MEMLEKETE HOŞ GELDİNİZ

   
  Ordu Değişim Gazetesi
  Gürsel Yıldırım
 


 



 

 

 
 

 

HADİ BOYAYALIM

     Gürsel Yıldırım

    Nereyi mi ?

     Tüm Türkiye ' yi .

     Baştan aşağı .

     Örneğin ; maviye !.. Mavi , gönül rengidir . İçine girdiğinizde sizi kucaklar , sımsıkı sarar . Gökyüzü mavidir . Deniz mavidir . Başınızı kaldırdığınızda sevdanın rengi , koca bir benek halinde yüreğinize dolar . Kendinizi denizin maviliğine bıraktığınızda , yüreğinizin enginliğine erişirsiniz .

     Bakın  yüreği kin dolu insanlara ; mavili giymezler .

     Örneğin ; kırmızıya !.. Kırmızı , heyecanın rengidir . Elinizi tutuşturur .Gözlerinizde şimşekler çakar . Ülküleriniz , şafağın alacasında toplanıp ülkenin üstüne kırmızı olarak doğar . Akşamın batışı da öyledir . Ufkun kızıllığı , sabahın aydınlığını müjdeler .

     Bakın bakışı karanlık dolu insanlara ; şafaktan korkarlar .

     Örneğin ; yeşile !.. Yeşil , gönül rahatlığının rengidir .

     Örneğin ; sarıya !.. Sarı , kendine güvenin rengidir .

     Kahverengine ; efendiliğin rengidir .

     Turuncuya ; bağlılığın rengidir .

     Mor , pembe , erguvani , siyah , lacivert ...

     Ve hepsini kucaklayan ; beyaz !..

     Alın fırçanızı elinize ; kapınızın önündeki basamaklardan başlayarak ; birer birer , rahat rahat , birilerine inat ve inanç içinde boyayınız . Çünkü renkler , bizim güzellik dolu dünyamızın dışa vurumudur .

     Boyalı merdivenlerde yürüyünüz . Boyalı sokaklarda . Korkaklar ve hainler , renkleri sevmezler . Hele faşistler , diktatörler renklerden hiç hoşlanmazlar .

     Renklilik çeşitliliktir .

     Renklilik özgürlüktür .

     Renklilik bir türe bağlı olmamaktır .

     Onun için toplumuzun egemenleri renkleri , renkli düşünceleri , renkli davranışları beğenmezler . Onları Gezi Parkı çocukları olarak görürler ve endişelenirler .

     Bilmezler ki , bütün renkler bağımsız ; ancak beyazda beraberdirler .

     Beyaz ; saflığın , var olmanın , kendini ifade etmenin rengidir .

     Diktatörler , krallar , şer cambazları beyazdan korkarlar . Bilirler ki , beyazı zincirlemezlerse , içinden diğer renkler fırlayacaktır . Ortalık renk renk olacaktır . O zaman kül rengine saklanmış yüzleri , ifadesizlikten yitip gidecektir .

     Hadi beyler !

     Hadi bayanlar !

     Hadi gençler !

     Hadi muhalefetin renkli simaları !

     Alın elinize fırçaları ; Ordu ' yu boyayalım .

     Renk renk ; fırça fırça !

     Renklere basmaktan korksunlar . Sokaklarda gezmekten çekinsinler .

     Yoksa  uzayın " Kara Delik " i bizi yutup , içine alacak .

yildirim.gursel@gmail.com

DOĞU ‘ YA SEFER

 

 

     Batı ‘ nın canı sıkılıyor .

     Kendi sınırları dışındaki dünyayı , kendine hizmet edecek köleler olarak değerlendiriyor . Amerika ‘ yı keşfetmeden önce Avrupa içindeki kölelik – efendilik mücadelesinde her zaman yönettiler ; yetmedi gladyatör olarak da kullanarak zevklerini tatmin ettiler . Saraylarının muhteşem görüntüleri için sanatçıları kullandılar . Ama elbette duyguyu yönetemediler .

     Zaman geldi ; köleler ayaklandılar . Sanatçılar ruhlarından coşan duygularla özgürlüğü ifade etmeye çalıştılar .

     Kendilerine saldıran , mağlup oldukları ırkları ya da ordularını , uygarlığın düşmanı olarak tarihe sunmaya çalıştılar .

     Hıristiyanlık ön plana geldi .

     İslam ‘ a karşı oldular .

     Orta Doğu , Uzak Doğu derken uzanmadıkları coğrafya kalmadı . Sadece askerleriyle değil , kültürlerini de egemen kılmaya çalıştılar . Atadıkları serfler , valiler , senyörler ta Avrupa ‘nın temsilcisi olarak oralarda hüküm sürdü .

     Amerika yerlilerinin , Afrika zencilerinin yaşadıklarını ne kadar saklasalar da tarih onları affetmeyecek . Ama halen süren bilim , teknoloji , kültür egemenlikleri bu ayrımı görmeyi engelliyor .

     Dünyanın öteki ülkeleri ne yapacaklarını bilemez halde didinip duruyorlar . Azıcık kendilerine gelenleri ise bilinen yöntemlerle bölüp , birbirine düşürüyorlar . Mezhep kavgaları , toprak dağılımı , demokrasi söylemi , ekonomik sömürü , gelir farklılığı … hep kullandıkları yöntemlerdir . İşlerine gelmeyen her coğrafyada , bu yöntemleri kullanarak karışıklık çıkarmak ve sonra yardımseverlik adına el uzatmak en iyi bildikleri uygulamadır .

     Yaşadığımız coğrafyada sürdürülen Arap Baharı , Orta Doğu Projesi gibi senaryolar , hep , Batı ‘ nın düzmece oyunlarıdır . Ne yazık ki devlet olabilme , kültürünü tamamlamış olma , toprağına sahiplenme , tarih birliği , gelecek arzusu gibi ortak sevdalardan uzak , bizim coğrafyamız bu oyuna kolayca gelmektedir .

     Ülkemiz de bu çıkmazın içine gün be gün sürüklenmektedir .

     Muktedir olma , hırs , öfke , tanımamazlık gibi hastalıklara bulanmış siyasi yöneticilerimiz , bu ayrımın farkına varamamaktadır .

     Ülkemizin  tarihin derinliklerinden gelen kültürü , egemenlik duygusu , bütünlüğü bu zorluğu aşacak güçtedir . Yeter ki kendimize saygı duyalım ve ortak yaşamı sözcüğümüze yerleştirelim .

     Dini değerlerimizi de siyasetin oyununa sokmayalım .

     Yaşam bir değerler bütünüdür . Herkesin yaşamına saygı duymak , değerlerine de saygı duymak anlamına gelir . Hiç birimizin değeri , diğerinden üstün değildir . Demokrasiyi  bu değerlerin ortaklaşa yaşandığı yönetim biçimi olarak görmeliyiz .

     Belki de Gezi Parkı olayları ve dünyanın dört yanındaki çıkışlar , yeni nesillerin , yaşamlarına müdahale etmenin karşı çıkışıdır . Bunun farkına varmalıyız . Siyasilerin başlarını kuma gömmeleri yerine , kafalarını kaldırıp bu karşı çıkışı iyi değerlendirmeleri gerekir .

     Doğu ‘ ya sefer , Batı ‘ nın aklını başına devşirmesiyle rotasını bulacaktır . Biz de Doğu  limanına demir atmış gemimizin rotasını iyi belirlemeliyiz .

     Rotanın yolu bilimdir , akıldır , çağdaşlıktır .

     Denenmiş limanlarda gezinmenin anlamı yoktur .

     Yelkenlerimizi ülkemizin esenliği için dolduralım ; Ha gayret !..

 

yildirim.gursel@gmail.com

HER ŞEY NORMAL

 

 

     AKP ‘ nin İstanbul mitingine yetişmek için ya da yetiştirmek için 50 km.yi gösteren trafik işaretinin üzerine çuval geçirilmiş !

     Normal .

     Askerlerimizin başına da çuval geçirildiğinde susmuştuk .

     Normal .

     Füze rampaları yerleştirildi . Her ne kadar kimin için , niye diye merak ettik ama yanıtlayan olmayınca balık hafızamız sustu .

     Normal .

     Hakkari ‘ de vurulan vatandaşlarımızın cenazesine devlet büyüklerimiz katılamadıysa bile PKK yandaşlarının gösterileri ekranları doldurdu . Hesabı kime , nasıl soracaktık , bilemedik .

     Normal .

     Seçilmiş milletvekilleri adı konmamış , dokunulmazlığı kalkmamış durumda Silivri ‘ de yatıyor . BMM ‘ deki arkadaşları da uslu uslu seyrediyor .

     Normal .

     Reyhanlı ‘ da dış saldırıyla öldürülen insanlarımızın durumunu merak ediyorduk . Yanıtı ABD ‘ye giden Başbakanımızdan geldi . Ankara yanıtlayacak değildi herhalde .

     Normal .

     Evlilikte kaç çocuk sahibi olacağımız Hükümetçe belirlendi . Vatandaşlarımız buna göre bir ayar çekiyorlardır elbette .

     Normal .

     İçki içmenin kötülükleri üzerine nutuk çekilirken mutedil vatandaşlarımız bile endişelendi . Ya içmek gereği doğarsa !

     Normal .

     Gezi Parkı ‘ nda üç dil bilen genç arkadaşımız , nasıl çapulcu olduğunu merak etmiş . Bakanlarımızın kaç dil bildiğini öğrenmeye kalmış . Sen misin bunu yapan yaka paça sürüklenerek …

     Normal .

     Çocuğunu TC İlköğretim Okulu ‘ nda okutmak isteyen veliler , okul levhasında İmam Hatip yazısını görünce isyan etmişler . İlgililer ise açıklamada bulunurken demişki …

     Normal .

     Fenerlisi , Beşiktaşlısı , Galatasaraylısı bir olmuş , kolkola yürümüşler . Beraber marşlar söylemişler . Yetkililer hayret etmiş . Biz bunları kanunlarla bile bir araya getiremezken …

     Normal .

     Orduspor düşmüş . Düşme hattındaki ilk on sıranın takımlarının gayretine bakınca …

     Normal .

     Karadeniz ‘ de balık nesli tükeniyormuş . Kardeşim sen trolle avlanırken , yaptığın katliama hiç baktın mı ?..

     Normal .

     Bankadan kredi koparan soluyğu Ege ‘ de alıyormuş ..

     Normal .

     Fındık bahçesinden destek kredisi alan çiftçi çok memnunmuş ..

     Normal .

     Bir siyasiyi ayakta karşılamayan memur , sürülmüş …

     Normal .

     Ali Ağaoğlu , Ordu ‘ ya el atmış . Allah ‘tan sadece el atmış . Atına binip Çambaşı ‘yı bir dolaşsın hele , o zaman görürüz .

     Normal .

     Peki kardeşim ; bu ülkede normal olmayan bir şey yok mu ?

     Mesela , hukuk normal mi ?

     TV ‘ ler normal mi ?

     Tomalar normal mi ?

     Gazeteler normal mi ?

     Hani diyeceğim odur ki  ;

     Muhalefet normal … de !..

     İktidar normal mi ?...

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

     KONUŞTUKÇA BATIYOR

 

     Ayrana müptela oldum olalı başka bir insan oldum dostlar ; beşeri duygularım şaştı , insani yapım bir hoş oldu !

     Ağacı gördüm mü yaprak , yaprağı düşününce inekler usuma gelmeye başladı . Rüyalarımın akışı inek üzerine kurulu olmaya , çevremi ineklerle dolu görmeye başladım .

     Sonra ayranlı şiirler dilime dolandı . Minarelerden vazgeçtim , AVM 'ler sardı düşlerimi . Nerde bir alan , nerde bir orman görsem , hemen yakıp yıkıp " inşaat ya usta ! " demeye başladım . Evde de alışmışım . Hanım da , çocuklar da alışınca onlarda tersane , hastane inşaatlarına başladılar .

     Galiba birileri bana  " Yürü ya kulum ! " dedi .

     Ben de yürüyorum .

     Ulusal bayramlarda yürümeye başladım . Soluğu Uzak Doğu' da aldım .

     Reyhanlı ' da Cumhuriyet 'in en kanlı katliamı oldu . ABD ' ye yürüdüm.

     İnsanlar  " Gezi Parkı " dediler ; baktım , uçağım Tunus semalarında .

     Yürüyorum .

     Kimse sormuyor ; Yahu bizim boşbakan nerede ?

     Aslında , bana soranlara bakıyorum ; bu kez  " Yanbakan " diyorlar . Nasıl bakacağımı onlardan mı soracağım sanki ! Beni seçtiler . Seçince , bilmiyorlarki demokrasi böyle işler .

     Akil insanlar görevlendirdim ; memleketin sorunlarını çözsünler diye . Geldiler , benden akıl aldılar . Bu memleket tuhaf doğrusu . Yol arkadaşımı Cumhurbaşkanı yaptım . O da zannetti ki , ben hakikaten cumhurun başkanıyım . Kardeşim , senin cumhurla işin ne ; sen bana bağlı başkansın .  Kalkmış , ben yürürken, sen " koşma " diyorsun . Sordun mu ? Yol haritan niye değişti ? Üç beç çapulcuya papuç mu bırakılır ? Onların karşısına milyon dikerim .

