çevresinde her konuda örnek gösterilen, ülke ve Dünya barışını düstur edinmiş bir ülke, nasıl oluyor da bölünme, parçalanma, beka sorunu yaşıyor?
Otuz yıldır tüm artı değerlerini yutan, gelişmesini engelleyen terörü neden önlenemiyor?
İdari yönetsel yapı ile yurttaşın arası gittikçe neden uzaklaşıyor?
Köyler bu kadar hızla neden boşalıyor, neden dış gıdaya muhtaç duruma düşülüyor?
Neden yılda 3-4 bin yurttaşımızı trafik terörüne kurban veriyoruz?
Neden çalışması gereken On Milyon yurttaşımız boş geziyor ve iş bulamıyor?
Neden nüfusun %10’u ülke servetinin %54’ünü alıyor.
Neden Milyonlarca insanımız açlık sınırının altında gelirle yaşamak zorunda kalıyor?
Bilgi ve Bilim konusunda gittikçe neden geriliyoruz?
Üniversitelerimiz neden konuşamıyor, neden bilim, bilgi ve teknoloji üretemiyor?
Toplum neden ilkeler, idealler ve toplumsal yararlar yerine, günlük çıkarlar peşinde koşuyor?
Komşularımızla neden bu kadar hırlaşır hale geldik?
Ortadoğu bataklığında ne işimiz vardı?
Dünya’nın çeşitli ülkelerince neden enterne edilmekle tehdit altında tutuluyoruz?
Neden toplumun Adalet mekanizmasına olan güveni azalıyor?
Ülke neden borç batağında boğuluyor?
Hapishaneler neden tıka basa insan dolu?
İktidarı ele geçirenler neden Diktatoryal davranışlar gösteriyor?
Neden bu Devletin, bu Cumhuriyetin temeline harç koymuş, emek vermiş ve günümüzde Ana muhalefet görevini üstlenmiş Parti Adalet arayışı, hak arayışı, eşitlik arayışı için yollara dökülüyor?
Bu açmazlarına, yaşadığımız bu rezilliklere rağmen benim halkım, benim memleketim insanları gülebiliyor, bayram yapabiliyor! Tüm zorluklarına rağmen eğlenebiliyor!
Onun için “Bir başkadır benim memleketim” diyorum
Ülke insanı bu sorunları çözülebilir, bu zorlukları aşabilir, kendini ve ülkeyi refaha, Demokrasiye, hakka, Hukuka, Adalete taşıyabilir mi?
Elbette taşıyabilir. İlk yapılacak iş, kişisel ve toplumsal kimliğine, onuruna sahip çıkmak, sorunların oluşumundaki payını düşünerek, çözüm konusunda da kesintisiz çaba sarf etmek zorundadır. Toplumsal her türlü gücünü bütünleştirmek esastır. Şairin dediği gibi; “kurtuluş yok tek başına.”
Bu konuda yapılması gerekenler konusunda en net mesajı değerli Şair, Yazar, Yönetmen Hüseyin Haydar ‘HERKES İŞ BAŞINA’ adlı şiirinde veriyor. Şairin bu eseri, ne yapılması konusunda topluma ışık tutuyor.
Değerli şairin izniyle, şiirinin sadece vurgu kısımlarına bakalım ve kendimize yol çizelim.
HERKES İŞ BAŞINA
İş düşüyor sıkılan dişe, düşünen başa,
Sıkılan yumruğa iş düşüyor.
//
İş düşüyor yurtsever Hocaya,
Hekime, Hâkime, Savcıya, Sanatçıya iş düşüyor.
//
İş düşüyor dokumacıya, doğramacıya,
Madenciye, makiniste iş düşüyor.
//
İş düşüyor emekliye, şoföre, aşçıya,
Yerdeki taşa, gökte uçan kuşa iş düşüyor.
//
İş düşüyor tornacıya, makineciye,
Ebeye, gebeye, eczacıya iş düşüyor.
//
İş düşüyor kazmaya, küreğe, tüfeğe,
İş düşüyor çarpan yüreğe.
//
İş düşüyor mimara, mühendise,
Tüccara, yurtsever polise iş düşüyor.
//
İş düşüyor Ayşe’ye, Fatma’ya, Ali’ye, Veli’ye,
İş düşüyor ölüye, diriye.
//
Haydi! Herkes iş başına!
Şairin işaretlerinin, taleplerinin dışında, sizce bir çözüm var mı? Ya hepimiz, ya hiçbirimiz!
Geçmiş zaman içinde Türk Siyasetinin sayınları (!) TBMM’de ‘ Beş yıllık Kalkınma Planları” yasa tasarısı görüşülürken, Meclis masalarını davul çalar gibi yumruklayarak önerilen yasayı protesto ediyorlar, Planlı kalkınma dönemini önlemeye çalışılıyorlardı. Dillerindeki slogan “Plân istemeyiz, Pilâv isteriz” şeklindeydi.
Özellikle sağ siyasetlerin Pilâv istekleri Türkiye’yi bu günkü duruma getirdi. Dünya’da tarım sektöründe kendine yeten Yedi ülkeden biri olan Türkiye, bu gün 126 ülkeden 133 çeşit gıda maddesi ithal ediyor. Bu gıdaların içinde Sarımsak’tan Et’e, Lâhana’dan Fındık’a kadar türlü gıda maddeleri var.
2016 verilerine göre 142.6 Milyon dolarlık gıda maddesi satarken, 198.6 Milyon dolarlık gıda maddesi almışız. Sonuçta 56 Milyon dolarlık gıda açığımız olmuş ve gıda konusunda da kendi kendimizi göremez duruma gelmişiz. Aldığımız ve sattığımız gıda maddelerinin hemen hemen tümü üzerine spekülasyonlar yapılmaktadır. Özellikle hayvansal gıdalar inanç bazında söylentilere konu olurken, sattığımız sebze ve meyve türü gıdalar kimyasal içerik bakımından tartışma konusu olmaktadır.
245 milyon dönümlük tarım arazisinde halkını doyuramayan Türkiye, kendisinden bütün toprakları itibariyle bizim tarım alanlarımızın 6/1 ve 8/1 oranındaki Hollanda ve Belçika’dan gıda maddesi satın alır duruma düşürüldü. İnsan aklına hemen ‘neden?’ sorusu geliyor. Neden olacak: Plânsızlıktan, programsızlıktan, ilkesizlikten ve bilimi toplum hayatımızdan dışlamamızdan ileri geliyor.
Derdimiz sadece gıda konusu değil. Cumhuriyetin hayat kaynağı olan ‘Bağımsızlık’ fikri zaman içinde aşındırılmış, karşılıklı yarar ilkesi yerine, hegemonik güçlere bağımlılık geçerli siyasi ve ekonomik akçe durumuna getirilmiştir.
Nitekim 1930 lu yıllarda uçak yapan, gemi yapan ve bunları ihraç etme durumuna gelen Türkiye, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra gelişen kapitalizme ve sömürüsüne teslim olmuş, çağdaş ilkelerinden kısmen vazgeçmiştir. Sonuç nedir diye sorulacak olursa, sonuç ortada. Ekonomik olarak, çoğu konularda siyasi olarak, Sanayi ve teknoloji olarak, gıda ihtiyacımız olarak dışa bağımlı duruma düşmüşüz.
Bağımlılığın getirdiği sonuçları hep birlikte yaşıyor ve acı çekiyoruz. Kendi kendimize sormadan edemiyoruz, ama yeterli cevabı da alamıyoruz, veremiyoruz? Sanayimiz neden gelişmiyor?
Neden ihtiyacımız olan silâhı (Keşke silâha hiç ihtiyaç duyulmasa) kendimiz üretemiyoruz?
Neden hâlâ günümüzde basit bir üretim olan ve çok tüketilen kendi otomobilimize binemiyoruz?
Bu kadar geniş topraklar üzerinde yaşarken, dışardan neden gıda maddesi alıyoruz?
Ülkede bu kadar işsizliğin nedeni nedir?
Neden çocuklarımız istediği okula gidemiyor, hasta çocuklarımız neden ilâç bulamıyor?
Terörü neden bir türlü önleyemiyoruz?
Bu sorulara daha onlarca soru ekleyebiliriz. Sorunların çözümünü ise, birinde aramak yerine, birlikte cevap ve çözüm aramak zorunluluğunu hiç unutmadan…
Ülkemiz neden muhtaç duruma düştü/düşürüldü? Sorunların başında bilimi reddetmek, amaçlardan, ilkelerden vazgeçmek geliyor. Toplum yıllardır çöl hikâyeleri ile uyutulup çaresizlik içine itildi. Yoksulluğun kader olduğu adeta ruhlara yazıldı. Tolumun gerçeği arama isteği ve gücü sindirildi.
Ülkemiz, çoğunu kendi insanının yarattığı zafiyet ve çelişkilerle boğuşuyor. Teknoloji üretmekten vazgeçen, her şeyini ithal ikamesine bağlayan, Entelektüel birikim oluşturamayan, bilgi sermayesini geliştiremeyen Türkiye, bahaneyi ve düşmanı dışarıda aramasın.
Sosyal gerekçeleri dikkate almayan, Dünyadaki siyasal ve ekonomik gelişmeleri doğru okuyamayan yöneticilerin marifetidir Türkiye’nin açmazları. Bilgi ve bilimden uzak tutulan toplumlar başkalarına muhtaç olmakla kalmayıp, zaman içinde tarihten silinme tehlikesi ile de karşılaşabilirler. Çünkü insanlık tarihinde iz bırakacak eserleri, imzaları ve markaları yoktur.
Uyuşturulan kitleleri yönlendirmek ve yönetmek kimilerince hoşa gidebilir. Teslim olmuş topluluklara nutuk salvoları atmak, dört parmak sallamak kolaydır. Ama bir ülkeyi barış ve Demokrasi içinde mutla yaşatmak herkesi harcı değildir! Karnı doysa da, beyni aç bırakılmış toplumların yaşam hakları elinden alınmış demektir!
.
İSTEMEK—ALMAK
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52@Outlook.com
İnsan hayatıyla Devletlerin hayatında reddedilemeyecek kimi benzerlikler vardır. Kimileri almak ister, çeşitli riskleri karşılar ama alamaz, kimileri de bana ver demeden, bir kaş indirmeyle her istediğini elde eder.
Günümüz Türkiye’si bu denklem içinde gelgitleri yaşayan bir ülke durumunda. Aldım görünüyor, ama bir türlü alamıyor, vermediğini söylüyor ama birçok şeyi verdiği görünüyor.
Türkiye son yıllarda Uluslararası arenada istediği hiçbir şeyi alamayan, buna karşın çok şey kaybeden bir ülke. Ülkenin tek yetkili ve tek söz sahibi kişisi bunun farkında olmalı ki; bu dışlanmışlığı, enterne edilmişliği önlemek için çeşitli ülkelerle temas yolları arıyor. Bazen böyle fırsatları yakalıyor, çoğu kez de “istemezük” tepkisiyle karşılaşıyor.
Yeni seçilen Tramp’ı tebrik etmek, Suriye savaşı ve bölgedeki, terör rahatsızlığı nedeniyle ABD-Türkiye görüşmeleri yapıldı. İkili görüşüldü, heyetler halinde görüşüldü…
Anadolu’nun özgün bir anekdotuyla soralım: “Yediğiniz, içtiğiniz sizin olsun; gördüklerinizi, duyduklarınızı anlatın.” derler. Ülke ve toplum sorunlarını halkla paylaşmak, onları bilgilendirmek, yardımlarını istemek ülke yöneticilerinin mecburiyetidir, görevidir...
Olayların, gelişmelerin ve ilişkilerin sonuna virgül değil, nokta koymak amacıyla ABD’ye gittiğini söyleyen Cumhurbaşkanı, ABD’ye gitmeden önce, bu ülkenin basın ve siyasi çevrelerinde “ gelse de olur gelmese de, pek önemli değil” gibi bir düşünce oluştu ve bu düşüncelerini de deklare ettiler. Bu söylem ABD’nin genel bakışını yansıtıyordu. Karşılamada görüntü hatası yapmadılar, ama İkili görüşmelerin ardından yapılan basın açıklamasında Tramp, Kore savaşını hatırlatarak, Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesi önüne set çekmeye çalıştı ve aba altından sopa göstermeyi ihmal etmedi.
Tramp, Cumhurbaşkanının PYD-YPG-PKK ve FETÖ taleplerine karşı hemen PAPAZ talebini öne sürerek cevap verdi. Üstüne PYD-YPG örgütlerinin ortakları olduğunu sözle onayladı. Üstelik bu görüşmeler yapılırken ABD temsilcisi, Türkiye’nin başına ödül koyarak aradığı üst düzey bir PKK temsilcisiyle Suriye’de görüşmeler yapıyordu.
Kapı ardı görüşmelerinde nelerin olduğunu geniş kitleler pek öğrenemez; çoğu kez sır olarak kalır. Ama kimi görüntüler yıllarca zihinlerden silinmeyecek izler bırakır. Cumhurbaşkanının Elçiliğe gelişi sırasındaki protestoculara (PKK yandaşları) koruma görevlilerinin tepkileri ve ABD Polisinin de korumalara tepkileri hep söylenecek ve Türkiye bu basit konuda bile İnsan haklarını ihlalle suçlanacak. Kimi olaylarda size karşı yapılanı umursamamak ve görmezden gelmek tepki vermekten daha çok olumlu getiri sağlayacağı unutulmamalıdır.
Nokta mı kondu, virgül mü onu bilmiyoruz. ‘ABD gezisinden elimizin boş döndüğünü geride bırakalım ve karmaşık iç dünyamıza dönelim’ dendi ve bir gece ansızın Türkiye’ye dönüldü. Dönüldü ve hazır olan TÜSİAD toplantısında kürsüye çıkılarak buyuruldu: “O Hal bu ülkede gerektiği sürece devam edecek.” Gerektiği süre ne kadar? Orası meçhul! KHK’ler devam edecek. Böylece TBMM’nin seyirciliği de devam edecek! Bu arada HUZUR sırada bekliyor, KHK’ler sayesinde o da gelecek(!) Demokrasi şimdilik kapı ardında bekleyecek!
AKP olağanüstü toplantısında Tayyib Erdoğan’ın AKP Genel Başkanlığına da sahip olması sağlandı. Bu durumda, ettiği yemini yok sayarak ‘T.C. Cumhurbaşkanlığından’ zımnen istifa etmiş olmuyor mu? Kendini sadece halkın bir kesiminin ‘Başkanı’ durumuna düşürdü. Başkanı diyorum, çünkü CUMHUR kelimesi, sınırlar içinde yaşayan tüm halkı kapsayan bir anlam taşır. R.T.Erdoğan’ın T:C.Cumhurbaşkanlığı bundan böyle zahiri kalacak, toplumun bir kesimi onun için siyasi rakip konumuna düşecektir.
R.T.Erdoğan mücadele gücü yüksek bir politikacı. Bunun yanında kişisel egosu da oldukça yüksek, bu ego toplumsal egonun ve ülkesel yararın önüne geçiyor. İç politikada istediğini alıyor. Bu güç dış siyasetimizi de bloke ediyor ve ilişkilerimiz sekteye uğruyor. Türkiye’ye güven sarsılıyor ve ülke olarak dışlanıyoruz.
Türkiye, içerde horon teperken, kapının önünde taşlanan bir ülke olmamalı. AKP Genel Başkanı da olan ve bütün güçleri, yetkileri ele alan R.T.Erdoğan, Dış Politika konusunda daha gerçekçi, daha rasyonel davranmalı, Uluslararası siyaset diline uygun gramer geliştirmelidir. Dil ürkütmemeli, yürekleri ısıtmalıdır!
SAKAT BELGE
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52Qoutlook.com
Kendi kendimize kötülük yapmakta bize kimse yetişemez. Karanlıkta bir tiyatro oyunu sahneledik ve üstümüze kara, kalın bir örtü çektik. İstenen değişiklikler uygulama alanına sokulursa, bu kara örtünün altında kimin kimi gırtlaklayacağı hesap dahi edilemez.
Demokrasi, çeşitli ayaklar üzerine oturan Hukuk ve Hukuka dayalı meşruiyet rejimidir. Toplum ve Devlet yaşamının, yurttaş Devlet ilişkisinin her alanı yazılı normlarla belirlenmiş, iki taraflı görevler ve sınırlar çizilmiştir.
Türkiye’nin son dört ayı yeni Anayasa tartışması ile çalındı. Avara kalmış bir siyasinin (Devlet Bahçeli) suça kılıf bulma anlamı görüntüsü veren önerisiyle, kimler tarafından ve nerede hazırlandığı bilinmeyen, Tek Adama dayalı Anayasa değişikliği önerisi gündeme geldi.
Bir ülkede yaşayan her yurttaşın en ufak noktasına kadar hak ve pay sahibi olması gereken tek şey, o ülkenin anayasasıdır. Anayasada paylar kişiye, zümreye, inanca, kökene, güce göre dağıtılmaz. Dolayısıyla, bu ortaklığın oluşumunda herkesin fikirsel katkısına da ihtiyaç vardır. Ki; bireyler gelecekte bu ortak bildirgeyi sahiplensinler, korusunlar, kurallarına uysunlar.
Önerilmesinden başlamak üzere, halktan saklanarak hazırlanması, Mecliste oldu-bitti yöntemiyle kabulü, propaganda dönemi, oy kullanım ve sayım süreci skandallarla doludur.
Meclis’in böyle bir öneriyi kabul ederek kendi varlık nedenini ortadan kaldırması ve Demokratik sisteme son vermenin yolunu açması skandaldır, suçtur.
Tarafsızlık üzerine yemin etmiş Cumhurbaşkanı’nın, Parti işaret, flama ve söylemlerini kullanırken, Devlet imkânlarını acımasızca kullanması skandaldır, suçtur.
Başbakan’ın propaganda döneminde Devlet olanaklarını Partisinin istekleri doğrultusunda kullanması skandaldır, suçtur.
‘Evet’ toplantılarına Öğrencilerin, Öğretmenlerin ve Memurların katılımını sağlamak için okulların tatil edilmesi, Belediye çalışanlarının, Devlet Memurlarının bir nevi takip altına alınarak zoraki toplantı alanlarına taşınması skandaldır, suçtur.
Kimi Valilerin, Kaymakamların, Muhtarların kamu hizmetlerini baskı aracı olarak kullanıp, ‘evet’ doğrultusunda yurttaşı yönlendirmeye çalışmaları skandaldır, suçtur.
Olağanüstü Hal durumundaki bir ülkede, Meclis mutabakatı olmadan, Parti çoğunluğuna dayanarak, Rejimi değiştirecek kapsamda bir Anayasa hazırlayıp halkoyuna sunulması skandaldır, suçtur.
Cumhurbaşkanının ve Başbakanın, Propaganda döneminde ‘Hayır’ diyecek yurttaşlar için ötekileştirici, hakaret edici, suçlayıcı bir dil kullanmaları, Devlet adamlarına yakışmayacak ölçüde skandaldır, suçtur.
Yüksek Seçim Kurulunun, özellikle başkanının oy kullanma sürecinde ve sonrasında yaptığı konuşma ve açıklamalar, YSK üst bir Hukuk kurumu olmasına rağmen Hukuk ve adaletle çelişmektedir. Başkanın beyanları skandaldır, suçtur.
TRT’nin yaptığı tek taraflı, hatta kasıtlı yayın ve yönlendirmeler kasıtlıdır, skandaldır, suçtur.
Yaşadığımız bu Hukuki temeli olmayan siyasi dramatizasyonda, zamanın nasıl işleyeceği konusunda şüpheler ve korkular var. Tek kişilik sistemlerin toplumlara yeterince hizmet üretmediği gibi, kişisel ve toplumsal hakların kısıtlanıp gasp edildiği örneklerle doludur. Oynanan bu karanlık oyun ülkenin ufkunu açamaz.
Çeşitli oyunlar içinde oylanan ve kabul edildiği söylenen bu Anayasa belgesi sakat doğmuştur. Ülkemizin bu sakatlığı kaç yılda tedavi edebileceği ise tahmin edilememektedir.
Türkiye’nin Yüz yıllık deneyimleri kişisel ihtiraslara kurban edilmemeli, toplum adımlarını geleceğe dönük atmalıdır. Bu ülke birilerinin değil, hepimizindir!
HER ZAMAN OLDUĞU GİBİ
ABDULLAH AYDIN
Abdaydin52Qoutlook.com
Bilinen bir hikâyeyle başlayalım. Kurtla Kuzu yamaçtan akan bir dere kenarında rastlaşırlar. İkisi de su içme niyetindedirler ve Kurt yukarda, Kuzu aşağıda su içmeye başlarlar. Bu arada Kurt Kuzuyu gözüne kestirmiş ve onu yemeye karar vermiştir. Kuzuya dönerek, suyumu bulandırıyorsun der. Kuzu cevaben, Kurt kardeş ben senden aşağıdayım, senin suyunu nasıl bulandırabilirim der. Kurt ısrarla bulandırıyorsun der ve Kuzunun bütün itirazlarına rağmen Kuzuyu yer.
Emperyal sömürgecilere göre Dünya’da yenecek çok ‘kuzu’ var. Arap Dünyasının ve Orta doğunun bu günkü hale gelmesinde hiç şüpheniz olmasın, baş müsebbip ve kışkırtıcı ABD’dir. Bölgenin yeraltı zenginlikleri (Petrol ve Gaz) Yüz Elli yıldır ABD, İngiltere ve Fransa’nın gündeminden hiç düşmedi ve düşmeyecek gibi görünüyor.
Bölgenin parça parça edilmesinin plânlamasının yıllar önce Amerikan kurumlarınca yapıldığı bilinen bir gerçek. Bilinen ve yaşadığımız zeminin oluşmasına bölge yönetimlerinin uygulamaları ile bahane yarattıkları da bir gerçek. Despotik ve baskıcı yönetimler bölgede yaşam biçimi oluşturmuş, asgari İnsan Hakları bile yönetenler ve egemenlerce yok sayılmıştır.