     Şu sanatçılar yok mu ; halkın sanatçıısıymış ! Ben şimdi tiyatroları kapatayım ; AKM ' yi yıkayım da görün anan ... ni !

     Bakın , içki meclisinizi dağıttım . Meyler şikest oldu , meyhaneler keş doldu !.. Ne Rize 'de , ne Siirt ' te içki içilmez . Ayran değilki içilsin . Yudumlanır . Mezeler masaya döşenir . Edep denilen şey , orada vardır . Bunlar işretin ölçüsünü kaçırınca , dayanamadım yasakladım; var mı ötesi !

     Evet ; sokaklar yürümekle aşınmaz . Üstat böyle söylemişti ama özür dilerim , ben ona " çoban " demiştim . Sürçü lisan ettim . Baş sağlığı dilemek için bile yanına gidemedim .

     Şimdi ben başbakan mıyım , neyim ! Kusuruma bakmayın . Geçenlerde boş bulundam , birkaç kitap karıştırayım dedim . Karşıma Dedem Korkut çıkmaz mı !  " Gölge veren tıknaz ağacın kesilmesi .. " şeklinde dua etmiş . " Türk düşüncesinde ağaçların rolü, doğuştan önce ruhların desteğini almak ve yaşam kaynağını bünyesinde toplamakla sınırlı değildir . Türkler en güzel görünen ağaçların altında gömülmeyi arzularlardı . Bu inanış tüm Türk dünyasında yaygındır . " ...

      Bir de Evliya Çelebi  çıkmaz mı karşıma ; bakın yediği naneye !  " ... 17. yüzyılın ortasında , 500 aşı ustasının ( esnaf - ı  aşlamaciyan- i  esçar - ı müsmirat )  İstanbul ' daki bahçelerde çalıştığını belirtiyor . Aşı ustaları , marifetlerini göstermek için aynı asmadan çeşitli üzüm veyaaynı dut ağacına yedi sekiz çeşit dut aşılamışlardı . Bahçecilik bilimi  ( Fünun-u bağbani ) konusunda 1570 yılında yazılmış Revnak-ı Bostan ( Güzel Bahçe )kitabında aşıcılıkla ilgili geniş bilgi bulunmakta ve sekiz çeşit aşı anlatılmaktadır ... "  diye yazmasın mı !

     Dayanamadım . Başbakanlık Osmanlı Arşivleri bölümünü açarken ufak bir işaret verdim . Herhalde bu tür yazıları kaldırırlar .

     Basına da işaret verdim . Her şeyi haber yapıp durmasınlar . Benim basınım özgürdür ama peşime düşülmesinden hiç hoşlanmam . Nedir kardeşim ; Avrupa bir yandan , Eset bir yandan , hele muhalefet denen zehir gurubu bir yandan !.. Yazın ama yıkılan TOKİ ' yi yazmayın mesela . Hatipleştirilen okulu yazın ama yürüyen velileri yazmayın . Gezi Parkı' nı yazmayın . Evlilik proğramları , Ilıcalı oyunları , çözümün başarı dolu süreçleri , polisimin şefkatli copu ve Apo ' nun boy boy fotoğraflarını koyun . Beni her daim gösterin .

     Parmağımı sallarken , ağzımı bozmuşken değil de oyuncak dağıtırken , namaza çökmüşken , makarna yerken , uçakta , karada , havada ... gösterin beni .

     Ben bu ülkenin başbakanıyım !...

     Ben bu ülkenin başbakanıyım !...

     Boş bulunmuşum . Yatakta bağırıyormuşum . Yorganı üstümden atıp , yastığı hallaç pamuğu gibi dağıtmışım . Çoluk çocuk başıma birikmiş . Ben yine bağırıyormuşum . Eşim kollarımdan tutmuş , çocuklar bacaklarıma oturmuş , komşular ağzımı kapatıyormuş ...

      Mahalle Karakolu' ndan bir polis  gelmiş . Eşimden özür dilemiş . Eve giderken  protestoculara sıkılan gazdan biraz etkilenmişim . Yani ben de nasibimi almışım . Sağolsunlar , ayran içirmişler . Galiba bu yüzden gece dağıtmışım ortalığı .

     Başbakanlık kim , ben kim ?.. Yalaka güruhundan olsaydım belki  " Bakan filan .. " olabilirdim . Ne bilem ki ..

     Kusuruma bakmayın . İnsan gazdan etkilenince , hele üstüne bir de ayran içince kendinden geçiyor .

     Kendimi !..

     Tövbe estafurullah !..

yildirim.gursel Q gmail.com

GARİP

 

     Bu sözcük kullanılırken iki değişik anlama da gelebiliyor . Genelde " Gurbette olup yalnız kalmış , kimsesi yok " anlamında ; ancak bazı olaylar karşısında " Hayret edilecek durumda, tuhaf şey " anlamında da kullanılıyor .

     Aynı ülkemizin durumu gibi . AKP iktidarıyla beraber yaşadıklarımıza bakarsak , hem garip bir durumdayız , hem de bulunduğumuz coğrafyada garip kalmışız .

     Aslında Cumhuriyet'in kurucu ilkelerinden uzaklaştıkça, özellikle Üçüncü Dünya ülkeleri bize garip garip bakmaktadır . Bizden neler beklerken onlara arkamızı dönmüş olmamız garipsenecek bir durumdur . 1980 sonrası iktidarların " Yeni Osmanlıcı " hülyası onları gittikçe bizden uzaklaştırmış , hatta giderek anlaşılmaz tutumumuz, bizi korkulacak ülke statüsüne getirmiştir . Kendimizi halâ 1915 öncesi imparatorluk seviyesinde görüyoruz . Balkanlarda , Filistin'de ; Arap çöllerinde , Kafkasta garip bıraktığımız soydaşlarımızı güya sahiplenerek yeniden hülyalar peşinde koşmaya çalışıyoruz .

     Çağımızın değişen yapısını bir türlü anlayamadık !

     Etrafımıza şöyle bir bakalım ; Rusya'dan başlayarak Kafkaslara kadar çember içine aldığımız sınırlarımızda bize dost gözüyle bakan , bizden her an endişelenmeyen hangi ülke var ? Kendimizi  " Güçlü Türkiye "  imajıyla kandırıp liderlik peşinde koşarken hep dostlarımızı kaybettik . Hep  " ezeli düşman " ve " ebedi dost " yaratmaya çalıştık . Müslüman diyerek uzattığımız elimize , Arap dostlarımız (!) bir türlü samimiyetle karşılık vermediler . Irak , Tunus , Libya ; Mısır ihanetlerine şimdi de Suriye'yi ekledik .

     Atatürk'ü rehber edinen Tunuslu dostlarımıza en büyük kazığı attık . Çadırında diz çöktüğümüz , Kıbrıs olaylarında uçak yakıtına yalvardığımız, kardeşimiz Kaddafi dediğimiz Libya'ya bombaları biz yağdırdık . Yardımına koşarken bize sırt çeviren ve uluslararası ilişkilerde bizi yok belleyen Mısır'da hiç önemsenmedik . Arap Baharı bir kâbus gibi üzerimize çöktü . Geldi şimdi Suriye'ye kondu .

      Ne yaptık ?

      Yazlıklarda konuk ettiğimiz Esad'ı , hain ilan ettik . İran'a karşı füze rampaları sıraladık . Irak'ı bölmek için Kürt oyununda rol almaya başladık . Bulgar seçimlerine el attık . Kosova'da güya boy göstermeye çalıştık . Yunanistan'daki soydaşlarımıza " müslüman " diyerek sahiplenmek istedik . Azerbeycan'ın hangi sesine kulak verebildikki !..

     Hangi Türki Cumhuriyetlerle toka yapabildik !

     Suriye sınırımız yol geçen hanı gibi ; teröristi de giriyor , yolcusu da . Eline silah alan istediği gibi at oynatıyor . PKK 'nın talimgahı olduk . Apo yol göstericimiz oldu ...

      Reyhanlı'da yüze yakın yurttaşımız öldürülmüşken Başbakanımız ABD yolcusu ; elinde Ortadoğu dosyası . Akıl almaya gidiyor . Beyzbol sopasını gördü ya ; kimbilir hangi planlarla geri dönecek . Birileri " Uluslararası arenada aktör olmak kolay değil " diyor .

    Ne aktör ya ; vatandaşı öldürülmüş , iktidar  yolun yolcusu durumunda.

     Garip kaldık dostlar , garip .

     Arkamızda kim var , göremiyoruz . Önümüz sis ile duman .

     Garip bir ülkede , garip bir iktidarın hükmünde , garip garip yaşıyoruz . Vatandaşımızın hali de garip . Hem sahipsiz , hem aldırmasız .

     Bu gidişin içinde bir gariplik var ya , Allah hayra yazsın .

yildirim.gursel@gmail.com

SANDALYELER AĞLASIN

 

     Görünüm korkunç ve ürpertici.

     Beyaz önlüğünü giydirip ellerini arkadan bağlıyorsun, yağlı ipi boğazına geçirip sandalyeye çıkarıyorsun.

     Ve bir tekme .

     Sabah aydınlığını bile göstermeden .

     Kıyılan üç can .

     Siyasetin canavarca hisleri . Öc , intikam , acımasızlık !..

     Ölenler her yıl , öldürüldükleri yıldan başlayarak çoğalıyorlar . Sanki ölüm ekilmiş bu topraklara da , yeniden .. yeniden filiz veriyorlar . Bazı ölümler son değil . Hele vatan uğruna , bir erek uğruna baş koyularak varılan ölümler !

     Bu vatan toprakları bu tür ölümleri çok kokladı , çok yaşadı . Ama o ölümler hep diri kaldı . Yaşanmışlıkları bitmedi .

     Bu durum soyumuzun bize verdiği yapıdır . İliklerimize işlemiştir . Karşı duruş , korkudan uzak durmak , direnmek ve ölümü yaşayarak hak etmek !.. Bize ait haslettir.

     Kıyılan üç canın acısı yüreğime işlenmiştir. Ülkemin kaybolan zamanına acırım . O gençleri dağa , illegal örgütlenmeye iten siyaset anlayışına acırım . Yıllardır bu kahroluşlu olaydan nemalanan siyasetçilere acırım .

     Ve en çok ta tahta sandalyeden korkarım yıllardır.

     Devrilmiş tahta sandalyeden . Yan yatıp uzanmış ta üzerine sallanan gölge düşen sandalyeden . Nerde görsem içim burkulur .

     Partisinin propagandasını çıkmış , bir köy meydanında tahta sandalyeye oturmuş politikacıyı görünce yüreğime ürpertiler gelir . Hele sandalyeye çıkıp konuşma yapınca kaçarım oradan . Sözleri değil , çıktığı sandalye kaçırır beni  . Ürkerim .

      Sonra ...

      Sonra Abdürrahim gelir aklıma . Kızıldere öncesi , Fatsa- Korgan arasında çalışan otosunu ona teslim eden şöför Yılmaz ' ı anımsarım . Abdurrahim'in geçirdiği işkenceleri , sökülen tırnaklarının hikayesini , doldurdukları odalarda yaşadıklarını anlatmasını anımsarım ...                                                                       

     Daha nicelerini !

     Abdürrahim sandalyeye oturur , ayak ayak üzerine koyar , sigarasını tüttürürken anlatırdı . Şimdi anılarını da aldı gitti öbür dünyaya . Rahmet olsun . Teşke acılarını ve acılarımızı da götürebilseydi !...

     Teşke hiç yaşamamış olsaydık bu günleri . Mustafa Kemal'in özgür , aydınlık yolundan hiç sapmamış , halkının gönencini tamamlayacak devrimlerinden hiç vaz geçmemiş olsaydık . Bizlere emanet ettiği bayramların değerini bilerek hep kutlamış olsaydık .

     Şimdi çağın gerisine , karanlığın içine düşüyor gibiyiz . Hepimiz , bizi yok etmek isteyen güçlerin yaptığı topal sandalyelere çıkarılıp devrilmeye çalışılıyoruz . Kimiler sandalyelerine sımsıkı sarılsalar da yan üstü , arka üstü devriliyorlar . Devrilmeler bitmiyor . Gölgeler hep üstüne üstüne geliyor .

     Ama farkında değiller ya da öyle görünüyorlar .

     Ama kalkacağız ayağa . Gökyüzünün pencerelerini açıp aydınlığa kavuşacağız . Denizlere ulaşacağız .

     yildirim.gursel@gmail.com

    

 

     DÜMBÜK

 

            Gürsel Yıldırım

   Bundan böyle benim adım  " Dümbük " olacak. Halkın kolayca söyleyebileceği bir ad bu.

     Dümbük geldi, yaşasın.

     Her şey Dümbük için .

     Dümbük bey, söz sizin.

     Dümbüğün açılım hakkındaki sözleri merak uyandırdı .

     Kulağa hoş geliyor değil mi ?

     Ben de karar verdim . Bu hoş gelişten yararlanarak siyasete gireceğim. Siyasette bir Dümbük algısı yaratacağım.