16. ve 17. yüzyılda başlayan İngiliz ve kimi Avrupa Devletlerinin istilacı ve Hegemonik yönetim anlayışı, 20. yüzyılda ABD’nin eline geçti. Egemen güç olmak sevdasıyla Hitler Faşizmini desteklemesinin yanında, ABD’nin bu anlayışının sonuçlarını Kore’de, Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Mısır’da, Libya’da, Cezayir’de, Fas’ta, Tunus’ta gördü insanlık.
ABD’nin Suriye’de El Şayrat Hava üssü saldırısı Kurt-Kuzu hikâyesidir. Suriye Devlet güçlerinin Idlib’in Han Şeyhun bölgesine Kimyasal saldırı yaptı bahanesiyle, Suriye Devlet egemenliğindeki Hava üssüne Füze yağdırarak Arap ve Ortadoğu Coğrafyasındaki paylaşım kavgasında belirleyici olmak istediğini pekiştirmeye çalışmış ve Suriye yönetimini suçlu ilan etmiştir. ABD her zaman ve her terde olduğu gibi ‘Kuzu postuna bürünmüş Kurt’ rolünü oynamıştır. İnsan Hakları bahanesiyle kuzuyu yemeğe karar vermiştir.
1980 12 Eylülde yapılan ‘Bizim Oğlanlar’ darbesi hazırlığında Türkiye’de oluşan, özellikle vahşi kapitalist liberalizme açık, gerici, dinci iktidarlar ve AKP iktidarında yaşadığımız 15 Temmuz ‘paylaşım darbesinin’ altında Kurt-Kuzu hesabı yatmaktadır.
ABD Türkiye’yi Irak Savaşına sokamadı. Bunun acısını misli misli çıkarma peşinde. Suriye’de, Türkiye üzerinden kazanım elde etmeye çalışırken, gelecekte Türkiye’nin de hesabını görmenin peşinde.
Bu karmaşa içinde Türkiye, Cumhurbaşkanlığı ( Başkanlık-Tek Adamlık) rejimine geçmek için Referanduma gidiyor. Oylarımızla bu koca ülkeyi ‘Parlamenter rejim içinde, Demokratik yöntemlerle birlikte mi yönetelim, yoksa bütün yetkiyi, hatta Türkiye’nin tapusunu da bir kişiye verip rejim değişikliğine’ mi gidelim kararını vereceğiz.
Toplumumuzun oy tercihi hayli muhafazakâr ve tutucu. Bu tutumda Dinsel değerlerin acımasıza kullanımı ve hamaset söyleminin rolü var. Toplumsal güvensizliğin verdiği korku da toplumun siyasi açılımını engelleyen unsurların başında geliyor.
Referandum ülkemizin ve hepimizin geleceğini belirleyecek. Tarih bizleri imtihan ediyor. Alışkanlıklarımızla devam edip aynı doğrultuda oy kullanarak, vekâletimizi bir kişiye bırakırsak tüm Beşeri, Sosyal ve ekonomik varlığımızın sonunun ne olacağını bilemeyiz.
Bu Referandumda, halkımız alışkanlıkları çerçevesinde, her zaman olduğu gibi oy kullanmamalı. Bir değil, yüz değil, binlerce kez düşünmeli, geleceğimizi binlerce kez tartıya koymalıdır. Yıllardır yürüdüğü dar çığırda düşe kalka yürümek yerine, kendisinin açıp döşediği Özgürlük, Demokrasi ve Hukuk asfaltından gülerek, koşa oynaya yürümelidir.
17 Nisan sabahı ya yüreklerimiz burkularak karanlıkta uyanacağız, ya da pırıl pırıl parlattığımız bir güne, ışığa uyanacağız. Yarınlar birilerinin elinde değil, kendi ellerimizdedir.
“Canım Türkiye’m…” İki hoş, iki tatlı kelime… Bir araya geldiklerinde ise, değerlerine değer, tatlarına tat katıyorlar. Ülkemizin, neredeyse yol ayrımına geldiği şu günlerde, değerleri bin kat daha artıyor.
Günümüz siyasetindeki gemlenemeyen ihtiraslar, kişisel hırslar, afakî toplum yönlendirmeleri devam ederse, Ülkemizin, toplumumuzun geleceği pek aydınlık görünmüyor, fırtınalı günler bizi bekliyor…
Bu endişelerimiz nedeniyle canım Türkiye’min canım insanlarına söyleyecek birkaç kelâmımız var:
Birilerinin rüyasında başına taş düşmüş olmalı ki, Hukuk ve yetki dışı uygulamalara Hukuki kılıf geçirmek için “ Türk Tipi Başkanlık Sistemi” diye bir ucube öneriyi gündeme getirdi. Bu öneri emrivaki olarak meclise gönderildi ve hazırlanan “Anayasa değişikliği” tasarısı meclisten geçirildi.
Başkanlık sistemi önerisi tutmadı, adını değiştirdiler; “Cumhurbaşkanlığı” sistemi dediler ve halka dayattılar. Dayatılan bu öneri ile Türkiye hızla ayrışmaya ve yol ayrımına doğru sürükleniyor; yürüyecek yolumuz çatallaşıyor, kararıyor.
Çatallaşan yolumuzun bir kanalında, bu gün olduğu gibi, alacakaranlıkta düşe kalka, aksayan Hukukumuzla, yarım yamalak Demokrasimizle yol alıp düzlüğe çıkmak için umutlu olabiliriz, halkımızın gücüyle bunu başarabiliriz. Işığa ve düzlüğe ulaşma ihtimalimiz var.
Çatallaşan yolun diğer kanalı yanına yaklaşmadan bile karanlık görünüyor. Karanlık içinde bizleri nelerin beklediğini bilemiyoruz. Önümüzde hangi engeller var, hangi tehlikeler var bilemiyoruz. Gireceğimiz bu karanlık tünelin önü tıkalı olabilir.
Halka dayatılan “Anayasa değişikliği” önerisiyle ne diyorlar, neyi kabul etmemizi istiyorlar:
— Beyninizi, aklınızı yok sayın, bir kişi sizin için sizden daha iyi düşünür,
— Sizin seçtiğiniz Milletvekillerinin, Millet Meclisinin hiçbir anlamı yok,
— Bu ülkede akıllı insan bir tane, dolayısıyla bütün yetkiler tek kişiye verilecek,
— Kamu yapısı tek adam talepleri doğrultusunda yapılandırılacak,
— Kamu adına yetki kullanacak görevlilerin atanması, tek kişi tarafından yapılacak,
— Her konuda Yasa yerine geçecek Kararname çıkarabilecek,
— Meclisi de, kendisini de istediği an seçime götürebilecek,
— Devlet yapılanmasını tümden değiştirebilecek,
— Bütçeyi tek adam yapacak, istediği gibi kullanacak, kimseye hesap vermeyecek,
— Bakanlarda ölçüt aranmayacak, istediği kadar bakan atanmasına izin verecek,
— “Tek Adam”ın kendisi de, Bakanları da eleştirilemeyecek, yargılanamayacak, hesap vermekten ömür boyu muaf tutulacaklar.
Yazdıklarımız yetkilerin sadece küçük bir bölümü. Tek kişinin kim olduğu önemli değil. Önemli olan yetkilerin sınırsızlığı ve bir asırdır zorla oluşturduğumuz kurumların yok sayılması. Devlet, Rejim ve Sistemin tümden değiştirilmesi isteniyor.
Bu yol ayrımının Türkiye’yi nereye götüreceği belli değil. Stratejik bir bölgede olan, her türlü etnik ayrışıma açık, üstelik Emperyalizme ayak bağı olmuş ve onun hışmını üstüne çeken ve sömürgeciliğe baraj oluşturmaya çabalayan bir ülkede, “Tek Adamlı” bir yönetimin başarılı olması hiç olası görünmüyor.
Bu tasarı, bu ülke insanına baldıran zehiri içirmekten daha beter bir öneri. Herhalde birileri bu ülke insanını hepten akılsız ve beyinsiz sanıyor. Toplumu karanlık bir tünele sokmak istiyorlar; sonu belli olmayan ölüm tüneline…
Canım Türkiye’min canım insanları, o karanlık tünele girmeyecek kadar aklıselim sahidir. Kendini yok sayanlara 16 Nisan günü gereken cevabı verecek, tarihte derin izler bırakacak, ülkenin geleceğini şekillendirecek, yarınlara birlikte yürümenin aydınlık yolunu açacaktır!
Toplumların yaşamındaki iç hesaplaşmalar, olumlu ve olumsuz sonuçların doğmasına neden olabiliyor. Bu hesaplaşmalar, düşünsel, iç yargılamalar ve tercihler sonucu, toplumsal geleceğin şekillenmesi sonuçlarını da doğuruyor.
Bu şekillenme sonuçları her zaman mutlak doğrular yakalanamayabilir. Kimi zaman ve şartlarda, o toplumların hiçte hak etmediği şartlar, bizzat toplumun kendi düşünce ve eylem kararıyla doğmuştur.
Ülkemiz bu konuya ve sonuçlarına hiçte yabancı değildir. 12 Eylül darbesi sonucu oluşturulan 1982 Anayasası, her ne kadar dış bağımlı egemenlerin isteği doğrultusunda şekillendirilse de, nihai kararı bizzat toplumun kendisi vermiş ve bugün hâlâ tartıştığımız ve ceremesini ödediğimiz toplumsal rahatsızlıkların kaynağı ve nedeni olmuştur.
16 Nisan 2017 günü yapılacak Referandum (Halk Oylaması) ülkemizin ve halkımızın geleceğinin şekillenmesi açısından bir ayraç olacaktır. O günkü toplumsal tercihler istikbale yürüyeceğimiz tercihleri ortaya koyacak, ülkeyi yönetenlere ve gelecekte yönetecekleri rehberlik edecektir.
16 Nisan halk oylaması sıradan tercihlerin ortaya konacağı sonuçlardan ziyade, bir toplumun kendi geçmişini de yargılama anlamı taşımaktadır. Bu oylamada iktidarın saklı amacı, Cumhuriyet döneminin halk nezdinde yargılamasıdır. Böylece, Sultanlık-Halifelik isteğiyle kavrulan kimi kişilerin “Tek Adam” yönetiminin yolu açılmış olacaktır.
Bu oylamanın gerekçesi olan Anayasa değişikliği, AKP’yi iç dünyasında pek tatmin etmişe benzemiyor. Gerekçeler ve önerilen maddeler partinin kendi içinde bile özümsenebilmiş değil. AKP’li yöneticiler bu önerileri çağdaş mantıkla nasıl bağdaştırabileceklerse, niçin ve nasıl sorularını ülke ve toplum yararına cevaplamakla yükümlüdürler.
Değişikliklerin ne getirip ne götüreceği muhalefet Partileri ve örgütlü toplum kesimlerinde hayli endişe yaratmış, gerekçeler ve hedeflenenler korku ve derin şüphelerin oluşmasına neden olmuştur. Çünkü gerekçeler mantıklı ve geçerli değildir.
Bu oyla yapılacak yargılama, sonuçları itibariyle iktidar Partisine kılavuzluk da edebilir ve daha toplumsal, daha eşitlikçi ve daha Demokrat bir idari yönetim konusunda yol açabilir. İktidar kendisine yeni ve geçerli bir yol haritası çizebilir.
Referandum sonuçları muhalefet partilerine de ışık tutacaktır. Toplumun nasıl bir yönetimde yaşamayı seçtiği konusunda daha sağlam adımlar atma fırsatı yakalayacaklardır. Gelecek politikalarını oluşturmada daha gerçekçi, sistemle daha uyumlu, yurttaşların temel isteklerini karşılayabilecek programlar oluşturabileceklerdir.
16 Nisan Referandumunda ülkemiz insanı çoğulculuk, Demokrasi, Hukuk, eşit yurttaşlık, özgürlük ve aydınlık bir yolda yürümeyi tercih edeceği gibi, tek kişiye bağlı, tüm toplumsal ve siyasal hakların bir kişide toplandığı, Hukukun yok sayıldığı karanlık ve meçhul bir geleceği de tercih edebilir. Onun için 16 Nisan, tarihimize dönüm noktası olarak geçecektir.
Bu oylama, halk tabiriyle “ya herro-ya merro” oylamasıdır. İstikbalimiz için yol ayrımındayız. Onun için oy kullanacak her yurttaş oy vermeden önce teklif edilen 18 madde üzerinde Bin düşünmeli, kararını ülkenin ve neslinin geleceğini çaldırmamak için doğru kullanmalıdır!
Saza söz, söze saz gerek… Müzikten tat almak, kulağınızda hoş bir armoninin çınlamasını istiyorsanız, sazla sözü birlikte kullanmak zorundasınız. Aksi halde damağınızda hiçbir tat bırakmayan yağsız, tuzsu bir yemeğin lezzetsizliği kalır kulaklarınızda…
Siyasette böyledir. Siyasetin tümü bir koalisyondur, ortaklıktır ve ülke sorunlarını birlikte konuşabileceğiniz, birbirinizin ağzına bakarak birlikte çözebileceğiniz çok sesli bir korodur…
İnsanoğlu var oluşundan bu yana bağımsızlığın ve özgürlüğün peşinde koşmaktadır. Bu değerleri kabul eden ve mücadelesini veren toplumlar bu isteklerine kavuştukları gibi, insani yaşam düzeylerini de üst seviyeye çıkarmışlardır…
Ancak ülkemiz o aşamaya gelmemiş olacak ki; birileri sürekli solo söylemenin, talimatla yönetmenin ve herkesin kendine biat etmesinin peşinde koşuyor…
Yönetici seçilmiş birilerine bulunduğu konum ve yetkileri az gelmiş olmalı ki; her şey benim demeye başladı. Zaten konuşmalarında sahip olma tutkusunu dile getiriyor ve “Benim” diyerek her şeyi, herkesi mülkiyet torbasının içine dolduruyor. Benim… Benim… Benim! Dağ benim, taş benim, uçan kuş benim! Her şey benim!
Bu yollarda beraber yürüdüğü, yağmurlarda beraber ıslandığını söylediği dostlarına Devleti tümden eline geçirme, Devlet nimetlerini paylaşım kavgasından sonra, “ne istediler de vermedik” serzenişinde bulunan, erişilmesi gittikçe zorlaşan yetkiliye yurttaşların sorması ve cevap istemesi gerekir.
Yurttaş sormalı ve cevap istemelidir:
On Beş yıllık iktidarınızda terör neden durmuyor, gittikçe neden azgınlaşıyor?
Ülkemizde işsizlik neden önlenemiyor?
Neden yurttaşlarımızın yarısı yoksulluk sınırının altında yaşıyor?
Neden ülkede yıllardır bir tek fabrika bacası yükselmiyor?
Tarım ülkesi iken, neden gıda ithal ediyoruz?
Üniversitelerimiz neden bilim üretemiyor?
Dış borcumuz neden artıyor?
Paramızın değeri neden düşüyor?
Gelir seviyemiz neden düşük kalıyor?
Düşük de olsa, gelir neden adil paylaşılmıyor?
Ülkemizde suç oranı neden artıyor?
Adalet sistemimize ve mahkemelerimize neden kimse güvenmiyor?
Bütün komşularımızla neden hırlaşıyoruz, Dünyadan neden tecrit ediliyoruz?
Ülkemiz neden Mülteci işgali altında?
Eminim ki sorularınıza karşı alacağınız cevap şu olacaktır: “Benim, bizim hiçbir günahımız, suçumuz yok, kabahat sistemde, rejimde, muhalefette. Bu iş Parlamentoyla, Milletvekiliyle, Başbakanla, Cumhurbaşkanı ile olmuyor. Rejim değişirse, yönetimde tek ses çıkarsa bunların hepsini hallederiz, ülke refaha erer!”
Parlamentoda tartışılan Anayasa değişikliği önergesinin Demokrasiyle, Parlamenter sistemle, Cumhuriyetle uzaktan yakından ilgisi yok. Bu teklif yasalaşırsa, bir dikta yönetimiyle, faşizan bir rejimle karşılaşabiliriz. Topluma baskıdan, şiddetten başka bir getirisi olmaz.
Yönetenler paylaştıkça büyürler, başarılı olurlar. Mecliste tartışılan tasarı rejim değişikliğini hedeflemiş, tek adama göre hazırlanmış. Bu tasarı ‘siyasi Tanrı’ yaratır. Muhalefeti yok etmeye, toplumu dizginlemeye, köleleştirmeye yönelik sonuçlara gebedir.
Bu tasarı Meclisten geçer, yurttaşın önüne gelirse, esarete ve köleleştirmeye neden olacağından, yurttaşlarımız onaylama garabeti göstererek tuzağa düşmemelidir.
Ahlar, vahlar bizi kurtaramaz. Ülkemize de, milletimize de yazık olur!
Ölüm kimilerine göre son, kimilerine göre ise başlangıç.
Ölüm konusunu farklı inançlar farklı değerlendirebiliyorlar. Kimi toplumlar doğumu, kimi toplumlar da ölümü kutsuyorlar.
Bilim ise ölüme ve varlığa daha farklı yaklaşıyor. Bilim, Fransız kimyacı Antonio Lavaisier’in ileri sürdüğü gibi, ”Hiçbir şey yoktan var olmaz, var olan hiçbir şey yok olmaz” düşüncesinden hareket ediyor.
Bu konuda henüz evrensel bir konsensüs oluşmuş görünmüyor. Varlık yokluk konusunda tartışmalar devam ediyor ve daha da devam edecek gibi görünüyor.
Kısa ve basit tanımıyla ölüm; canlının çevreye olan etkisinin yok olması, organın ve organizmanın işlevselliğini kaybetmesidir diyebiliriz.
Canlılar, bireyler öldüğü gibi, kurumlar, tüzel kişilikler ve Devletler de ölüyorlar. Anadolu toprakları bu konuda her türlü tanıklığı yapacak durumdadır. Doğusundan Batısına, Kuzeyinden Güneyine her tarafta Tarihin yuttuğu, ölümü tatmış Devlet kalıntıları vardır.
Devletlerin ecelleri ve sonları, kötü yönetim, Adaletsiz yönetim, iç karışıklıklar ve savaşlar, dış saldırılar ve işgaller nedeniyle geliyor.
Temennimiz, Anadolu topraklarının yeni bir kayboluşa tanıklık etmemesidir. Zorlanıyoruz; çünkü Siyaset ve yönetim eliyle kutuplaştırmaya (Polarizasyona) uğramış bir toplumun ilkeli kucaklaşması da zor görünüyor. Kimi dış yorumcu ve siyasi analistler de, “Türkiye bölünme sürecinin Psikolojik aşamasını tamamlamıştır” diyorlar.
Kimi iç dinamikler bu yorumu (aslında istek) kışkırtır, destekler uygulamalar yapmaktan geri kalmıyorlar. Demokrasiyi doğru uygulamayanlar, ülkede Hukuku egemen kılmayanlar, hamaset edebiyatıyla, özellikle yoksul kitleleri Türkiye Coğrafya ve kültürüne ters düşen, Dünya ilişkilerine zarar verecek eğilimler etrafında pekiştiren siyasetçiler bu yabancı yorum ve isteklerin zeminini hazırlıyorlar.
Mecliste, cenaze törenlerinde, sokak gösterilerinde bile ‘bölünme’ kelimesi geçiyorsa durum normal değil demektir.
Cumhuriyetin kimi Milletvekilleri Cumhuriyet dönemine ‘Reklâm arası’ diyorsa ve bu aranın bittiğini söylüyorsa ülke için tehlikeli bir durum var demektir.
Millet iradesini, Cumhuriyet ve Demokrasi ilkeleri çerçevesinde egemen kılmakla görevli Meclisin büyük çoğunluğu iradesini birilerine teslim ediyorsa,
Ülkenin seçilmiş yöneticileri, bulundukları makamları siyaset hırsları uğruna ilga etme aşamasına gelmişlerse,
Yargı Siyasetin emri altına girmeyi kabulleniyorsa,
Üniversiteler Mektep konumuna gelmeyi kabulleniyor, fikir üretmesi, yol göstermesi gereken bilim insanları ağızlarının bantlanmasını kabulleniyor, kalemler satılıyorsa,
Sivil toplum kuruluşları kendilerini lüzumsuz hissediyor ve ülke sorunlarına bigane kalıyorlarsa, ülkede işler ters gidiyor demektir.
Bir toplum, bir Devlet bu kadar olumsuzluğu yaşıyor ve gelişmeleri seyrediyorsa, kendi çukurunu kazıyor demektir.
Toplum, olası belaları defetmesi, ülkenin feraha erişmesi için Demokratik iradesini Hukuk içerisinde göstermeli, sahte yüzlere körü körüne bağlanmamalıdır, susmamalıdır.
Tarihin karanlık kuyuları, daha çok suskun toplumları kucaklamayı sever de!
Boz bırakılan tarlalar, boş bırakılan ahırlar ağlıyor yalnızlıklarına…
Bilim giremiyor Üniversite kapılarından… Adalet giremiyor düşüncelerimize… İş aramaktan yorulan gençlerin, el açan çocukların çaresizliği, hüznü yansıyor kent sokaklarının kaldırım taşlarına…
Ve yurdun her yanından haykırışlar, çığlıklar duyuluyor çaresizlik içinde sessiz ve derinden… Ağlamak, yalvarmak günlük eğlencemiz oldu sanki!
Kimse yok mu?... Kimse yok muuu?... Çok derinlerden geliyor bu yalvarış…
İçinden bağırma, çığlık atma, ağlama kardeşim… Kendine bir kere sor ‘ben ne yaptım?’ diye. Bu çıkmazda payın olduğunu unutma!
Artık her şey tek olacak bu memlekette… Bağıran, çağıran, haykıran birkaç kişi var ya bu ülkede; sen onları dinle yeter; fazla gürültüye, herkesin konuşmasına gerek var mı?
Ülke suskun, yurttaş suskun, kurumlar suskun. Sanki bu memlekette ‘Suskunluk Yasası’ var gibi. Biz ortak suçlu muyuz yoksa!
‘Herkes konuşursa anarşi olur haa, dedi kodu olur haa! Ancak bir kişi konuşursa her şeyin halli mümkündür’ diye düşünüyor birileri!