     Bakacağım; halk ne istiyor, onu yapacağım.

     Namazsa namaz ; rekâtın ve zekâtın her türlüsü ben de var. İmamın arkasında durup el bağlayacağım. En yüksek sesle tekbir getireceğim.

     Sokaklarda yürüyüş mü var; ben orada olacağım. Bayrak varsa bende de olacak, yoksa bende de olmayacak. Toplumun nabzını tutacağım. Yanlış anlaşılmasın diye kırmızı da giymeyeceğim, yeşil de .

     Konferans, panel vs.. varsa, duruma göre protokol yerinde , yoksa en öne yakın sırada bulunacağım. Söz almak için en önce ben elimi kaldıracağım. HES'lerin aleyhinde konuşuluyorsa, hemen sol cebimden çıkaracağım konuşmamı yapacağım. Yok , HSE'ler iyidir deniyorsa, sağ cebimden çıkardığımı okuyacağım.

     Benim ne zaman , nerede , nasıl konuştuğum önemli değil . Çünkü toplum, balımk hafızalıdır . Eski konuşmamı unutur gider. Unutmayanlar varsa, onları münafık ilan ederim.

     Baktım kürsüde su yok. Hemen yüksek sesle ayran isterim. Bu millet , yapılanlar karşısında zaten " ayran deleği " olmuş , beni alkışlarlar. " En büyük ayran , Dümbük ayran ! " diye de slogan attırırım.

     Akşam , öbür ayranla kafa çekmişim, varsın olsun. O olmayınca da olmuyor birader. Toplanıyorsun masa başına . Biraz sonra herkes açılıyor. Memleket sorunları masaya yatırılınca, keh keh !..

     Bu ayran toplumcu da öbürü bireyselci. Yani anlayacağın kapitalist ! O ayranı içerken bağrına dökene " Hıyar !.. " denir de, bu ayranı döken             " Eşref-ül mahluk " tan sayılmaz. Ama ben, siyasete adımımı attım ya, her ikisini idareli kullanmam lazım. O ayranı çokca içenler, altına ; bu ayranı çokca içenler üstüne kaçırıyor.

    Köy köy , hoca hoca , dede dede gezeceğim. Nerede mübarek bir zat varsa elini öpeceğim. Diyeceklerki, Dümbük bey, Fasulyeli Hoca'nın duasını aldı. Diyeceklerki, Dümbük bey bizim köyün yolunu yaptıracakmış, hem de hiç kimsenin çangalına dokunmadan. Vallahi yalan. Ama ne yaparsın.

     Dağ bayır mekanım olacak. Yoksulun evinde çorba, varsılın evinde çörek yiyeceğim. Önüme ne gelirse tadacağım. " Adam bizim gibi yahu ! " diyecekler. Evet onlar gibi olacağım. Ta ki gidene kadar. Sonra, ver elini Ankara . İki yıl geçince emekliyim ki ballı börek ; anan da yesin, baban da.

     Hanım memnun. Çocuklar memnun.

     En çok çekindiğim ; torunun dili dönmezde Dümbük Dede yerine Dönek Dede derse ne yapacağım. Anlatsan, olmaz. Geline iyice tembih ederim. Konukların yanına çıkarmaz .

     Ben Dümbük !

     Siyasetin yeni adamı.

     Ağlayan , gülen , hortumun ucunu tahmin eden , uzaklarla iletişimi iyi olan bir bey .

     Dümbük bey .

     Beğenmediniz mi ? Etrafınıza bir bakın . Bunca yıl öyle dümbükler yetiştirmişsiniz ki köklerini kazımak zor. Ama korkmayın. Biz dümbükler her ortama uyarız. Yarın sizden daha sizci oluruz. Hatta sizi geçeriz bile.

      Siz bunca ayranı içtikten, Pardon ! bunca yalanı yuttuktan sonra, bu memlekette Dümbüklerin kökü kesilmez.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

     NE DİYECEĞİM

     23 Nisan, karşı devrimcilerin en çok kızdığı, öç almaya çalıştığı bayramdır. Cumhuriyet'e bile bu kadar öfkelenmezler. Sonuçta Cumhuriyetin önüne İslam'ı ekleyerek " İslam Cumhuriyeti" ni yaratmış olurlar. Ancak İslam 23 Nisan'ı diye birşey olmaz.

     Cumhuriyet tüm ulusa emanet edildiğinden, ulus değil ama ümmet fikrinden hareket ederek, Cumhuriye sözcüğünü de lügatimize katabilirler. Bu yandaşların aklında vatandaşlıktan çok kulluk olduğundan da şeyhlerinin, şıhlarının ya da imamlarının arkasında cezbe içinde bayramlarını kutlarlar.

     İmamın kim olduğu önemli değil. Çalsın, çırpsın ama yeterki başını secdeye koysun.

     23 Nisan'ı nasıl değiştirecekler ?

     Gülen, oynayan, şarkılar söyleyen, şiirler okuyan el ele tutuşmuş çocuklarına ne diyecekler ?

     Çünkü ;

      23 Nisan çocuk olmaktır.

      Renkli boyalarla resimler yapmaktır.

      Yurdunun çiçeklerini ak kağıtlara dökmektir.

      Rontlar oynamak, dans etmek, halay çekmektir.

      Kırmızılı beyazlı elbiseler giyerek Bayrak şiirini söylemektir.

      Koltuğa oturmak , vali olmak, doktor olmak, başbakan olmak, öğretmen olmak, sporcu olmaktır.

      Şimdi  çocuklarına ne diyecekler ?

      Çocuk olma, boya yapma, çiçek toplama, şiir söyleme, doktor ... olma mı diyecekler !..

      Yoksa !

       Velhasıl 23 Nisan'ı yok etmek, ortadan kaldırmak, çocukların belleğinden silmek zor.

      Zor ki zor .

      Hayatında resim yapmamış, heykele karşı çıkmış, halay çekmemiş, ata binmeyi bilmemiş, Vatan- Bayrak şiirleri söylememiş kimselere bunu anlatmak zor.

      23 Nisan, insanın içinde sevgi dolu olarak yaşamasıdır. Aynı çatı altında olan arkadaşlarını Silivrilerde yaşamasına göz yuman, sevgisiz insanlara bunu anlatamazsınız.

     Devletin parasıyla oyuncak alıp cami kapılarında dağıtmakla çocuk sevgisi olmuyor. O oyuncakları analar babalar alabilmeli. Garip guraba deyip bir evde bağdaş kurmakta yeterli değil. Tüm çocukların önünde eğilebilmelisiniz. Ama gururunuz buna elvermez. Çünkü siz 23 Nisan düşmanısınız.

     Kim bunlar ?

     Bence 23 Nisan günü çocukların arasında ol (a ) mayanlar !

     Belki ben ..

     Siz ...

     Onlar ...

     Şimdi ben çocuklarıma, torunlarıma ne diyeceğim ?

     Siz ne diyeceksiniz ?

     Onlar ne diyecekler ?

     23 Nisan günü elinizde bayrakla sokağa çıkmamış, çocuğunuzla birlikte yürümemiş iseniz, diyeceğiniz ne olabilir ?

      Yarınlara tutunmak, çocuklarımıza sahip çıkmakla olur. 23 Nisan, yarınlarımıza tutunma günüdür. Onun için bu güne, çocuklarımıza bu günü armağan eden büyük Atatürk'e sahip çıkmamız gerekmektedir.

      Nice 23 Nisanlı yıllara !

yildirim.gursel@gmail.com

 

AKİL DEDİĞİN

 

     Dört yılda bir boşuna seçim yapıyormuşuz. Ta yaylalardan minibüslere doluşup sandığa gitmemiz boşunaymış. Hatta sıcak yaz güneşinde meydanlara koşup, orada tıkış tıkış oluşumuz, terleyişimiz, alkışlarımız boşunaymış. Ismarladığımız kahveler, içtiğimiz ayranlar, hatırına kıldığımız namazlar, boğaz boğaza sarılışlarımız, hakaretlerimiz ve övgülerimiz boşunaymış.

     Biz adam seçip Meclis'e gönderdiğimizi düşünüyorduk. Orada sorunlarımızı tartışacaklar, ülkenin esenliği için kararlar alacaklardı

     Boşunaymış.

     İktidar partisi de bunca oy çoğunluğuna rağmen aciz kalmış. Ona verdiğimiz oylar da boşunaymış.

     Ülkemizin kanayan yarası, ister Kürt sorunu, ister PKK deyin yıllardır devam ediyor. Meclis'e gönderdiğimiz adamlar işin içinden çıkamadılar.Sonra Başbakanımız " Akil Adamlar " diye çözüm attı ortaya. Kendi kesti,biçti ve dikmeye uğraşıyor. Meclis'in dışında 63 akil adam çıktı ortaya. Kimi ararsan var;sanatçısı, döneği, güvenilmezi, karşı devrimcisi, yalakacısı ... var oğlu var.

     Bir tek " adam " yok.

     Yani " Akili " var da " adam" ı yok.

     İçlerinde öyleleri var ki, bugüne değin akilli olduklarını sergileyen kimse yok. Kravatı,papyonu afilli olanı var. Ama iki sözü bir araya getireni yok.

     İktidarın ağzından lafı kapıp TV' lerde yorum yapanı var mesela. Ama halkı ile bir kez kol kola gezeni yok. Akil adam oldular ya, şimdi gezecekler.

     " Hamdi dayı nassın ? "

     " Eyiyim evlat. "

     " Biz akil adamız. Derdin varsa söyle, çözelim."

     " Valla ne yalan söylim. Bıldır öküzümün tekini askerden sağ salim dönen oğlum için kurbanladım. Ben de kocadım. Diğerinin yanına koşamıyorum. Nedeceğim, desenize ? "

     " Ehe, öhe !.."

     " Dedik ya biz akil adamız. Böyle işlerle ilgimiz yok. Daha daha büyük işlerle ilgileniyoruz. "

     " E bey oğlum. Bizim köyün delisi de anlamıyor bu işten. Ayrıca size ne gerek vardı ? "

      Akil adamlar akıl vermek üzere, kendilerini bekleyen başka bir köye yöneldiler. Arkalarından Hamdi dayı ve diğer köylüler kıs kıs gülüyorlardı.

      İkinci köye varınca " Hoş geldiniz " sesleri memnun etti heyeti. Hemen gösterilen yere oturdular.

     Muhtar " Niye az geldiniz ? " diye sordu.

     " Bizim akillilerimiz bu kadar " dedi heyet başkanı. Başladı anlatmaya.

     Erenlerden biri seslendi.

     " 63 kişiyi belledik te aranızda o Amerikalı Kel' mi ne yok. Niye ? "

     " Dayı onun adı Kerry' dir. O listemiz dışında ama bizden yana, bilesiniz diye söylüyorum."

     " Akilli adam olmak başka beyefendi. Sağolasınız, öğrendik. "

     Şapkalı bir başkası atıldı.

     " Apo'nun da olması iyiydi ama ! "

     " O Fransadaki herif, Sakık mı ne, o niye yok ?"

     " Bilmeyiz. Bizi Başbakan seçti. Karar onun."

     " Yani memleketin akıllı adamlarını sadece o mu biliyor ? "

     " Öyle. "

     Ortam biraz gerilir gibi oldu.

     " Sizin şarkılarınıza bayılıyoruz " dedi gençten biri.

     " Teşekkür ederim genç arkadaşım." diyerek bütün nezaketiyle karşılık verdi sanatçı.

     Sonra sosyal bilimci bir heyet mensubu ayağa kalktı. " Süreç bunu gerektiriyor. Size şunu anlatmalıyım ... " diyerek devam etti. Köylüler keyifle arkalarına yaslanmışlardı. Bu yaz sıcağında harmanda uğraşmaktan bir süre kurtulmuşlardı hiç olmazsa.

      Yusuf emmi yanındaki Suphanallah Hoca'nın kulağına fısıldayarak, " Hoca bu süreçmiş, iyi anla. Sonra bize tekrar anlatırsın. " dedi. Muzip muzip birbirlerine baktılar.

      Suphanallah Hoca, " Akil adam olmak böyle birşey işte " dedi.

      Yusuf dayı ise, Hoca'nın kızgınlığına aldırmadan, " Teşke adam olsalardı." diye arkasına bakarak söylendi.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

HADİ AÇILALIM

 

     Elimizde bayrak, açılalım.

     Eğer hep beraber o bayrağı tutmaya hazırsanız !

     Tek vatan, açılalım.

     Eğer hep beraber Zap Suyu’nu, Ergene’yi, Kızılırmak’ı paçalarımızı sıyırıp, el ele tutuşarak geçmeye hazırsak !

     Tek yürek, açılalım.

      Sınırın ötesinde saklanmadan.

      Ananızdan öğrendiğiniz türküyü söyleyerek.

      Aynı dille siyaset yaparak.

      Ülkede kimlik, farklılık, ayrımcılık yapmadan.

      Örneğin; Adanalı gibi söverek .

      Egeli gibi zeybek oynayarak.

      Karslı gibi halay çekerek.

      Bitlis’in minarelerinden seslenerek.

      Çölemerik’in otlu peynirini yiyerek.

      Diyarbakır surlarında gezerek.

      Hamsiyi tavada hoplatarak.

      Bunlara varsak, açılalım.

      Bölgeselcilik yapmadan. Elektriğin, suyun parasını ödeyerek. Dozeri yakmadan. Karakola saldırmadan.

      Örneğin; kızlarımızı okutarak.

      Ağaya, şıha, töreye göbek üzerinde el bağlamadan.

      Nevruz’u sadece kendin bellemeden.

      Kürtsen Kürtsün, Lazsan Lazsın, Çerkezsen Çerkezsin, Arnavutsun, Rumsun, Ermenisin, Gürcüsün, Pomaksın, Romansın … yetmiş iki milletin birindensin. Ama bu topraklarda Türk’sün.

     Türkiye Cumhuriyeti’nin seçkin, özgür, eşit bir bireyisin.

     Farklılığın alt kimliğindir. Dinsel inancındır. Buna asla söz olamaz.

     Hadi açılalım .

     Nereye kadar, bunu bilmek zorundayız.

     Aklını, bilgisini, geleceğini başkalarına teslim etmeden. Mesela; Apo- Tayyip diyeti yapmaksızın. Demokrasiye inanarak.

     Dayatılmış formülleri, açılımın anayasası olarak kabul etmeden.

     Komşusuyla bile görüşerek. Hani düğünde pilava beraber kaşık salladığı, yahniyi bölüştüğü, zurnayı beraber üflediği, ölüsüne beraber ağladığı, düğününde kol kola oynadığı komşusu var ya; ona  kaşını karartmadan, dudak bükmeden görüşerek … Hani hiçbir düşmanın bu birlikteliğini, tarih boyunca bozamadığı komşusuyla … Malazgirt’te, Çanakkale’de, Sakarya’da beraber olduğu komşusuyla …

     Hadi açılalım.

     Çocuklarımıza molotoflar vermeden, onları ateşin içine sokmadan, yüzlerimize örtüler çekmeden.

      Örneğin; Van Gölü’nde, Ege sularında, Karadeniz’de beraber kürek çekerek. Aynı gemide olduğumuzu bilerek.

      Örneğin; Şırnak’ta, Kozlu’da, daha bilmem nerde toprak altında kömür çıkarırken veya gruzi patlamasında dayanışma içinde olarak .

      Dağların rüzgarını, ovaların bereketini hissederek.

      Ne kadar kaynaşmış olduğumuzu bilerek.

      Her düğümün bir çözümü vardır. Düğüm atmak ne kadar kolaysa, düğümü çözmek te elbette o kadar  zordur. Önemli olan düğümü çözmektir. İpin her iki ucundan beraber tutarak.

      Emek vererek.

      Gönül vererek.

      Hadi açılalım.

      Yoksa tarih baba bizi affetmez.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

NE YURDUMUZU NE KENDİMİZİ SEVİYORUZ.

       ÇÜNKÜ …

 

         Oktay SİNANOĞLU “ Bye-Bye Türkçe “ kitabında şöyle yazar :

       “ Afrika’da bir nehrin bir tarafı Gambiya, bir tarafı Senegal. Gambiya, İngiliz sömürgesi, Senegal ise Fransız. Bunlar aynı dili konuşan kabileymiş. Artık birbirleriyle konuşamıyorlar …”

        Niye ?

        Sömürgeciler bu halkın gönlünden sevgiyi çaldılar da ondan.

        Peki, bizim sevgimiz yerinde duruyor mu ?

        Biz iyi yönetiliyor  muyuz ?

        Hayır.

        Aynı adamları alın. Partisiyle, parlamentosuyla, deri koltukları ve makam arabalarıyla, sekreter ve danışmanlarıyla, sakal ve bıyıklarıyla, kravatsız gömlekleriyle, beyaz çorap ve tespihleriyle, hatta ikinci-üçüncü eşleri ve diğer kadınlarıyla, çekleriyle, not düştükleri defterleriyle …  Almanya’nın, İngiltere’nin ya da İskandinav ülkelerinin başına koyun.

      Orayı bozamazlar.

      Çünkü; hastasının yüzüne bakmayan doktorun, öğrencisini tanımayan öğretmenin, okul servisiyle sürat yapan şoförün, denizin dibini trolle kazıyan balıkçının, kaldırımı işgal eden bakkalın, lokantasını temiz tutmayan garsonun, rüşvetle iş yapan memurun, vatandaşına  cop sallayan polisin, sokağına tüküren mahalle sakininin, yaşlının malını çalan adamın, asansörde sigara içen kentlinin, kadınını döven kocanın, geleceğinden endişe duyan gencin ülkesinde …

        Hiç birimiz işini iyi yapmadığından …

        Hukuksuz .

        Eğitimsiz .

        Sağlıksız  toplumumuzdan ;

        Ve en önemlisi, yurdumuzu hak ettiği kadar sevmediğimizden …

        Bizi bozarlar !

        Her yıl Çanakkale Destanı anısına, dünyanın ta ucundan binlerce insan gelirken, biz birazcık katılırız. Çünkü yurdumuzu sevmiyoruz.

      2. Dünya Savaşı sırasında başımızdaki lider rahmetli İsmet İNÖNÜ, halkına bir çağrı yapar. “ Zor durumdayız, herkes nikâh yüzüklerini versin. “ diye. Malum, o günlerde, şimdikine göre çok daha zor durumdayız. Şeker yok, ekmek yok, yol yok .. Yok oğlu yok !.. Ama herkes parmağından yüzüğünü çıkarır , ülkesi için verir .

      Bugün “ Vatan batıyor “ dense, cebinizdeki paranın yarısını verir misiniz ?

      Zannetmem, kaç kişi verir !..

      Çünkü, yurdumuzu sevmiyoruz.

      Hepimizin yüreği çürüdü. Hepimizin vatan sevgisini, biz farkında olmadan parça parça çaldılar.

      Sevgisiz kaldık.

      Bağlılığımız yok oldu.

      Ellerimiz kollarımız birbirine dolandı. Aklımız boşaldı.

      Sevgisiz tiranlara teslim olduk.

      Gidiyoruz bir yerlere . Ben senden, sen benden, biz  bizden habersiz.

      Uyan ülkem !

      Birileri bize “ Günaydın “ demeden !

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

      Vallahi utanıyorum. Ülkemin içine düştüğü felaket canımı acıtıyor. Ekonomi filan değil söylemek istediğim. Onursuz yaşam nerdeyse hepimizin ortak değeri oldu. Onursuzluk içinde yaptığımız her şey, çıkarlarımızı yükselttiğinden, yaptıklarımız mübah durumunda. Bu konuda birisini sorguladığınızda, verdiği örnekler o kadar çok ki suskun kalıyorsunuz.

      Boynunuz bükülüyor.

      Yükselmek ve gününü gün etmek için her yol geçerli.

      Dinmiş, imanmış, adetmiş, gelenekmiş, ahlaki kuralmış … fasarya onlar.

      Yükselen değer, çıkarı önde tutmak !

      Baba çocukları ile zaman zaman dertleşiyor; onlara yaşam yolunda örnekler vererek direnişlerini artırmaya çalışıyormuş. Sorunlar ardı ardına devam ederken, bir gün çocuklarını başında toplamış ve  “ Gelin, size bir şey göstereceğim. “ demiş. Mutfağa gitmişler. Baba yanan ocağa, aynı seviyede su ile dolu, üç benzer kap koymuş. Birincisine bir yumurta, ikincisine bir havuç, üçüncüsüne bir avuç kahve çekirdeği koymuş. Aynı sürede kaynatmış. Sonra ocaktan indirip yumurta ve havucu ayrı ayrı tabaklara, kahve görüntülü suyu bir bardağa aktarmış.

      Çocuklarına sormuş : Ne görüyorsunuz ?

      Aynı yanıtı vermişler : Yumurta, havuç ve kahve.

     Babaları masaya daha yaklaşmalarını istemiş. Birine çatal vermiş. Havuca batırmasını istemiş. Çocuk, havucun yumuşaklığını hissetmiş. Diğerine yumurtayı eline almasını söylemiş. Çocuk, yumurtayı eline almış ve hafifçede masanın kenarına tıklatmış. Yumurtanın pişkinliğini fark etmiş. Üçüncü çocuğuna bardaktaki suyu içmesini söylemiş. Çocuk içmiş ve suyun kahve tadında olduğunu belirtmiş.

     Çocuklar merak etmişler. “ Baba, bunları bize niye gösterdin ? “ diye sormuşlar. Babaları, “ Bakınız çocuklar; yumurta önce çok kırılgandı. İçi sıvı dolu gibiydi. Pişince sertleşti ve dayanıklılığı arttı. Havuç sertti. Kaynatılınca o da yumuşadı ve çatal hemen battı. Kahve çekirdekleri de sertti. Kaynayınca yumuşadılar. Gevşediler. İçlerindeki tadı suya verdiler. Karşımıza içilebilir kahve olarak çıktı.

      Şimdi sormak istiyorum size ; Zorluklarla karşılaştığınızda hangi tepkiyi veriyorsunuz ? Yumurta gibi mi,  havuç gibi mi, kahve gibi mi ?...

      Yumurta gibi içi yumuşak, her an kırılabilir kişi misiniz ? Sorunlarla karşılaşınca sertleşip, çevrenize küsüyor musunuz ?  Havuç gibi sert, ancak sorunlar yaşayınca yumuşuyor, gevşiyor musunuz ? Yoksa kahve çekirdeğinin, suyun tadını değiştirmesi gibi sorunlarınızı olumlu duruma  getirmeye mi çalışıyor musunuz ?

     Eğer kahve çekirdeği gibi iseniz, sorunlarınız ne kadar çok olursa olsun, mücadele ederek bunları olumluya getirebilirsiniz. Kendinizi ve çevrenizi daha iyi, güzel yapmak için çalışırsınız.

     Çocuklar gerekli olan öğüdü almışlardı.

     Ya siz, sevgili dostlar !

     Siz hangisisiniz ?

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

      İSTANBUL’A GİDİYORUM

 

      Yolculuk var; İstanbul’a gidiyorum.

     Moda İstanbul’a gitmek. Baksanıza İstanbul “ in “ , Ankara  “ out “ oldu. Eline kâğıt kalem alan gidiyor. Hükümet te destekliyor gideni. Herhalde “ Hayırlı bir iş “ için gidiliyor. Ama izin almak gerekliymiş. Kimi “ Ben vereceğim izni “ diyor; kimi “ Şunlar gelsin yeter “ diyor. Gidenler hızını alamıyor, oradan yurtdışı seyahatlere yollanıyorlar.

     Giden kim, yollanan kim ?

     Meclisimizin milletvekilleri.

     Nereye gidiyorlar ?

     Terörün merkezi, PKK’ nın akıl hocalarının saklandığı, sınırlarımızdan ellerini kollarını sallayarak giren teröristlerin barındığı Kandil’e . Yani Devletimiz için yasadışı sayılan bir yer.

     Kim gönderiyor onları ?

     Hükümet ve gizli ortağı .

     Ulusun ve ulusun temsilcisi Meclis’in haberi var mı ?

     Yok .

     Basın nereden öğrenmiş ?

     “ Ben böyle basının içine .. “.

     Basın nerede ?

     Yani ; inek içti , göl kurudu , dağ yandı !...

     Ben oraya gidiyorum işte . Bostancı’ya ineceğim. Adalar Vapuru’na binip Büyükada, Yassıada , Kınalıada , Burgazada, Sedef Adası , İmralı gezeceğim. Boğaz vapurları İmralı’ya gidiyor mu, bilmem .

     Kaptana rica etsem !

     “ Kaptan bey, Ordu’dan geldim. Gelmişken Apo’yla görüşmek , Karadeniz Bölgesi hakkında görüşlerini almak istiyorum. Pontus Yerel Yönetimi’ ni de kuracak mı acaba ? “ .

     Kaptan suskun .

     Halbuki ben , İmralı’da Ordulu var mı, diye ayrıca araştıracaktım ; büyük şehir Ordu’ya katkısı olsun diye.

     Büyükada’da olduklarını biliyorum. Faytoncuların çoğu Ordu’dan . Heybeli’de de varlar. Her türlü başkana duyurulur. Belki “ Ada fobisi “ nden oraları unutmuşturlar. Öyle ya, memleket Ankara’dan değil de Ada’dan idare ediliyor görüntüsü içinde. Elbette bu beni ve sizleri rahatsız ediyordur. Yani, ülkesini düşünenleri !..

     İmralı’yı uzaktan görsem !

     Yok , duramam . Yumruğumu sıkar, kolumu uzatır, “ Nah “ hareketi yapardım. Yapardım  da, acaba yanlış anlaşılır mıydım !..

     Bostancı’ya ineceğim.

     İçinizden  “ Selamımı söyle “ diyen varsa iletsin. İmralı iskelesine yaklaşamasam bile uzaktan uzaktan, bağıra bağıra selamınızı söylerim.

     Hem de elimi kolumu sallayarak !