Tek… Tek… Tek! “Ben tek başıma yeterim” diyor birileri…
O tek kim diye sorma! O tek ben, ben, ben!
Sen öte taraftan bağır dur: Kimse yok muu?!
Akıl alacak gibi değil! Ne oldu bu ülkenin insanlarına? Kim ürküttü? Kim korkuttu? Kim sindirdi bu toplumu?
Sen Emperyalizme karşı Dünya’da ilk başkaldırıyı ortaya koy, işgalcileri ve maşalarını topraklarından kov, çağ dışına düşmüş, yıkılmış, viraneye çevrilmiş, soyulmuş, ihanete uğramış, cahil bırakılmış, Ortaçağ Arap hurafeleriyle aklı, ruhu kelepçelenmişken, Ulusal ‘Dirilişin’ Dünya’da ilk örneğini veriyorsun. Mazlum uluslara örnek oluyorsun, akıl almaz Devrimler gerçekleştiriyorsun, ne oluyorsa Yüz Yıl sonra, bütün iradeni ve benliğini birilerine teslim ediyorsun!
Ve düştüğün, düşürüldüğün açmazdan kurtulmak için de birlerinden himmet bekliyorsun! Olmaz canım kardeşim olmaz! Önce ruhunu karanlık güçlerden kurtarmak zorundasın
Kurtuluş ellerindedir. Kurtuluş, ruhundadır, beynindedir, yüreğindedir. Kurtuluş akıldadır, bilimdedir, doğruları görmektedir. Kurtuluş Ulusal birlikteliğindedir!
Normal yaşam içinde, bir insan böyle sevimsiz kaba bir ifadeyi makalesine neden başlık yapar diye düşünülebilir. Kimi zaman kızgınlık, kimi zaman kırgınlık, kimi zamanda çaresizliktir, arayıştır…
Dünyadaki, özellikle bölgemizde yaşadığımız insanlık dışı olay ve uygulamaları gördükçe, böyle absürt bir ifadenin kimilerini tanımlamak için oldukça uygun düşeceğini, hatta az bile kalacağını düşünüyorum.
Her insanın hayatında iyilikler, güzellikler, doğrular olduğu gibi hatalar, kusurlar, yanlışlıklarda vardır. Zaman zaman sözlerimizde de aynı özellikler yansır. Beklenti, iyiliklerin, doğruların yoğunlaşması, yanlışların, kötülüklerin yok denecek konuma gelmesidir.
Siyaset ve yönetim alanı diğer iş kollarına göre çok daha dikkatli davranılmasını gerektirmektedir. Çünkü Siyasetçinin ve Yöneticinin olumsuzlukları, kişisel değil toplumsal olumsuzluklara ve zararlara neden olmaktadır.
Türk Siyaset ve yönetim dosyası bu konuda oldukça kabarık ve sabıkalıdır. Dünü rahatça yalanlayabiliyoruz. Olayları tersyüz edebilen bir siyaset ve yönetim anlayışımız var. Problemlerin çözümünde artı ile eksiyi birbirine karıştırıyoruz; bu da bizi çıkmaz sokaklara sürüklüyor.
Çok partili dönemimiz, periyodik darbeler yanında, tuluat tiyatrolarına, Karagöz-Hacivat oyunlarına taş çıkartacak söylem ve davranışlarla doludur. İyi bir ülke için topluma düşen görev, seçme hakkını kullanırken daha dikkatli davranmasıdır.
On Dört yıldır Türkiye siyaset ve yönetimine egemen olan Cumhurbaşkanı Tayyib Erdoğan’da da genel siyasetimizin gelgitleri var. Yanılgılarını artık kendisi de saklayamıyor. Suriye ve Irak savaşları nedeniylede Mezhepçi söylemleri öne çıkarıyor. Bu anlayış Türkiye’nin genel siyasetine zarar verecek tehlikeler taşıyor.
Ancak tarihsel iz bırakacak ve gelecekte de tartışılacak bir konuya parmak basıyor ve Birleşmiş Milletler Örgütünü kastederek diyor ki: “Dünya Beşten büyüktür”.
Bu ifadeden kasıt, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Beş daimi üyesidir. Aslında bu ülkeler ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa) Dünyadaki her türlü yönetimin, Ekonominin, ülkeler sınırlarının, kimin kimle ve ne için savaşacağına, sonucun ne olacağına karar veren ülkelerdir.
Birleşmiş Milletler Örgütü, kendisine verilen görevleri yeterince yerine getiremiyor. Kuruluşunda başrol oynayan Beş ülkeden herhangi biri ‘bu iş olmaz’ diyorsa, geride kalan İki Yüz üyenin görüş, istek ve taleplerinin önemi ve yaptırım gücü kalmıyor.
Birleşmiş Milletler Örgütünden Dünya insanlığının istekleri nelerdir:
Barışı korumak ve barışa karşı tehlikeleri araştırmak,
Ülkeler arasındaki ilişkileri organize etmek ve uyum önerileri sunmak,
Ülkeler arası anlaşmazlıkları araştırmak, soruşturmak ve antlaşma önerileri sunmak.
Ülkelerin silahlanmasını denetlemek,
Saldırganlara karşı Askeri önlemleri almak, müdahaleleri organize etmek,
Yoksullukla mücadele konusunu ve eylemlerini organize etmek,
Salgın hastalıklarla mücadelede ülkeler arası koordinasyonu sağlamak.
Bu görevlerle yükümlü olduğu belirtilen Birleşmiş Milletler Örgütü günümüzde Beş ülkenin baskısı ve hegemonyası altında olup, bağımsız Uluslar arası üst bir örgüt olduğu söylenemez. Dünyadaki en büyük baskı ve ambargo Birleşmiş Milletler Örgütünün üzerindedir.
Dünya’daki bütün çatışmalarda bu Beş ülkenin parmağı var. Terörist örgütlerin arkasın bu ülkeler var. Çatışma alanlarındaki piyonların ve resmi orduların kullandıkları tüm silahlar bu beş ülkenin markasını taşır.
Ulusal Devletlerin yıkılmasının, ülkeler arası savaşların ve siyaset damgası yapıştırılmış terör örgütlerinin arkasında bu beş ülke var.
İşgal hareketleri, asimilasyonlar, kültürel yıkımlar, sürgünler, toplu katliamlar, soykırımlar, işgaller ve ölüm kampları bu beş ülkenin marifetleridir.
Suriye’deki, Irak’taki savaşlar bu katillerin eseridir.
Ülkemizdeki terör ve karmaşanın arkasında, bu ülkelerden bazılarının rolü olduğunu herkes biliyor.
Dünya ekonomisinin yarısından fazlası bu beş ülkenin elindedir. Emperyal sömürgeciliğin yayılıp kökleşmesi bu beş ülkenin dalaveresidir.
Ülkelerin siyasetlerini yönlendirmekte, kukla yöneticiler eliyle sömürü düzenini sürdürmektedirler. NATO kanalıyla da bizi çevre ülkelere düşman ettiler.
Bu nedenlerden dolayı, Birleşmiş Milletler Örgütü battal ve işlevsiz bir kurumdur. Dünya insanlığı bu Beş ülkenin hegemonyasından kurtulmalı ve tüm ülkelerin eşit şartlarla katılabildiği ve karar alabildiği bir kuruluş haline getirilmelidir.
Birleşmiş Milletler Daimi Beş üyesinin oluşturduğu konsorsiyumun adı, doğru yazılmamış katiller komisyonudur, sömürgeciliğin demir halkasıdır.
İnsanlık barışa ve sömürüsüz bir yaşama ulaşmak istiyorsa, bu beş üyeli daimi komisyon semerinden mutlaka kurtulmalıdır.
Bu yapının devamında, insanlık daha çoook fatura ödeyecektir!
Bir toplumun içinde bulunduğu durum kendi iç söylemlerinde gizlidir. Toplumları en iyi tanımanın, tanımlayabilmenin yolu, o toplumun kitaba dökülmemiş, genelde yönetenlerden gizli tutulmaya çalışılan iç söylemlerinden geçer.
Bizim toplumumuz her ne kadar ‘Ulü’l - Emr’e’ itaat anlayışına tereddütsüz boyun eğmiş olsa da, yönetenlere ve egemenlere karşı isyanını, tepkisini ironik söylemleri ile dile getirmekten geri kalmamıştır.
Tarih boyu siyasete ilgi ve sosyal yaşama ilgi duyanlar ve düşünürler tarafından da, toplumların nasıl yönlendirildikleri, ruhsal dengelerinin nasıl bloke edildiği hakkında çeşitli görüşler ve söylemler dile getirilmiştir.
Alman Filozof Friedrich Nietzche şöyle diyor:
“Delilik, kişide seyrek görülür, ancak gruplar, Partiler, Uluslar için bir kural halindedir.”
Nietzche bir başka söyleminde:
“Cahil toplunda seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen bir insana hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, oynadıkları siyasi Tiyatrolarla halkın egemenliğini çalan zalimlerdir.”
Euripides 2500 yıl önce, “Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması köleliktir.”demiş.
Fransız politik düşünür Montesquieu ise: “Herkes hak ettiği gibi yönetilir.” diyor.
Bir başka söz: “Adaletin küçüldüğü ülkelerde, büyük olan artık suçlulardır.”
Bir diğer söz: “Seçimi halk yapar, yöneteni halk yönetir! Sonuçta, halkın kendi layığını kendisinin oluşturmasıdır.”
Mevlâna, “Ne arıyorsan o’sun sen!” diye insanları uyarmış.
Kişisel ve toplumsal hayatımızın her alanında yaşadığımız ve son günlerde sıkça söylenen, belirli oranda olumsuzlukların üstünü örtmeye yarayan bir sözü hatırlatmadan geçmeyelim. Bireyleri ve toplumları düşünsel ve tepkisel anlamda prangalamak için “Ölümü gösterip, Sıtmaya razı etmek.” Dilimizden eksik olmuyor.
Tarihin derinliklerinden gelen ve elan günümüzde de güncelliklerini koruyan ve sıkça kullanılan bu tür sözlerin gerekçeleri ülkemizde var mı? Var. Hem de yüzlerce ve binlercesi var.
Yurttaşlığı aramak, pekiştirmek yerine, Tarikatları, Cemaatlleri, Aşiretleri, Etnik yapıları arayan ve bunu sürekliliğe dönüştüren bir toplumda düşünsel bir hastalık ve güvensizlik var demektir.
Bir ülkeyi yönetenler kendi tarihlerini dahi bilmiyorlarsa, dün övdüğünü bugün yeriyor, dün yerdiğini bugün övüyorsa, bu çelişik söylemleri de toplum tarafından takdirlerle, alkışlarla karşılanıyorsa, o toplum hastalanmıştır, aklı bile çalınmıştır.
‘Sosyal Hukuk Devleti’ söylemini dillerinden düşürmeyip, Sosyal Hukuk Devletinin hiçbir gereğini yerine getirmeyen iktidarları koşulsuz ve sürekli destek veren toplumun aklı uçup gitmiş, hepten çalınmış olmalı!