 

 yildirim.gursel@gmail.com

 

    
TOP ÇARPTIKTAN SONRA

 

     Çubuktan atlarımız vardı. Mahallenin sokaklarını paylaşmıştık. Atlarımıza biner, zıplaya zıplaya koştururduk. Kimimizin ağabeysi çubukların  başına grapon kâğıtlarından yeleler yapardı. Kıskanırdık onları.  Onların atları daha hızlı giderdi sanki. Savaşı hep onlar kazanırdı…

     Ama hepimiz Türktük.

     Kumlardan kuleler yapardık. Görele’ye giderken Armenik virajların geçmeye alışkın olduğumuzdan, kulelerimizde de virajlar yapardık. Küçük, tahta arabalarımızı devrilmeden bu virajlardan yürütür, zirveye çıkarırdık. Sonra derin manevrayla döner, yine virajlardan aşağı inerdik. Çok devrilenimiz olmuştur. Onları oyundan atmaz, en geride yine sıra verirdik. Ayrımız gayrımız yoktu …

     Hepimiz Türktük .

     Evlerin önüne sergiler serilir; çarşaflar, peştemallar, yorgan kılıfları, kürt kilimleri, parlak ipekli kumaşlar satılırdı. Satıcıların dili bir tuhaftı. Konuşmaları hoşumuza giderdi. Ciciannelerimiz bunlardan alışveriş yapmaya bayılırdı. Kızlarının cehizlerini tamamlamak için onların yolunu bekler, sonra aldıklarını komşularına gösterir, nasıl aldatıldıklarına hep beraber gülerlerdi…

     Onlarla birlikte Türktük.

     Pazar günleri Derekenarı’na gider, kız-kızan, kadın-erkek yerlere serilmiş örtülere oturur, hem maçı seyreder, hem de azıklarımızı yerdik. Yanımzdan geçenleri çağırır, ağırlardık. Hele konuk takımın adamlarıysa ağırlamaktan zevk alırdık. Arada itiş kakış olurdu ama o kadar aldırmazdık. Böylece nice dostluklarımız gelişmişti.

     Çünkü hepimiz Türktük.

     Ta Adana’dan kız istemeye gelenler olurdu. Esmerleşmiş tenlerine baktıkça hoşlanırdık. Edirne taraflarından gelenlere fal baktırmak, onların şiir dolu sözlerine bayılmak ne kadar güzeldi. Hele İzmir’den gelen öğretmen gelinimizin güzelliği bizleri çok sevindirirdi. İçimizden biri gibiydiler.

     Türktüler.

     Milli takımımızın maçlarında tüm yüreklerimizle Türktük. Lefter, Turgay, Metin, Naci, Kadri, İsfendiyar, Hakan, Oktay, Şeref … adlarını yazmaktan gurur duyduklarım hep Türktüler. O formayı sanki ben giymiş gibiydim.

      Benle birlikte, sizlerle birlikte Türktüler.

     Bir maçta Hakan’ın kafasına top çarptı. Gol oldu ama o günden sonra da Hakan’a bir şeyler oldu.” İçimizdeki Danimarkalı “ gibiydi. Ne kendi takımında, ne ulusal takımda dikiş tutturamadı.  “ Fethullahçı oldu “ dediler. Olabilir. Kimsenin inancına karışamayız. “ Milletvekili oldu” dediler. Olabilir. Kader kimlerin yolunu nasıl çiziyor, görüyoruz. TV’de “ Spor yorumcusu “ oldu dediler. Olabilir. “ Yürü ya kulum “ dendi mi bir kez, kiminin atı dereyi tepeyi aşar gider.

     Sonra gazeteler, bu nasipli kulumuzun, “ Ben Arnavut’um “ dediğini yazdılar. Belki de birileri ona bunu dedirtmiştir. Çünkü şimdilerde moda, Türk olmamak üzerine kurulu.

     Ben şaştım.

     Toplum şaştı.

     Acaba biz de mi Türk olmamalıydık !

     Türklükten çark mı etmeliydik !

     Çubuktan ata binen arkadaşlarımız, kumdan kule yapanlarımız, evlerimizin önünde satış yapanlar, ta Adana’dan, İzmir’den, Edirne’den gelen konuklarımız Türk değil miydiler !

      Malazgirt’te, Çanakkale’de, Sakarya’da Türk değil miydik !

      Vay sayın milletvekilimiz Hakan Şükür bey !

      Sen çok yaşa. Sana oy verenler, seninle gurur duysunlar.

      Bize Türklüğü öğrettin.

      Demekki Mustafa Denizli “ İçimizdeki Danimarkalılar “ diye boşuna dememiş. İstanbul’u terk edip Rize’ye kaçmamış.

      Şimdi seninle aynı sırada oturan Ordu milletvekillerine soruyorum; “ Siz, kader arkadaşınız, yoldaşınız Hakan Şükür kadar mı Türksünüz ? “ …

yildirim.gursel@gmail.com

    

      

 

BU DA YETMEDİ

 

     Ülkenin dağları, ovaları, ırmakları sonsuz bir akış içinde.

     Madenleri, fabrikaları, limanları cıvıl cıvıl.

     Tütmeyen baca yok.

     Yollar ağ gibi örmüş her tarafı.

     Kara yollarında taşıtlar; hava yollarında uçaklar, deniz yollarında gemiler seyrü seferde. Tıklım tıklım. Yüklerle dolu.

     Sokaklarda dilenen yok.

     Kılıksız bir adam keman çalıyor; Bethowen’in bilmem kaçıncı sonatı.

     Heykellerle dolu parkın ortasındaki alanda bir şair şiirlerini okuyor; bağıra bağıra. Ellerini kollarını sallayarak.

     Bir genç sevgilisini öpüyor ; dudağından.

     Yaşlı bir çift onları görüyor da görmezlikten geliyor; birbirinin gözlerinin içine bakarak.

     Denizde bir balık zıplıyor ; ağ sallayan balıkçıyla dalga geçercesine.

     Yağmur çok ötelere yağıyor.

     Güneş çok yakınımızda.

     Başımızın üzerinde gök kuşağının binbir rengi.

     Bir adam saz çalıyor, toprak damın üstünde.

     Bir kadın en yanık ninnisini  söylüyor beşiğinin başında. Memeleri sütten taşkın. Özlemi büyük.

     Söğüt ağacının gölgesinde torunuyla dedesi bilye oynuyor. Nedense dede her zaman yenilgide.

     Caminin tek şerefiyeli minaresinde imam efendi en doğal sesiyle ezan okuyor; hoporlör cızırtısı yok.

     Buğday başakları dolgun dolgun.

     Akasya ağaçlarının açmış çiçeklerinde arılar, arılar.

     Orman gülleri, papatyalar, menekşeler ortalığı şenlendirmede yarış yarış.

     Güvercinler havuzun kenarında su içiyorlar.

     Kargalar uçuyor. Serçeler uçuyor. Kırlangıçlar halâ oyun peşinde.

     Oturmuşum tepedeki kayalığa.

     Uçsuz bucaksız bu ülkeye bakıyorum.

     Kana kana havasını içime çekiyorum.

     Böyle bir ülke var mı.

     Var da yok mu; biz mi göremiyoruz.

 

     Ey özgürlük .

     Ey ülkemin yiğit halkı.

     Ey ülkemin sevgi yürekli insanları.

     Yaşadığınız bu toprakları tanıyor musunuz.

     Bu ülkenin size niye ve nasıl emanet edildiğini anımsıyor musunuz.

     Yaşamak niçin diye kendinize soruyor musunuz.

     Yoksa bu ülkeyi perişan bir adaletin, doymaz bir siyasetin, maddeyle kandırılmış bir asaletin, tarihini unutmuş bir hıyanetin, değerleri parçalamış bir kehanetin ellerine mi teslim etmek istiyorsunuz.

      Soru işaretini koymuyorum bilinçli olarak. Sorunuzu kendinize sorunuz. İnsanın kendine sorduğu sorunun işareti olmaz. O işaret beyninizdedir.

     Akıldır.

     Ahlâktır.

     Öğretidir.

     Varlığının değerini bilmektir.

     Değerini bilmeyenler oy sandığından kuru bir zarf olarak çıkarlar ; mührü önceden vurulmuş, işareti önceden konmuş bir zarf olarak…

 

yildirim.gursel@gmail.com


 

      MANANIN FARKINDA OLMAK

 

     “ Mananın farkında olmak ne demek efendimiz ? “

    “ Bak çocuk, insan bedeni dört gemiye hükmeder. Mide gemisi, gönül gemisi, zihin gemisi ve ruh gemisi. Bunlardan yalnızca birincisi madde ile diğer üçü mana ile alakalıdır. İlahi denge, insanın maddesini değil manasını önemsediği için böyle yaratılmışız. Şimdi insan, zaman denizinde yüzerken bunlardan hangisini sancak gemisi yahut beylik gemi yapacağına, hangisinin dümen suyunda gideceğine karar vermelidir. Mide gemisini diğer üçünün arasında seyrettirdiğimizde yaratılışımızın gereği olan dengeyi bulmuş, insaniyetimizi korumuş oluruz. Aksi takdirde mana lehine sahip olduğumuz üç gemimizi, maddenin yönettiği tek gemiye uydurursak madde hırsı bizi iblisliğe sevk eder.

     Zaman denizinde  gönül gemisini rehber edinenler bahtiyar ömür sürerler. Zihin gemisini rehber edinenler bilge ömür sürer ve mutlu olurlar. Ruh gemisini rehber edinenler ise hem bu dünyada hem öte dünyada kazanmış olanlardır. Mide gemisini rehber edinenlere gelince, er veya geç diğer üç gemiyi parçalayacak kayalıklara sürükler veya şeytanın askerlerine teslim ederler.

     Çevrene bir bak ve insanları buna göre ayır bakalım, kim hangi gemide yolculuk yapıyor…”

     Kürdoğlu Adil cebinden çıkardığı  kağıttan bu yazıyı okuyunca önce bir suskunluk, sonra da bir alkış koptu. Onun  cüzdanında sakladığı bu tür notları zaman zaman cebinden çıkarıp okuduğunda hem keyif alır, hem onun sohbet arkadaşlarına takılarak yeni konular açmaya çalışırdık. Postacı Temel amca, Ekşioğlu Şevket ve onları işyerinde konuk eden Çarıkcının Cemil ağabey ile öyle derin denizlere dalar idik ki her birinin söylediği söz, birbirine yaptıkları şakalar sanki duvarda asılı kalırdı.

     Kürdoğlu Adil her zaman temiz giyinişi, dimdik yürüyüşü ve fötr şapkasıyla taklit edilemez bir beyefendiydi. Ekşioğlu Şevket amca unutmayan hafızasıyla çocukluğundan başlar, Kürdoğlu Adil’in  tek partili dönemdeki tahsildarlığını ve köylüye ettiği zülumu anlatırdı. Temel amca geçmişin tam bir memur tipiydi ve babacanlığı ile hem o günleri yaşatır hem hepimizin gönlünde saygılı bir yer edinirdi. Nedense o farklı idi. Sohbete geldiğinde hepimiz ayağa kalkar, kendi yerimize oturtmaya çalışırdık; sanki o,  yerimize oturduğunda , kendimize farklılık kazandırmış olur, onurlanırdık. PTT müdürlüğü yaptığından Postacı Temel olarak tanınırdı. Kahvede hangi masaya otursa, ayağa kalkılınır, yer gösterilir ve orta kahvesi hemen ısmarlanırdı. Cemil ağabeyin iş yeri, babasının Ordu’ya gelişinde yer edindiği, genelde Mesudiye yolcularının alışveriş yaptığı ve gerekirse o gece otelinde kalındığı bir yer idi. Dükkanında çarık, ayakkabı, nalburiye gibi eşyalar satılırdı. Babaları Çarıkçı Mahmut Efendi’nin ölümünden sonra çocukları, daha sonrada torunları işi yerini geliştirerek buraya sahip olmuşlardı. Cemil ağabey tam bir sohbet adamıydı. Kendinden yaşca büyük bu üç şahsiyeti birbirine takmaktan, onlarla konuşmaktan büyük bir zevk alır; yine daha genç insanları toplayarak sohbete davet ederdi. Hakikaten o sohbette bulunmak hem insani davranışların, dostluğun ne demek olduğunu öğrenmek demekti. Hem de geçmiş bilgilerle donanmak olurdu.

     Kürdoğlu Adil iki evli idi.                            

     Ekşioğlu Şevket eski Devlet Hastanesi’nde gişe memurluğu yapmıştı.

     Bir gün Cemil ağabeyin yanına Mesudiye’den onu tanıyan bir köylüsü gelir. Eşinin vefat ettiğini, köyde tek başına yaşamanın zor olduğunu ve kimsenin de kendisiyle evlenmek istemediğini yana yakıla anlatır.

     İşte tam fırsat doğmuştu !

     Köylüsüne çayı ısmarlar. Yemeğini yedirir. Bir yandan da kulağına girer. Yani tam kendisine göre bir kadının olduğunu, bu kadının filan adreste yaşadığını anlatır. Evin yerini iyice öğretir. Hatta yanına bir çocuk katarak evin yakınına kadar gönderir. “ Kapıyı vuracaksın. Kapı açıldığında hemen içeri girip, Adil Efendi’yi göreceğim, diyeceksin. Seni buyur ederler. Hangi köyden olduğunu söyleyip gösterilen yere oturacaksın. Ama sakın benim gönderdiğimi söylemeyeceksin. Yoksa iş bozulur… “ diye iyice tembih eder. Hanımlardan birini nasıl isteyeceğini, nasıl konuşması gerektiğini, giderken iki somun almasını belirtir. Somunların parasını da adama verir.