Mahkemeleri Kadılar kadar bile Hukuk dağıtamaz duruma getirilmiş bir ülkeye ‘Sosyal Hukuk Devleti’ oluşturulabilir mi?
‘Aldatıldık, kandırıldık’ diyen siyasetçilerin peşinde süpürge olmaya rıza gösteren toplumun beyni sulandırılmamış, aklı çalınmamış olabilir mi?
Darbecilerin cop darbelerinden kafası, kıçı nasır tutmuş bir topumun ruhsal sağlığının yerinde olduğu söylenebilir mi?
Çalışma çağındaki nüfustan üç kişiden biri iş bulup çalışamıyorsa;
Nüfusun %5 i açlık sınırının, %15 i yoksulluk sınırının altındaysa;
Son On Beş yılda Yüz On Bin kişi banka borcu yüzünden hapse giriyorsa;
Nüfusun %10 alt gelir gurubu 10 TL kazanırken, %10 üst gelir gurubu 126 TL kazancı cebine koyuyorsa;
25 Milyon yurttaş Bankalara 400 Milyon TL borç batağındaysa;
Bir ülke İnsanları Kişi başına 5500 Dolar dış borca batmışsa;
Bir ülke insanları her yıl 50 Milyar Dolar dış borç faizi ödemek zorunda bırakılıyorsa:
O ülkede insanlar hastalığa mahkûm edilmişler, zihinleri, akılları, fikirleri, mantıkları birileri tarafından çalınmış demektir!
‘Kim çaldı?’ derseniz ben de bilmiyorum; çünkü beni de hasta ettiler, benim de aklımı izanımı, fikrimi çaldılar.
Ama umutlar bitmedi henüz!
Işığı sönmeyen bir ses tarihin derinliklerinden bizlerin kulağımı çınlatıyor ve diyor ki: şu 70 yıldır oynadığınız siyaset tiyatrosundaki sahneleri, replikleri bir hatırlayın, gözden geçirin ve bu kandırık oyundaki payınızı hesap edin!
Hastalanan da, aldanan da, aldatılan da, aldatan da, aklı çalınan da, çalan da biziz. Tanrı bizi hakça yönetsin diye elçi beklersek, daha çok bekleriz!
İBLİSİN KUCAĞINDA
ABDULLAH AYDIN
abdaydin52@outlook.com
Dinsel mitolojiye göre, Tanrı, Melekleri yarattıktan sonra ilk insan Âdem’i yaratıyor. Tanrı Meleklerden Âdem’e secde etmelerini istiyor. Tüm Melekler Tanrı’nın emrini yerine getirirken, ateşten yaratıldığını iddia eden bir Melek, topraktan yaratılan Âdem’e secde etmeyeceğini söyleyerek isyan ediyor ve İlahi emri reddediyor.
Emri dinlemeyen Melek Tanrı tarafından dergâhtan kovulurken lânetlenir ve Şeytan’a dönüşür. Şeytan, sonuna kadar insanlara kötülük yapacağını söyler. Ancak Tanrı, Şeytan’ın ‘Kıyamet gününün sonuna kadar yaşama’ isteğini de kabul eder.
Mitolojik aktarım ve anlatılara göre, Cinlerin ve Şeytanların atası kabul edilen Şeytan artık İblis konumundadır, kötülüklerin ve fitnelerin atası olarak anılacaktır.
Türkler Şeytan İblisi ‘Albız’ olarak da adlandırırlar. Nitekim insanlarımızın kızdıkları kişiye “Albız canını alsın!” türünde ilenide bulunduğu bir gerçektir.
Tanrısal Şeytanı bırakalım da günümüz Dünyasındaki İblisleşen insan görünümlü Şeytanlara bir bakalım. Dünya İblisleri Tanrı’nın iblislerini bin defa aratır duruma geldiler. Hangi fitnenin, hangi kötülüğün, hangi kavganın, savaşın altını eşelesen, insanlık Dünya İblisleri ile karşılaşıyor ve onlarla uğraşmak zorunda kalıyor…
Türkiye bu konuda şanssız bir ülke. Ortaklık kurarak kucaklaştığımız birçok İblisle uğraşmak, boğuşmak zorunda kalıyoruz. Ancak ABD ve bazı Avrupalı İblislerle bir arada olmayı biraz dış zorlamalarla, çoğunu da kendimiz istekle seçtik. Dünya’yı yanlış okuduğumuz için karşımızdakilerin temel amaçlarını kavrayamadık.
Dış politikada yakın komşularımızla fazla ilgilenmedik, kurtuluşu ve medeniyeti hep dışarıda ve uzaklarda aradık. İkinci paylaşım savaşı sonrası ABD ordusunun savaş artığı süttozu, peynir, yağ ve ucuz buğdaya aldandık.
NATO’ya girmek için yüzlerce insanımızı hiç ilgimiz olmayan Kore savaşında yitirdik. ABD ve bazı Avrupa devletlerinin en büyük silah müşterisi olurken, yerli sanayimizi geliştirmeyi düşünemedik, kimi zaman da engelleri kendimiz koyduk.
Türkiye Cumhuriyetinin Bağımsızlık ve özgürlük belgesi olan LOZAN antlaşmasını Parlamentosunda hâlâ onaylamayan, ABD ile ikili antlaşmalar imzalayarak adeta teslimiyet belgesinin altına imza attık ve doğrudan İblis kucağına oturduk. 1960 darbesinden sonra CIA casuslarının, ‘Barış Gönüllüsü’ tanımına kanarak Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar eğitimci, araştırmacı olarak gitmelerine izin verdik. Ne yaptıklarını, ne ettiklerini asla düşünmedik, gözlemlemedik, araştırmadık. Türkiye’nin sosyal, ekonomik, siyasi, kültürel, etnik, dinsel haritalarının en ince noktalarına kadar çıkarılmasına göz yumduk ve bunların bir gün karşımıza getirileceğini hiç düşünmedik.
.Avrupalı olacağız hevesiyle AB ile üye olmadan, sürekli aleyhimize işleyen Gümrük Birliği antlaşmasın imzaladık. Yarım asırdır uğraşmamıza rağmen, serbest seyahat uygulamasını dahi elde edemedik.
Kimi sorunlarımızın çözümünde, sahte Demokrasi, sahte insan hakları söylemleri riyakârca kullanarak hep karşımıza dikildiler. Türkiye’yi hedef alan her türlü terör örgütlerini örgütsel ve maddesel anlamda desteklediler ve şu anda da desteklemeye devam ediyorlar. Katillerin insan hakları önümüze sürülürken, masum kitlelerin her türlü haklarını göz ardı ettiler. Akdeniz’i mülteci mezarlığına, Türkiye’yi göçmen kampına döndürdüler.
Yarım asırdır yok etmeye çalıştığımız iç ve dış terörün arkasında dost bildiğimiz ABD ve bazı AB devletlerinin olduğu gün gibi aşikârken, utanmıyorlar, saklama ihtiyacı dahi duymuyorlar ve terör örgütlerini beslemeye devam ediyorlar.
Beşeriyetin ve oluşturduğu medeniyetin temel Paradigmaları olarak kabul edilen ‘İnsan hakları, Özgürlük, Demokrasi ve Barış’ gibi kutsal kavramları çıkarları uğruna sulandırdılar, bu kanalla ülkelerin ve toplumların damarlarını, insani yönlerini kirlettiler.
Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Mısır’da, Cezayir’de, Libya’da akan her damla kanın, her türlü gözyaşının, her ölümün, yoksulluğun ve sömürünün arkasında, kendilerini ‘medeni Dünya’ soytarılığına kaptırmış ABD ve Avrupalı soyguncu katiller var.
‘Allahü Ekber’ nidaları ile şeytanlardan satın aldıkları silah ve mermilerle birbirlerini yok etmeye çalışan, alın terlerini, emeklerini ve artı değerlerinin tümünü Şeytanın tüccarlarına akıtan ve onların refahına katkı yapan uyuşturulmuş, aklı çalınmış toplumlar kendini yokluğa ve yoksulluğa mahkûm ediyor.
Şeytanların, İblislerin kucağında oturarak, Ortaçağ sloganları atarak birbirlerini yok ederek Cennete gideceklerini sananlar, böyle davranırlarsa değil Cennet, bu Dünya’da mezar yeri bile bulamayacaklardır.
İnsanlık kendi ‘ahir zamanını’ hazırlamak istemiyorsa, mazlumlar birbirleriyle değil, insani Şeytanlarla, İblisleşmiş toplumlarla mücadele etmelidirler.
Kul değil, köle değil, özgür olmanın, Millet olmanın, Ulus olmanın, Bağımsız olmanın ve İnsan gibi yaşamanın yolu, Şeytan’ın, İblis’in kucağında oturmaktan değil, Şeytansız ve İblissiz bir Dünya yaratmaktan geçiyor.
Ulusal onurunu kaybetmiş milletler, başkalarının kucağında yaşamaya çalışanlar, sonunda Tarihin kirli çöplüğüne mahkûmdurlar… 19.09.2016
Kişiler ve topluluklar bir işe başlarken çeşitli söylemlerde ve yakarılarda bulunurlar. Bir kısmı yücelerden bir şeyler umarken, kimileri de güç katıcı talep ve teşviklerle işe başlarlar. Özellikle tek tanrılı dinler Tanrı’ya yakarışla istedikleri sonuca ulaşacaklarına inanırlar…
Dogmatik düşüncelerin egemen olduğu toplumlarda çeşitli ritüeller yoluyla bazı kazanımların elde edileceği inancı yaygın benimsemedir. Dogmatizmi aşmış (özellikle Kapitalist ) toplumlarda ise, işe başlarken ilk düşünce maddi ne gibi çıkarlar elde edileceği düşüncesi hâkimdir…
Uluslar ve Devletlerarası ilişkilerde kullanılan dil ise daha farklı, daha gizemli ve ötelerden programlanmış olarak Uluslar sofrasına sunulur. Bu sunum genellikle Emperyalist Sömürgeci Devletler tarafından dile getirilir ve genelde de ’dikte etme’ biçimindedir. İstenilen genellikle saklı tutulur ve günü geldiğince fatura önünüze uzatılır…
Türkiye-ABD, Türkiye AB ilişkilerine dikkatle bakınız; ilk karşılaştığınızda tokalaşmadan, nefes almadan ilk sözleri ‘Demokrasi’dir. Arkasından hemen ‘İnsan Hakları’nı eklerler.
Her iki kavram da, günümüz Dünyasında reddedilmeyecek değerdedir. Her kişinin, her toplumun insani bir yaşamı oluşturabilmesi için bu iki değere sahip olması gerekir. Ancak dikkat edilmesi ve uygulanması gereken hareket, bu kavramların sözlerde ve ceplerde kalmaması, ihtiyacı olan kişi ve topluluklara samimi olarak iletilmesidir. Şayet bu değerleri kendinde menkul tutuyorsan karşında bulunanlar için hiçbir yarar sağlamaz…
Yaşadığımız devirde hiç kimsenin reddedemeyeceği bir gerçek var ki; sürekli ‘Demokrasi’ ve ‘İnsan Hakları’ sakızı çiğneyen devletler, Dünya’nın tüm zenginliklerini emerken, Demokrasi ve İnsan haklarından yararlanmak isteyen toplumların önüne de her türlü bariyeri örmekten geri kalmıyorlar.
Yoksul ve gelişmemiş toplumlar karşısında sırıtarak Demokrasi ve İnsan hakları sakızı çiğneyenlere sormak gerek:
Kore’de ne işiniz vardı? Neden bu ülkeyi ikiye böldünüz?
Vietnam’da ne işiniz vardı? Bu ülkeyi neden parçalamıştınız?
Afganistan dağlarına tavşan avlamaya mı gittiniz? Irak Petrollerinin, Libya petrollerinin kaç milyon variline göz koydunuz?
Cezayir’de, Tunus’ta ne arıyordunuz?
Suriye’den neyi almak istiyorsunuz?
Arap Baharının temel amacı neydi?
Türkiye’den koparmak istediğiniz ne?
BOP projenizin içinde hangi yıkım plânlarınız vardı?
Bu ülkelerin halkları bu soruları size tarih boyu soracak ve bir gün faturasını mutlaka size ödetecektir!
Yetmiyor bu kadar soru: NATO, CENTO (daha sonra Bağdat Paktı), SEATO gibi kuruluşları hangi gizli emelleriniz için oluşturmuştunuz?
Bu antlaşmalarla sömürgeci devletlerin kasasına ne kar zenginlik akıttınız? Kaç milyon emekçinin haklarını gasp ettiniz?
Maşa olarak kullandığınız El-Kaide, El-Nusra, Hizbullah, IŞİD, PKK, PYD gibi daha bir sürü terör örgütü neden sizlerin ismi ile anılıyor?
Herhalde Demokrasiyi, İnsan Haklarını çok sevdiğiniz için olmalı!
Askerinizle, topunuzla, bombalarınızla, uçaklarınızla perişan ettiğiniz ülkelerin insanlarına Demokrasiyi, İnsan Haklarını, Hukuku mu götürdünüz, yoksa kan, gözyaşı, ölüm ve yoksulluğu mu götürdünüz?
Dünya’nın neresinden pis kokular gelse, orada sizin postallarınızın, kirli ellerinizin izi var! Girdiğiniz her yeri kirletiyorsunuz, aracı olarak kullandığınız insanlığını yitirmiş katillerle insanlara korku salıyorsunuz!
Başta ABD, İngiltere ve Fransa olmak üzere, tüm sömürgeci vampir artıkları, salya akan ağzınızda Demokrasi, İnsan Hakları, Hukuk, Eşitlik gibi kavramlar değerini yitiriyor.
Sizin besmeleniz sahte. Sizin Sahte Demokrasi, Özgürlük, Hukuk, İnsan hakları söylemlerinizin arkasında, Savaş, Silâh, Tank, Top, Bomba, ölüm ve kan var, çıkarlarınız var!
İnsanlığın Tarih boyu uyuyacağını, sizlere boyun eğeceğini zannetmeyin. İnsanların beyinlerine doldurduğunuz uyuşturucular, bileklerine taktığınız kelepçeler, ayaklarına vurduğunuz prangalar bir gün boynunuza geçebilir.
Unutmayın, güç sınırsız, sonsuz ve ilelebet değildir!
Bir gün Tarih başka türlü de yazılabilir!
“Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır.” Böyle diyordu Devlet adamı ayağına yatmış, güç sarhoşluğuna düşmüş burnu havada siyasetçilerimiz, kimi yöneticilerimiz…
15 Temmuz gecesi yaşadığımız, ne olduğu pek belli olmayan kalkışma, işin hiç de öyle olmadığını ve Türkiye’nin bazı tehlikelere hâlâ açık olduğunu gösterdi…
Anlaşılıyor ki; Ülkede siyasi ve Bürokratik yetkiyi elinde tutanlar, yönetmeye talip oldukları, kimi mevkilerini işgal ettikleri Türkiye’yi yeterince tanıyamamışlar.
Belki tanımışlardır da, foyalarını ortaya çıkaran eski dost ve ortaklarından böyle bir ihanete uğrayacaklarını tahmin edememişlerdir.
Darbeler ve darbe teşebbüsleri Türkiye’nin son Yetmiş yılını yedi bitirdi. Darbeler, toplum üzeride uyguladığı akıl almaz baskı yöntemleriyle, çeşitli ayrışmaların, karşıtlıkların nedeni ve etnik terörün kışkırtıcısı oldu. Darbeler ve terör birbirini destekleyen havuza dönüşürken, ülkenin sosyal, siyasal ve ekonomik değerlerini yutan canavarlar görevini yaptılar, halende bu görevlerini sürdürüyorlar. Cumhuriyetin çağdaş artı değerlerini, aydın insan zenginliğini yok ettiler ve ülkeyi karanlığın ve nefretin içine ittiler...
15 Temmuz darbe girişiminde bulunanlar o kadar acemi ve başıbozuk davranıyorlar ki; yargılanacakları mahkemede ne diyecekleri konusunda şaşırmaları ve kendi içinde tutarlı bir savunma yapmaları bile zor görünüyor. Şayet bu darbe girişimi tiyatroda oynanan bir oyun olsa idi daha tutarlı, daha disiplinli ve daha anlaşılır oynanırdı. Belli ki, kendi içinde uyumlu bir amaç, program, strateji ve taktikten yoksun derlenmiş acemiler mangası bir hareket.
Hiyerarşi ve disiplinden yoksun gözüken darbe heveslilerinin hareketi başarıya ulaşamadı. ‘Parmağım kör gözüne’ mantığıyla yapılan bu hareketin Türkiye’ye ve insanlarımıza verdiği ve gelecekte sebep olacağı zararı şimdiden hesaba dökmek oldukça zor. Bu hareket sonucunda asıl faturayı ödeyenler yine yoksul çocukları oldu. Öldürüldüler, dövüldüler, kendi halkı tarafından yerlerde sürünerek, linç girişimlerine maruz kalarak, hakarete uğrayarak onurları kırıldı. Belki, bu zamana kadar çok güvendikleri Cumhuriyet Ordusuna ve halkına olan güvenleri ve sevgileri sarsıldı.
Ülkemiz için çok kötü olan bu hareketin, bazıları için oldukça faydalı olacağı ve geniş hareket alanı açacağı muhakkak. Olay, ilk saatlerinden itibaren siyasal ve dinsel şova dönüştürüldü. Sabah akşam camilerden yapılan çağrılar, sürekli okunan ezan ve Selâ ile toplum sokağa çıkmaya çağrılırken, Türkiye Haçlı taarruzu ile karşı karşılaşmış gibi bir his uyandırıldı.
Kalabalıkların, emir altındaki ve hiçbir şeyden haberi olmayan erlere saldırmaları, attıkları din motifli sloganlar ve IŞİD türü davranışlar, Türkiye’nin geleceğinin barışa epey uzak olduğunu gösteriyor.
Türkiye’yi bekleyen bir tehlike de, Mecliste AKP oylarıyla kabul edilen ‘Torba’ türü yasalar gibi, torba türü suçlamalar sonucu olayla hiç ilişkisi olmayan, sadece AKP iktidarından hoşnut olmayan suçsuz yurttaşlarında, tarafsızlığı tartışma götürür mahkemelerde, sözde yargılamalarla zindanlara doldurulma tehlikesidir.
Kimi akılsızlar Askeri darbe peşinde koşarken, AKP iktidarı da boş durmuyor. Birçok hâkim ve Savcıyı FETÖ örgütü üyeliğiyle suçlayıp tutuklarken, binlerce Hâkim ve savcı da tutuklanmak ve meslekten kovulma korkusu yaşıyor. ‘Torba Yasa’ taktiği burada da işletiliyor. Sonuçta, suçlu insanlar dışında, suçsuz insanlarında mağdur edilmeleri söz konusu olacak gibi görünüyor. Suçluları ayıklama konusunda dikkatli davranılmalıdır.
Bir başka ilginç görüntü; Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay Başkanı dâhil, birçok üst düzey komutanın yaverlerinin darbe teşebbüsünün içinde olmalarıdır. Yıllarca beraber çalıştıkları kişilerden haberleri olmayanların, ülke yönetimini sağlıklı yürütmeleri gelecek konusunda endişe yaratmaktadır.
Bu tür girişimler, tarafsız düşünce içinde etraflıca araştırmalı nedenleri tek tek ortaya konmalı ve tedbirler ona göre alınmalıdır. Nedenleri sorgulamak, ortadan kaldırmak yerine, sonuçları siyasi çıkara dönüştürmekten kaçınılmalıdır. Görüntüler böyle bir tehlikeyi işaret ediyor.
Cumhurbaşkanının yakınına ait bir cenaze töreninde ağlamasını insani buluyorum. Ancak Cumhurbaşkanı cenazelerde ağlamak yerine, ‘biz bu ülkeyi On Dört yılda neden tam düzlüğe çıkaramadık, neden geçmiş yıllardan beter duruma getirdik’ diye düşünmesi ve ona göre çalışılacağını, bu ülkede insan katliamlarının olmayacağını, darbe nedenlerinin mutlaka ortadan kaldırılacağını ve On Dört yıldır yapamadıkları için toplumdan özür dileseydi daha müspet bir gösteri yapmış olurdu.
Bu hareketle Türkiye’nin bilinen bir gerçeği daha yaşandı. Bu ülkeye, sağ iktidarlar, göbekten dışa bağımlı yönetimler özgürlüğü ve Demokrasiyi getiremezler. Tarikatların, cemaatlerin okullarında, medreselerinde okuyup, tarikat şeyhlerinin, mollaların önünde diz çöküp tedrisatından geçen yönetenlerce bağımsızlık korunamaz, özgürlük ve Demokrasiye ulaşılamaz.
Bu ülkenin, darbe yönetimine ve yöneticilerine, Ayetullahlara, Fetullahlara, Tarikat ve Cemaat sistemlerine isteği de ihtiyacı da yoktur.
Bu ülkenin bağımsızlığa, Hukuka, eşitliğe, özgürlüğe, birlikte yaşamaya, İnsan Haklarına, Atatürk ve Cumhuriyet ilkelerine, devrimlerine inanmış, gerici bağnazlıktan arınmış, bilimin ışığında yürümeyi ilke edinmiş yöneticilere ihtiyacı var.
Ülkemiz bu konuda oldukça zengin. Yeter ki halkımız gözünü açsın, aklını ve zekâsını doğru kullansın! Yeter de artar bile.
DİRENDİĞİN KADAR
ABDULLAH AYDIN
Abaydinn42@hotmail.com
Canlılar; Doğa, Çevre şartları ve diğer canlılarla olan ilişkilerinde ne ölçüde dirençli, sezgileri ne kadar güçlü ise, yaşam alanında da o ölçüde yer bulurlar.
İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak, duygu, düşünce, bilgi ve eylem çeşitliliği avantajı ile daha geniş bir hayat alanına sahiptirler. Bilgiyi, iletişimi ve tepkiyi geliştirdikleri oranda da yaşam alanları genişlediği gibi, yaşam standartları da genişlemekte ve gelişmektedir…
Direniş bir hak arama yöntemidir; İnsani, Hukuki ve Demokratik bir haktır.