      Köylü dostumuz, çocuğun rehberliğinde evi bulur. Kapıya varıp yumruğuyla vurur. Kapı açılır,içeri girer.

     Bakın neler olmuş !..

     Somunları teslim edince lastik ayakkabılarını çıkarır ve gösterilen yere yönelir. Onu karşılayan ilk hanıma, Adil efendi’yi sorar. Odada oturacağı yer gösterildikten sonra Adil efendi içeri girer. Hal hatır sohbetinden sonra Adil Efendi, niye geldiğini sorar.

       Adam da safça anlatır.

      “ Adil Efendi, sen de iki hanım varmış. Benim hanım öleli epey oldu. Sen de sıkışmayasın diye söylüyorum. Birisini bana verir misin ? “

      Kürdoğlu’nun tepesi atar. Seni buraya gönderenin … diye söylenirken hanımlarını çağırır. Hangisini beğenirsen onu vereceğim ama seni buraya gönderen adamın yanına gidip bin lira alacak, bana getireceksin, der.

       Köylüyü, Cemil ağabeyin gönderdiğini çoktan anlamıştır.

       Adamın karnını doyurur. Sonra yolcu eder.

       Arkasından bilinen özenle elbiselerini giyer. Cemil efendi’nin iş yerinin yolunu tutar. Diğerleri çoktan oradadır.

     Ekşioğlu hemen konuşur. Bin liralık avrat sahibi adam bu kadar olur, der.

Adil efendi aldırmaz.

     Postacı Temel amca konuşur. Hemen Melet’e tel çekeyim, der.

     Kürdoğlu Adil, fötr şapkasını eline alarak yelpazelemeye başladı. Kimse böyle görmemişti onu. Kızgın mı, belli değil. Şakayı anlamış mı; belli değil. Ama kendisinin yaptığı şakaların yanında bu şaka çok az kalırdı. Suda balık sayılırdı.

     Kahveler geldi.

     Ben şaşkın şaşkın onları izliyorum. Hepsinin sonsuz değerini biliyorum. Zaten bu nedenle de beni aralarına alıyorlardı. Adil Efendi’nin hanımlarının kahkahalarını duyuyor gibiydim. Bayramlarda ellerini öperken ona takılmam için bana işaret ederlerdi. Adil Efendi dayanamaz, bana, ben Faldacalı kızının oğluyum, der koluma girerdi. Sahilde çok gezmişliğimiz vardı.

     Nerde bu güzellikler.

     Nerde bu dostluklar.

     Bu günlere bakınca yitirilen değerleri, yaşanan sevgisizliği anlıyorum.

     İyi haftalar dileğiyle.

yildirim.gursel@gmail.com

    

 


İSPANYA NEREYE GİDİYOR

 

     İspanya deyince aklıma Endülüs gelir. İslam coğrafyasının Batı’ya uzandığı yerlerden biridir İber Yarımadası. Okyanus’la da komşuluğu nedeniyle denizlerle sıkı dostluğu vardır. Amerika kıtasının keşfedilmesinde oradan kalkan gemiler hep öncü olmuşlardır. Kolomp’un o zamanki Kraliçesine hizmet amacıyla yola çıkarak Hindistan yerine Amerika’ya ulaşması ilginçtir. Gemilere rota verenin pusulayı bilen bir Arap olduğu söylenir. Denizlere açılması nedeniyle sınırları geniş bir imparatorluk olarak bilinmiş, Lâtin Amerika ve Afrika üzerinde derin izler bırakmıştır. Roma ve Arap egemenlikleri sonrası Avrupa etkinliği kendini göstermiş ve uzun yıllar süren özümleme içinde İspanyol kimliği kazanılmıştır.

Bu kimlik içinde Katalan, Bask, Galicia halklarının kimlikleri, daha çok dil ve kültür özelliklerine dayanır. Temelde Roman dili olan Modern İspanyolca ( Kastilya dili) ülkenin her yanında konuşulur. Ancak son Anayasa ile Katalan, Bask, Galicia dilleri resmi yerel dil olarak tanınmıştır. Yine yeni Anayasa uyarınca “ ortak tarihsel, kültürel ve ekonomik özellikler taşıyan komşu iller “  e  ÖZERK BÖLGE  olma hakkı tanınmıştır. Resmen tanınan özerk bölgeler, ulusal çıkarlara aykırı davranmamak koşuluyla, içişlerinde kendi kendini yönetme yetkisini kazanmıştır. Bu özerk bölgelerin sayısı, bildiğimiz kadarıyla 17’ yi aşmış durumdadır. Ayrıca Madrid ve Barselona gibi büyük kentlerin yönetimleri, yetkileri  daha geniş olan Belediye yönetimlerine bırakılmıştır.

     Sormak gerekir; şimdi İspanya mutlu mudur ?

     1980’ lerle beraber Avrupa’da başlayan yerelleşme reformu, elbette İspanya’yı da etkilemiştir. Demokrasinin olmazsa olmazı kabul edilerek yerelleşme ve yerinden yönetim adı altında adımlar atılmıştır. Franko faşizminden demokrasiye, yerelleşme örtüsüyle geçiş sürecinde oluşan 17 özerk bölge, kendi aralarında yarışmaya başlayarak statülerini daha gösterişli duruma getirmek istemişlerdir. Her birinin ayrı parlamentosu ve başkanı vardır. Özellikle Basklarla Katalanlar, geçmiş tarihsel zamanda sorun olarak bilinmektedirler. Bunu Özerk Yönetim modeliyle çözümü yoluna gidilmiştir. Bask Bölgesi’nde olanları hep okuduk.

      Özerk yönetimler, Merkezi yönetimlerden daha iyi çalışır, halkın sorunlarını daha iyi çözer diye hevesle adımlar atılmıştır. Karar mercisinin vatandaşa yaklaştırılması daha akıllı bir iş, daha demokratik bir süreç olarak düşünülmüştür. Sokaklardaki  “ özgürlük, siyasi af ve özerklik” sloganlarının Özerk yönetim modeliyle susturulabileceği öngörülmüştür.

     Yani buna İspanyolca çevrisiyle “ Herkese bir kahve “  denildiğini anlıyoruz.

     Ancak kahveyi içmek öyle ucuz ve zevkli olmamıştır.

     Bölgesel dayanışma yerine bölgesel rakipleşme başlamıştır. Merkezi yönetimlerdeki yolsuzluk, rüşvet, yozluk aynen yerel yönetimlere yansımıştır. Vergiler artmış, sağlık ve eğitim harcamaları Yerel yönetimlerin kendilerine özgü harcamada bulunma şekline dönüşmüştür. Eş, dost kayırmaları burada da kendini göstermiştir. Hatta Yerel yönetimler dış ülkelerde temsilcilikler açarak bunların yükünü bile Merkezi bütçeye aktarmışlardır. Bölgesel diller, bölgesel üniversiteler, ev edinme furyası, sınıf atlama heyecanı İspanyol ekonomisini çökertmek için birer tabela olmuştur.

     Böylece İspanya zayıflayan bir bünyeye dönüşmüştür.

     Bu bünyenin sağlık bulması için Avro yardımı, aspirin tedavisi olmuştur.

     Gördüğümüz kadarıyla Özerklik anlayışı milliyetçilikle örtüşmeye başlamıştır. Bask, Katalan, Galicia  milliyetçiliği tehdidi dışında küçük çaplı Murcia ve Ekstramadura milliyetçilikleri de ortaya çıkmıştır.  17 özerk bölgenin 17 ayrı eğitim sistemi uygulanmaya başlamıştır. Dolayısıyla resmi dil olan İspanyolca ile eğitim yapılmamaktadır. Hatta çocuklar dilini / İspanyolca’yı/ öğrenmek için özel okullara gönderilmektedir. Güya / Vatandaşa hizmet için hiç yolcusu olmayan yerlere, örneğin, hızlı tren istasyonları yapılmaya; küçük kentlere Üniversiteler açılmaya başlanmıştır.

      Sen de varsa bende de olsun anlayışı !

      Sen yaparsan ben de yapabilirim yarışı !

      Sonuçta şuraya varılmış gibidir. Sorunları özerk bölgelerle aşmak rüya olmuştur. Sanki 17 devlet yaratılmış, hedeflenen İspanya Devleti korunamamıştır.

     Onun için İspanya mutlu değildir.

     Şimdi Türkiye’ye bakalım.

     Yeni Anayasa ile getirilmeye çalışılan modele bakalım.

     Ülkemiz, özerk bölgeler oluşumunun ilk adımları olan Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi ; Merkezi Hükümetin daha etkin ve güçlü olması için Başkanlık modeline geçilmesiyle mutlu mu olacağız ?..

     Bir İspanya modeli mi deneyelim ?..

     Kürt sorununu bu anlayışla mı çözeceğiz ?..

     Daha başka özerk bölgeler isteği karşısında tavrımız ne olacak ?

     Yoksa “ Türkiye Vatandaşlığı “ tanımı bize yeni hedefler mi gösteriyor ?..

     Belki  “ Ilımlı İslam “ ın yaratacağı mezhepsel bölünmeleri de dikkate alarak özerk bölgeler modeline “ Türk Modeli “ diyerek yeni bir oluşum da getirebiliriz.

     Ey halkım; uyan !..

     Vatan ayağımızın altından kayıyor !

     Türkiye Cumhuriyeti en iyi modeldir. Ona sahip çıkalım.

 yildirim.gursel@gmail.com

 

 

      MEMLEKETİN BİRİNDE NİYAZİ OLMAK

      O ülkede  “ Niyazi Olmak “ hem kolay, hem zor. Size yapılanları, size uygun bulunanları düşünmezseniz kolay; size ait her şeyi yorumlarsanız zor.

     Hem de ne zor !

     Bakınız anlatayım.

     Niyazi nereye ?

     Askere.

     Niyazi nereye ?

     Gemi tersanesinde işçiliğe.

     Niyazi nereye ?

     Gökdelen inşaatında kalıp çakmaya.

     Niyazi nereye ?

     Boyacılığa, çöpçülüğe,  merdivenaltı imalata, katırların arkasında kaçakcılığa, odun kesmeye, kömür dağıtmaya, garlarda bavul taşımaya, yolda su satmaya, çöp karıştırmaya, ekmek dilenmeye, kâğıt toplamaya …

      Niyazi’ye iş çook !

      Bu durumda Niyazi’nin işi de çok !

      Ama Niyazi’ye koltuk yok; şöyle bir dinlenip nefes alacağı. Bacağını uzatıp TV izleyeceği. Çocuğunu yanına alıp saçlarını okşayacağı …

      O ancak koltuğun altına girer, omuzlar, yerine yerleştirir.

      O ancak koltuk gördümü ceket ilikler, alkış tutar.

      O ancak koltukta oturanın elinin öpüleceğini bilir.

      O memlekette Niyazi çok.

      Ne yazıkki, koltuğun çok olduğu memlekette, emek sahibi Niyazi’ye oturacağı koltuk yok.

      Bir tane var da; o da konuk gelince…

      Buyrun beyim!

      Biz Niyazi ailesi, siz yemişken soyu.

      Adamlar araştırmışlar; en çok Niyazi’nin olduğu ülke, o ülke ! Oh, demişler. O ülkedeki Niyazilere iş lazım, aş lazım.

      Göndermişler Kore’ye, Afganistan’a, Libya’ya, Almanya’ya, Norveç’e …

      Şimdi de Suriye’ye.

   

      Esed rejimi yıkılmalı !

      Arap Baharı tamamlanmalı !

      Şunun şurasında ne kaldı; İran ve Türkiye.

      Komut Başkomutandan.

      Niyaziler hazır komutanım. Siz gemileri yürütün. İnsansız mı, insafsız mı ne ; o hava taşıtlarını uçurun. Füzeler rampa edildi.

      Genelkurmay Başkanı selam vaziyetinde. Anlarsınız ya ! Patronlar ceketi iliklemiş, selamlıyor.

      Hoş geldiniz !.. İşçiler, pardon, Niyaziler iş başında.

      Hapishanelerde Sayın Savcılar koğuşları denetliyor. Baş gardiyan ünleniyor. Niyaziler kırgın, kızgın bakışıyorlar.

      Rektörler dayanamıyor, zora geliyor; polis çağırıyor. Öğrenciler, biz Niyazi değiliz, diyorlar. Vay sen misin öyle diyen, biber gazı fora ediliyor.

     Kış geldi geçecek bile. Niyaziler’ e kömür dağıtılıyor. İsli paslı kömürde uyusun da büyüsün diye.

     Öğretmenler de Niyazileşecek …

     Doktorlar, mühendisler …

     Akademisyenler …

     Cüppe giydirenler hariç. Onlar zaten Niyazi !

     İmamlar vaazlarında Niyazi olmak hayırlıdır, diye tembih ediyor.