Direnişler zaman zaman sözlü, zaman zaman yazılı, kimi zaman da fiziki olabilir; Siyasi olabilir, Sosyolojik olabilir. Demokratik çerçevede oluşturulacak direnişler mutlaka Hukuki temele ve gerekçelere oturmalıdır.
Toplumsal yararlara, Hukuki temellere, Demokratik teamüllere uymayan direnişlerin varacağı sonuç karmaşadır, kavgadır. Haklı temellere oturmayan, kavga ve gürültüyle elde edilen kazanımlar topluma yarar getirmeyeceği gibi, kalıcı da olmazlar…
Direnişler genelde egemenlere, sömürgecilere ve yaptırım gücü olan kurumlara karşı yapılır. Yaşadığımız ortamda bizim direnme hakkımız var mı? Var! Hem de sayılamayacak kadar çok konuda var. O halde direnmek zorunda olduğumuz noktalar nelerdir?
Her türlü Hukuki haksızlıklara, Hukuk dışı, Demokrasi dışı baskılara karşı…
Hırsızlığa, rüşvete, haksız kazanca, kamu makamları ve yetkilerinin çıkar yolunda kullanılmasına…
Türkiye’yi yağmalayan ve yağmalatanlara karşı…
Yolsuzluğa, yoksulluğa, yasaklara, yalana, yılgınlığa ve yobazlığa karşı…
“Çok net söylüyorum, benim evlatlarım böyle bir yolsuzluğa karışsın, bir saniye yanımda tutmam, evlatlıktan reddederim” dedikten sonra: Oğullarını ev temizliği için uyaranlara karşı…
“Biz bu milletin yöneteni değil, hizmetkârıyız” demesine, politik girişinde parmağındaki yüzüğü göstererek “ siyasi hayatımda bundan başka servetim olursa benden hesap sorun” demesine rağmen, geldiğimiz tarihte Dünya’nın en zengin siyasetçilerinden biri olduğu söylenenlere karşı…
Ülkede egemen kılınmaya çalışılan din taassubuna, dini motiflere kamu yönetimine sokmaya çalışanlara ve Arap geleneklerini Din diye yutturmaya çalışanlara karşı…
Yönetenlerin, yurttaşlar arasında taraflı davranışlarına; toplumu sizden bizden diye ayıran siyaset hokkabazlarına karşı…
Ülke Hukukunu allak bullak edenlere, Hâkimlerin, Savcıların, Mahkemelerin tarafsızlığını ortadan kaldıranlara ve ülkeyi her türlü haksızlığın yaşandığı karanlık bir dehlize çevirenlere karşı…
Fırıldak gibi dönen, mevki ve menfaat peşinde, ikbal peşinde koşan, “Harun gibi geldiler, Karun oldular” demesine rağmen, bir müddet sonra Karun’lara sığınan ilkesiz siyasetçilere karşı…
Cumhuriyetin ekmeğiyle büyüyüp makam, mevki ve servet sahibi olup, bağımsızlık mücadelesine, Cumhuriyete, Devrimlerine ve Lâikliğe karşı savaş açanlara, dindar Anayasa peşinde koşarak Ortaçağ karanlığına selam gönderenlere karşı…
“Osmanlı’dan sonra Türkiye’de bir zulüm tarihi oldu” diyen, künyesinin başına Profesör yazılmış gerçeklerden uzak zavallı inkârcılara karşı…
Terörü kışkırtıp besleyen, her türlü lojistik desteği veren Uluslar arası silah tekelleri ve onları koruyan yapılara… Hem silah ticaretinden büyük kazançlar sağlayıp, hem de yalandan ‘Barış’ çağrısı yapan sahtekârlara karşı…
Ülkemizde ve Dünya’da akan kana, kaybolan canların yaşam hakları ve gelecek kuşakların barış ve refah içinde yaşamaları için sürekli haykırış ve direniş gereklidir…
İnsan ve Yurttaş hakları için, haksızlıklar ve yalanlar, taraflı uygulamalara karşı, toplumumuzun ve ülkenin istikbali için direnmek Hukuki bir haktır, İnsani bir görevdir. Direnme hakkını kullanmayanlar, nemelâzımcılar, aptal aptal seyredenler yurttaşlık ve insanlık haklarından vazgeçmiş veya başkalarına devretmiş demektir… Ancak direndiğimiz kadar hayat bulabiliriz…
Yazımızı Fatih Sultan Mehmet’in Beş Yüz Elli yıl önce söylediği bir sözüyle bitirelim: “Kadıyı satın aldığın gün, Devlet ölmüş demektir”.
Kendimizi de, Devletimizi de Hukuk içinde yaşatmak asli görevimiz olmalıdır!
TARİHİN YALANLA TERCÜMESİ
Yanlış politikaların sonucu, Türkiye’nin etrafına Siyasal ve Ekonomik duvarlar örülüyor. Bu dışlanma giderayak her türlü izolâsyona ve tecride dönüşecek özellikler taşıyor.
Türkiye AB’ne girmeye çalışırken, en büyük destekçisi olduğuna güvendiği Federal Almanya Parlamentosu tarafından adeta yumruklanıyor, hedef gösteriliyor. Gerekçe olarak; ‘Osmanlı döneminde Türk’lerin Ermenilere soykırım uyguladığı’ ileri sürülüyor.
İddiaların gerçeğini anlamak için Türk’lerin tarihine iyi bakmak, doğru okumak gerekir.
Birçok araştırmaya göre Anadolu yerleşikleri ve Türk’ler, Avrupa Ulusları arasında en karmaşık gen yapısına sahip bir topluluğu oluşturmakta, renginden fizik yapısına kadar farklılıklar göstermektedir. Nedenlerin başında; Anadolu’nun tarih boyunca istilalara, göçlere ve göç yollarına açık olmasıdır.
İTÜ Öğretim üyesi Timuçin BİNDER araştırmalarının sonucunda, Türklüğün ırka bağlı olmayıp, Kültürel kimlik olduğunu savunmaktadır.
Ancak bu soyutlama tanım, bir Ulusu, bir sıfatı tanımlamak için yeterli olmayıp, biraz yüzeysel ve dayanaksız kalıyor. Her milletin ırksal bir dayanağı olduğu unutulmamalıdır. Timuçin Binder araştırmalarında, Anadolu Türk’lerinin genetik olarak Orta Asya Türkî halklarından çok, Balkan ve Ortadoğu uluslarına daha yakın olduğu savını ileri sürüyor.
Amerika’lı gen araştırmacısı Nancy TOUCHETTE, Moğolistan’da 2000 yıllık mezarlarda yaptığı araştırmasında, Türk’lerin Hun DNA- Gen yapıları ile aynı yapıda olduğu sonucuna varmıştır.
Anadolu Türklerinin gen yapısı Uygurlar, Özbekler, Kazaklar ve kısmen Moğollarla uyuşmakta, bu uyuşma Anadolu’da Türkler açısından gen zenginliği sağlamaktadır. Aynı zamanda, Anadolu Demografik yapısı, insanlığın bölgeler ve kıtalararası hareketlere açık topraklar olduğu için, Gen akışında da çeşitlilik gösteren topraklar olmuştur.
Ve kimi araştırmacılara göre de, Anadolu’daki halk yapısı Homojen değil, Heterojen bir yapıdadır görüşüdür.
‘ANADOLU İnsanının gen yapısı neden bu kadar karmaşık’ diye sorulabilir:
İlk Çağ boyunca Asurlular, Hititler, Helenler, Frigler, Traklar, Medler’in yaşadığı Anadolu toprakları, Oğuz Türklerinin Asya’ya taşınmaları sonucu ırklar koalisyonuna ortak olmuşlardır. Malazgirt savaşından sonra da Türklerin Anadolu’ya göçleri daha da hız kazanmıştır.
XIV. Yüzyılda Macaristan ve Fransa’dan, IV. Yüz yılda Sicilya, Venedik ve Bavyera’dan kovulan Yahudiler kurtuluşu Osmanlı topraklarında aramışlardır.
Avrupa’dan kovma ve kaçış durmamış, XVI. Yüz yılda da sürmüş, Polonya, Portekiz, İtalya, İspanya ve Rusya’dan Osmanlı topraklarına 150.000 Yahudi göç etmiştir.
Arkası gelmeyen Anadolu’ya göçler XIX. Yüz yılda da devam etmiş, Rusya’dan ve Kafkaslardan kovulan ve kaçan Çerkez ve Gürcü grupları da yaşam haklarını Anadolu’da Türklerin yanında bulmuşlardır.
Dünya İnsan sirkülasyonuna bu kadar açık yaşamış bir toplum, ne yazık ki; kimi bilinçli, kimi bilinçsiz olarak ‘Soykırımcı’ olarak suçlanmaktadır. Bu suçlamanın baştan aşağı siyasi olduğunu, bir ulusun varlığına yönelik olduğunu, yüz yıllık bir intikam duygusundan kaynaklandığını, soykırım iddiacısı olanlar da, iddianın lehine oy verenlerde biliyorlar.
Şayet Türkler soykırımcı olsalardı, Bin yıldır yaşadıkları Anadolu ve Trakya topraklarında farklı ırktan, farklı inançtan bir tane insan kalır mıydı?
Şayet Türkler soykırımcı olsalardı, Avrupa’nın çoğu ülkesinde kovulan, bilimde ve ticarette başarılı olan Yahudiler, canlarını Anadolu’ya, Türklere atarlar mıydı?
Bu kadar gen karıştığı bir milletin ‘ırkçılık ve soykırım’ la suçlanması Tarihi yanlış okumaktır, tarihsel bir yanılgıdır.
Federal Almaya Parlamentosunun aldığı (Türkler Ermenilere Soykırım uyguladı) kararı baştan sona siyasi bir karardır ve Tarihin yalanla yazmaya çalışmaktır. Bu kararla Almanlar kendilerini suç ortağı aramakta, suratlarına yapışık kalan ırkçılık ve şovenizm utancını perdelemeye çalışmaktadırlar.
Bu tasarıyı hazırlayıp sunan ve savunan, kabulü doğrultusunda itirazsız evet diyen Türk kökenli Alman Milletvekillerinin bilinçaltında ne yattığı ve genel hedeflerinin ne olduğu konusu etraflıca araştırılmalıdır. Edinilecek bu bilgi Türk Dış Politikasının ve Avrupa ilişkilerinin geleceğinin şekillenmesini belirleyecektir.
Alman Parlamentosunun kararı, Almanya’da yaşayan 3-3.5 Milyon Türk kökenli kalabalığın da hiçbir Siyasal ve Sosyal etkisinin olmadığının göstergesidir.
Tarihe yanlı ve yanlış not düşmek, yazılı tarihi tersten okumaya çalışmak, okuduğunu da yanlış ve yanlı tercüme etmek Tarihe ihanet olduğu gibi, İnsanlığa da ihanettir, düşmanlıktır
Tarih yalanla, yanlışla, düşmanlıkla ve çıkar hesaplarıyla yazılmaz. Tarihte ‘insanlık suçlusu’ olarak damgalanan ilk millet Almanlardır. Boş yere kendilerine suç ortağı aramasınlar…