     Dereler Niyazi olmuş.

     Limanlar, yollar, köprüler epeydir Niyazi zaten.

     Emek Niyazileşmiş. Bilim Niyazi olma yolunda başını çekmiş gidiyor.

     Cumhuriyet ?

     Zaten Niyazi Cumhuriyeti !

     Açın Büyük Atlası, bulun bu ülkenin yerini.

     Bulamazsanız, Niyazi oluşunuzdandır. Bulur, parmak basarsanız, aklınıza Niyazi sıkayım sizin. Dediğiniz yer hiç değil.

     Dünyada böyle bir ülke yok.

     Var, diyorsanız;  çıkın ortaya, bağırın.

     Ben Niyazi değilim, diye !

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 EDEB ÜZERİNE

 

     Bu nasıl kafadır ?

     Elbette insan bildiğini yaşar. Sonra o bildiğini kendi edebinin temeli sayar. Dolayısıyla bildiği kafası kadardır.

     Kafasının içi kendi edebiyle doludur da etrafına edep saçar.

     Ağzından edeb saçar.

     Gözünden edeb saçar.

     Eli ayağı edepli yerdedir.

     Kulağı edebli söz duyunca diklenir.

     Merak ettim; neymiş bu edeb denen kavram. Açtım F.Develioğlu’nun Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lügat’ını, bakınız şöyle yazıyor.

     edeb ( adâb) : 1.iyi terbiye, nâziklik, usluluk, zariflik.

     edeb-i kelâm : 1. Söz zarifliği, güzelliği. 2. İfade arasında bayağı ve çirkin tâbirler bulunmaması. ( bakınız . asalet )

     edeb-i sanat : 1. kusursuz, fasih ve beliğ olan sözlerin süsleri. 2. Hayâ, utanma. 3. edebiyat bilgisi.

     edeb-âmuz : edeb öğretici, muallim.

     edeb-hane : ayak yolu, aptesâne.

     asâlet : 1.soysop temizliği.  2.kendi nâmına hareket.  3.yazıda veya sözde bayağı tabirlerin bulunmaması.

     Şimdi heykelleri boyayıp altına “ edep yahu “ yazan adamın ya da lavuğun edep anlayışına bakalım.

     Bunun neresinde iyi terbiye, zariflik var ?                                                                                                                  

     Bunun neresinde söz güzelliği var ?

     Olsa olsa edephaneye giden yolda ok işareti olur.

     Heykel bir yontu sanatıdır. İnsanoğlu doğayla mücadelesiyle taşı, toprağı işlerken sanatsal bir yol edinmiştir. Taşa, toprağa, madene,tahtaya bir şekil vermek istemiştir. Ki yaşadığı, yaşamak istediği, güzellik olarak sunmayı düşündüğünü şekille ifade edebilsin. İçindeki duygu insanidir. Hatta semavidir. Tanrı’nın kendisine verdiği farklılıktır.

     Bu farklılıktan dolayı sanatçı olunulur.

     Taşı alır, yontar; biçim verir. Sonra insan kardeşlerinin dünyasına teslim eder. O eseri görenler, yorumlayanlar yaratıcılıktan memnun olarak sevinirler. Ya da eline fırçayı alıp bir yerlerini boyarlar.

     Aslında ruhlarını, kimliklerinin saklı düşmanlıklarını boyarlar.

     Belki heykelin o yerlerini boyarlarken Freud ’ ün psikanalizine muhtaçtırlar. Saklamaya çalıştıkları, beyinlerinin derinliklerinde saklı olan doyumsuzluktur, saldırganlıktır.

     Hatta boyarken, kıvranan  bir zevkle kösnüllüklerini gidermişlerdir. Yaşamda yapamadıklarını edeb örtüsü altında sanata, güzelliğe, estetiğe saldırarak yapmak istemiştir.

     Bunlar heykele düşmandır.                                                       

     Bunlar resime düşmandır.

     Bunlar müziğe düşmandır.

     Estetik, güzellik ve insani ne varsa hepsine düşmandır.

     Bunlarda edeb’in zerafeti yerine zalimliği vardır.

     Bunlarda edeb’in hayâsı yerine sıkılmazlığı vardır.

     Bunlarda edeb-i kelâm, edeb-i sanat  yerine edeb-hane’de hüküm sürmek vardır.

     Bunlarda edeb’in içindeki asâlet yerine soy temizsizliği vardır.

     Ne diyelim; Ankara’da sanatın içine tükürmekten başlayan anlayış, Ordu’da sokaklara doğru taşmaktadır. Onlara göre Bülbül Deresi’ni Boklu Dere olarak anmak daha doğrudur. Çünkü zihniyet bu edeb içinde kendini bulmuştur.

     Bağırıyorum; Yarabbi !..Kurtar bizi bu edebsizlikten !

yildirim.gursel@gmail.com

 

ÜLKENİN BİRİNDE

Ülkenin birinde vezirler huzura çıkıp padişaha, hazinede para kalmadığını, yeni vergilere gerek olduğunu bildirmişler. Padişah, kafasını kaşıdıktan sonra sormuş:

- Ne vergisi koyalım?

- Köprülere adam koyalım, her geçenden bir akçe alsın. Ya da köprüyü tümden…

Padişah kabul etmiş, vergiyi koymuşlar. Bir süre sonra erkânını davet etmiş, sormuş:

- Tepki var mı ?

Tepki olmadığını öğrenince, iki uca birer memur konmasını ve böylece

köprüye giren çıkandan vergi alınmasını istemiş. Uygulama yapılmış. Padişah bir daha sormuş, tepki var mı, diye. Halkın hiçbir tepkide bulunmadığını öğrenince çok kızmış.

- Köprünün ortasına da bir memur koyun, gelip geçeni becersin !

Halk bu kez de tepki göstermemiş. Ama padişah ta son derece kızmış,

köpürmüş. Sonra  “ Acaba ne oluyor “ diye düşünmüş. Durumu ahaliye

sormaya karar vermiş.

Bir gün, köşkünün karşısındaki köprüye gitmiş. Köprüden gelip geçenleri otağı hümayununda toplamış. Vergiden yakınıp yakınmadıklarını sormuş. Kimseden ses çıkmıyormuş. Birini öne itelemişler. Adamcağız korku içinde söylenmiş:

- Padişahım, köprünün ortasındaki adam var ya, tek başına yetiştiremiyor.

Kuyruk uzuyor. Eve geç kalıyoruz. Lütfetseniz de bir memur daha görevlendirseler !..

* * * * 

Halkımızın tepkisizliğinin nerden kaynaklandığını bir türlü çıkaramadım. Herhalde gidişat oldukça iyi. Öyle ya ; Ölene “ şehit “ deyip maaş bağlıyoruz. Bombalanana “ Kadersiz vatandaşlarımız “ deyip tazminat ödüyoruz. Bilim adamını, gazeteciyi “ Görev dışına çıkmış “ deyip tıkıyoruz. Halkın seçtiğini  “ Doğru seçilmemiş “ deyip Meclis’e almıyoruz. Üretici zırlıyor sadece. Zırladığı için de pek aldırış etmiyoruz. Emekliye “ Fazla ödeme “ yapılmasından yakınırken, emeklinin sokak ortasında kahkahalarla gülmesini önemsemiyoruz.  Benzin kuyruğunu “ Nostalji “ diye anımsayıp şimdilerde günlük zamlara bakmıyoruz. İşçi suskun. Memurun zaten boynu bükük.

Muhalefet !

Hak getire. 

Belki şairin dediği gibi “ Bedava yaşıyoruz “ bu dünyada. Bedava yaşıyoruz da farkında değiliz. Sonra da sokakta yürümeye azmediyoruz.   

Yemez misin biber gazını !

Yemez misin plastik mermiyi !

Oh olsun sana.

Ben bu görüntüden sonra, Sayın Başbakanımız pek gelmiyor Ordu’ya ya; Sayın İçişleri Bakanımız sık sık geliyor. Bir dahaki gelişinde, topluluktan birini öne iteceğim. Sorsun bakalım ona, durumdan memnun mu ?

Bence bu halk, üçüncü kişiyi ister.

Denemesi kolay. Sayın Bakanımız Bülbül Deresi ( Nam-ı diğeri Boklu Dere) üzerindeki köprünün başında dursun. Sorsun halkına.

- Vergilerden rahatsız mısınız?

- Estağfurullah Bakanım !.. Vergi ne demek?

 

 

UTANIYORUM ÇÜNKÜ…

            “ Kısaca 4+4+4 olarak anılmaya başlanan teklif bilimsel olarak geçersiz ve fiil olarak da Türkiye koşullarına uygun olmayan hükümleri nedeniyle de derhal geri çekilmelidir. “ diyen muhalefet milletvekillerinin konuşturulmadığı bir Meclis’in vatandaşı olduğum için !

            “ Mesleği yüzünden tutuklanan hiçbir gazeteci yok. Gazeteci kimliği taşıyan bazı kişiler var: birine tecavüz ederken yakalanan, banka soyarken yakalanan… Bu kişiler beğenmediğimiz yazılar yazdıklarından dolayı tutuklanmış değiller. Çok daha kötü yazılar yazmış olan gazeteciler var ve bu kişiler hâlâ bu haklarını kullanmaya devam ediyorlar. “ diye kendine sorulan soruya yanıt veren Sn. Egemen Bağış’ın bu sözlerini duyduğum için !

            Bir belediye otobüsünde boş bulunan koltuğa oturan bayan yolcuya “ Hanım hanım, kalk o koltuktan! Az önce bir erkek oturuyordu orada. Henüz erkek sıcağı olan koltuğa kadın oturursa günah olur! “ diyen bir anlayışın hüküm sürdüğü toplumda yaşadığım için !

            “Vergi ile medyayı hizaya getirmeye çalışan Maliye Bakanımızın, 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’na muhalefetten dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin iki ayrı dosyası var. “ yayınından altı yıl geçmesine rağmen hiçbir işlem yapılmamış olmasından dolayı, vatandaş olarak yasa hükümlerine ne kadar saygılı olabileceğim endişesini taşıdığım için!

            Türban takmayı dinci erkek siyaset anlayışının dayatması olarak ülkemi sıkıntılara sokan, bunun üniversitelerde değil liselere, oradan ilköğretime indirecek kara görüşün değer kazanması karşısında kadınlarımızın geleceği konusunu yüreğimde taşıdığım için!

            Başbakan Yardımcısı Sn. Bülent Arınç’ın “ Bir de İstiklal Mahkemeleri arşivi açılsa, orada daha ne Dersimler var…”sözünden yola çıkarak, Cumhuriyetin kurulmasına karşı çıkmak amacıyla kurulan Teali İslam Cemiyeti’nin kurucularından Damat Ferit, Mustafa Suphi, Sait Molla, Rahip Frew gibi kişilerle birlikte olan; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “ … vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur …” diye bildiri yayınlayan İskilipli Âtıf Hoca’nın İskilip Devlet Hastanesi’ne adının verildiği için!

            Pozantı Çocuk Tutukevi’nde tutuklu çocuklara tecavüz edildiği iddiasını ortaya çıkaran iki gazetecinin haberi yapmaktan tutuklandığı için !

            Nato Genel Sekreteri Rasmussen’in “ Bu füze kalkanını Türk hükümeti kendi istedi. Biz onun için buraya kurduk. “diye söylemesine rağmen üsse karşı çıkan yöre insanlarına yapılan eziyeti önemsemeyen ve bu konuda açıklama yap(a)mayan iktidarın tutumu için !

             Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan TÜSİAD’a eğitimle ilgili görüş bildirdiği için azarlayarak “ Senin değil milletin arzusu olacak. Sen işine bak ve acilen değiş ..” diyen Sn. Başbakanımızın kendi dışında kişi ve kuruluşlara önem vermeyişi karşısında hayretimi gizleyemediğim için !..

            Adıyaman’da Alevi yurttaşların evlerine işaret konulduğunda “ Acaba Çorum, Kahramanmaraş  gibi yeniden mezhep kavgasına mı yöneliyoruz? “kaygısını dostlarıma sorduğum için!

            Bursa’da Hopa davasına destek vermek amacıyla saç kesme eylemi yapan dört  öğrenciye Osmangazi İlçe Belediyesi’nce çevreyi kirlettikleri gerekçesiyle 26’ şar lira para cezası verildiği için!

            Dünyada adı saygıyla anılan Kemal Atatürk’ün gençliği iç ve dış düşmanlara karşı uyaran seslenişini okul sıralarından, ulusumuzun kurtuluşunun simgesi olan bayramları anmaktan kaldırmayı düşünebilen bir Milli Eğitim Bakanı’na tahammül edebildiğim için !

            Nice acı olaylar zamanaşımına uğramazken 19 yıl önce 35 kişiyi Madımak’ta odalara sıkıştırıp yakanların suçlarının zamanaşımına uğramasını ve bunun memleketimiz için hayırlı olmasını dileyen bir anlayışla bu çağda yöneltildiğimizi yaşadığım için !

            Siz utanmıyorsanız elbet bir bildiğiniz vardır.

            Ben bunları hak etmediğimizi ; bu ulusun daha iyi yöneltildiği, daha çağdaş bir yaşama kavuşması gerektiği sevdasını taşıdığımı belirtmek istiyorum.

            Hepimizin ortak vicdanı, Türkiye Cumhuriyeti olmalıdır.

 

KOPÇA

      Oyunda tüm düğmelerimi yitirince, dedemin eski paltosuna saldırdım. Babam, yılbaşı öncesi dedeme yeni bir palto ve fötr şapka almıştı. Öğleye doğru evden çıkan dedem, bu yeni paltosu ve şapkasını giyinir, bastonunu eline alır, kasabanın deniz kenarındaki kahvehanesine ağır ağır yürürdü. Arkasından bakardık. Babam  “ Oğlum iyi bak, zamanın son efendisi gidiyor. “ derdi. Çocukluğumdan bende kalan en önemli fotoğraflardan biri de o gidişti. Diğeri de, yazıhanesindeki büyük çerçeveli, at üzerindeki Atatürk fotoğrafıydı. Onu alıp saklamak istemişimdir hep. Ama dedem öldüğünde, ben çok uzaklarda görev yapıyordum. Haber bile vermemişlerdi. Sonra çocukluğumun mutlu olarak geçtiği o kâgir, iki katlı eve gelip, dedemin odasına çıkıp, pencere önündeki sedire uzandım ve uzun uzun, içli içli ağladım. Bu odada, onunla çoğu kere baş başa kalmış, beş çayını içerken yediği pastasını paylaşmıştım. O, gazetesini okuduktan sonra sıra bana gelirdi.

      İşte o adamın, dedemin bende bıraktığı anılardan biri de eski paltosundan kopardığım kopçasıydı. Mile oyununda, bütün düğmeleri Yılmaz’a kaptırmıştım. Yılmaz, taş bilyesiyle önüne geleni deviriyordu. Mahallede onunla yarışabilecek kimse kalmamıştı. Nerdeyse pantolonlarımızın önündeki düğmeler bile tükenecek olmuştu. Dayak korkusu olmasa, onları da koparacak Yılmaz’la mücadeleye devam edecektik. Ben son düğmemi de yitirince, aklıma dedemin eski paltosu geldi. Eve koştum. Palto, dedemin kullandığı odasının kapı arkasında asılı duruyordu. Evde de kimse yoktu. En alttaki kopçayı çektim.  Pıt diye kopuverdi. Tekrar oyun yerine seğirttim. Yılmaz’a dört düğme karşılığı vererek oyuna başladık. Ne var ki kısa zamanda onları da kaptırdım. Yılmaz, kabara tavuk gibi geziniyor, cebindeki düğmeleri çın çınlattırarak çalım atıyordu. O anda Ferdi’yle gözgöze geldik. Birden ikimiz Yılmaz’ın üzerine saldırdık. Alt alta yuvaralanırken Yılmaz’ın cebinden fırlayan düğmeler, dedemin kopçası, bilyeler etrafa saçılmıştı. Diğer çocuklar da bağırıyor, çağırıyor; bir yandanda kaybettikleri düğmeleri gizli gizli topluyorlardı. Ben dedemin paltosundan kopardığım kopçayı görünce Yılmaz’ı bıraktım. Eğilip aldım ve taa fanilamın içine attım.

      Etraftan koştular. Bizi ayırdılar. Yılmaz da “ düğmelerim, bilyelerim ! “ diye ağlıyordu. Sümüklü Ali “ Ama hepimizi üttü o ! “ deyince herkes gülüştü. Yerden toplananların birazını tekrar Yılmaz’a verirken, bazılarını da ceplerde saklamıştık. Herkes bu üleşe razı oldu.

     Ben dedemin kopçasını kaptırmadığım için çok memnundum. Evde dayak ta yesem pek önemli değildi. Sonuçta dedemden kalan bir hatıram olmuştu. Onu hep yanımda taşıdım.

      Yıllar sonra ben de emekli olunca, dedemin paltosuna benzer bir palto ve fötr şapka aldım. Eşime bile çaktırmadan, o kopçayı, paltomun iç tarafına diktim. Evet, kendi ellerimle ağlıya ağlıya, mutluluk gözyaşları dökerek diktim. Biz ilkokuldayken etamin bezden iplik çekmesini, ilik açmasını, düğme dikmesini Aile Birliği dersinde öğrenmiştik. 

        Gün gelir, bu dünyadan göçtüğümüzde, torunlarımdan biri, “ dedemin paltosu “ deyip kopçalarından birini söker mi; hiç zannetmem. Çünkü onlar, ne düğmeyi, ne kopçayı, ne de Bilye oyununu bilebilirler. Olsa olsa hatıra olarak, yanaklarına kondurduğumuz öpücükler kalır.

      Çağımızın çocukları sevgiye o kadar muhtaçlar ki !..

 

 

İNSANI ÜZEN MEVZULAR

 

“Bütün insanlar bu yola koyulsa, itiraf edin ki toplum kusursuz olurdu. Ortalıkta mutsuz insan kalmazdı…

- Bu demek ki papaz efendi, ben düşünüyorum, siz hissediyorsunuz. “

(Honore de Balzac / URSULA MIROUET )

“Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş merhalesi, insan varlığının en açık şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsemesiyle başlar “ diyor 1941 yılının Maarif Vekili Hasan Ali YÜCEL. Ne var ki günümüzde sanat eserlerine karşı takınılan tutum hiç de açıcı değil. Sanata duyulan ilgisizlik kadar, sanatın nasıl olması konusunda da fikir yürüten siyasilerimiz, sözcük yerindeyse, tam anlamıyla çuvallamaktadırlar. Sanatçıyı kendi çuvallarına gömmek isteyenler, sözleriyle, bizleri de ürküterek, güya, sanattan uzak tutmaya çalışmaktadırlar. Halbuki bir ulus, sanata duyulan ilgi ve sanatçıya duyulan saygıyla kimliğini bulur.

Sanat, insan yaşamını güzelleştirir.

Sanat, insanları birbiriyle kaynaştırır.

Sanat, topluma yeni ufuklar açar. İnsanları daha geniş ufuklara davet eder.

Bir fotoğrafçıya hep aynı objektiften ve aynı açıdan bakmasını isteyemezsiniz. Onun ışığı, rengi, bakışı yakalaması ayrı, beklide, aykırı bir bakışı gerektirir. O zaman fotoğraf sanatçısı olunur.

Bir yazar, eserinin konusunu kendi özgün görüşü ve yazı dünyasıyla oluşturur. Çabası, Dünya Edebiyatının değerleriyle koşut olduğu ve ülke çapında farklı statüde algılandığında önem kazanır. Onu Devletin ölçüsüyle yönlendiremezsiniz. O zaman edebiyat olmaz, yazım sanatı olmaz.

Bir heykeltıraş, bir ressam, bir mimar, bir müzisyen dar kalıplara sığdırılamaz. Bir tiyatro, bir sinema filminin sayfalarına devletin mührünü vuramazsınız. O zaman özgünlük olmaz.

Ha ! Bulunduğunuz makamda bir yöntem geliştirmek, sanatı ve sanatçıyı avucunuz içinde görmek istiyorsanız, yalaka takımından kişiler, aslında kişiliksizler yakalayıp endam-ı sanat icra edebilirsiniz. Alkışçılarınız çok olur. Ama onlar neyi alkışladıklarını bilmezler.

Tıpkı tarihini bilmeyip Muhteşem Yüzyıl’daki  ahmaksızlık gibi ekranın albenisinde kimliğini yitirirler. Kanuni Süleyman’ı yorumlamak ayrı şeydir; o devirle ilgili bir ekran dizisini ortaya koymak ayrı bir şeydir. Halkımız elbette Saray’ı, Sarayda çevrilen dolapları bilmelidir. Ama sarayı sadece bu olaylarla tarif edilir bulmak ta çok yanlıştır. En önemli bir yanlış daha vardır ki, o da senaryosu ortaya konmuş bu diziye devlet eliyle müdahale demektir.

Biz, devleti yönetenlerden, halkının mutluluğu ve güveni için çalışmalar bekliyoruz. Sanatçıyı rahat bırakın, halkıyla el ele tutuşsun ve onun görmek, bilmek istediklerini sahnesiyle, fırçasıyla, taşıyla, kalemiyle, objektifiyle sergilesin.

İşte o zaman toplum mutlu olurdu.

 

 

ERKEKLER SOL YANINDAN VURULUR

                             

            Erkekler sol yanından vurulur. Çünkü yürekleri sol yanındadır. Cananını görse yüreği çarpar. Ondan uzak kalsa yüreğine dert olur. Başkasının yanında olduğunu fark etse yüreğinin yağı erir. Kavuşamamışsa yüreği yaralıdır. Selamını alsa yüreği serinler.

            Erkeklerin işi yürekler acısıdır, doğrusunu söylemek gerekirse!

            Ya kadınlar?

            Yemeği yürekten yapmamışlarsa muhakkak tuzu fazladır. Yüreğim tükendi dedilerse ocakta süt taşmıştır. Artık yürekleri soğumaya başlamışsa, vay erkeğinin haline! Durum yürekler acısıdır.

            Erkeğin yüreğinin serinlemesi gerekir. En güzel serinleme, eşinin başını, erkeğinin sol yanına koymasıyla olur. Çünkü erkekler sol yanından vurulur.

            Üzüntüsü hafifler.

            Kadınların yürekleri sızlar mı; bilinmez. Sevgi denen nesne, erkeğin yüreğine dert olmuşsa, onu gördüğünde yüreğinin yağı erimişse, yüreğine ateş düşmüşse; kadının yüreği oynar mı; zannetmem.

            Çünkü kadınların yürekleri sağdan çarpar. Sağdan çarpan yüreğe kan gitmez. Yüreği kabarmaz. Onun için kadınları soldan vurmamak gerekir. Vuracaksanız, sağdan vurun. Yoksa yüreğinize su serpmekten başka bir şey yapamazsınız.

            Peki, yürek bu denli katı mıdır?

            Kendini Karadeniz poyrazına vurmuş bir erkeği düşleyin. Yürekler acısı bu durum karşısında hangi kadının yüreği yanmıştır da yüreğini ortaya koyarak erkeğine yelken olmuştur; ben görmedim.

            Boztepe’nin sisi içinde kaybolmuş nice kadın bilirim. Yürekleri Selanik olmuştur. O zaman yüreği kabarır erkeğin; koşar, yüreğini dümen yapar, kadınını sol yanına alır,  yeni ufuklara açılırlar.

            Dedim ya, erkekler sol yanından vurulur.

            Ey kadınlar! Yüreğiniz cız etmesin sakın.

            Ey yüreği yufka erkekler! Güneşin batmasına aldanmayın. Bulutun ayın önüne gelmesine de kanmayın. Çünkü hiçbir yürek tükenmez. Tükenirse aşk tükenir. Tükenirse varlık tükenir.

            Ancak erkekler, sol yanından vurulduklarında tükenir.

 

NALIN-I ŞERİF

             “Topkapı Sarayı’nda mübarek emanetler arasında Peygamberimizin Bir tek nalını da bulunmaktadır. 1872 ‘ de bu nalının diğer tekinin Canik’te  bulunduğu şayi olur (herkes duyar), Nalın Canik’ten Samsun’a bir katır sırtında gönderilir. Samsun halkı başta mutasarrıf olmak üzere, şeyhler, medrese talebeleri, askeri ve sivil memurlar ve çok kalabalık halk topluluğu ile nalını karşılamak için Samsun’a yarım saat mesafede bir yere karşılamaya çıkarlar ve büyük bir merasimle karşılarlar. Bundan sonra, nalını Samsun’dan alıp İstanbul’a getirmek için hükümetçe, on bir kişilik bir heyet, Şiar-ı Nusret vapuruyla Samsun’a  gönderilir; 

            Samsun mutasarrıfı, nalın kucağında bulunduğu halde, büyük bir merasim ile vapura gider ve onu vapur süvarisine teslim eder. 

            Nalın, İstanbul’da da büyük bir merasim ile karşılanır ve Topkapı Sarayı’nda ziyaret edilmesi için özel bir program hazırlanır. 

            “(Kaynak: Hakaik-ül Vekayi – 28 Mayıs 1872 )Bu nalın olayının sebep olduğu, mucizeler ve kehanetler gazetelere intikal (haber olarak geçme) etmiştir. “

             Nalını Samsun’a getirmekte olan katır, koyun sürülerinin hizasından geçtiği sırada, nalının cazibesine kapılan koyunlar katırın etrafını almışlar ve hazin hazin melemişlerdir. Kötürüm bir ihtiyar yürümüş, yıkanan nalın örtüsünün suyunu içen dört yaşında kötürüm bir çocuk iyi olmuştur. 

            Nalın olayını yazan muharrir de, asırlarca birbirinden ayrı bulunmuş olan bu iki nalının bir araya gelmelerinin, padişah efendimizin ruhani kudretinin bir eseri bulunduğunu; nalınlardan birinin, devletin bahri kuvvetini (deniz kuvveti) , diğerinin de berri kuvvetini (kara kuvveti) temsil ettiğini ifade ederek Osmanlı Devleti’nin düşmanlarına muzaffer olacağı kehanetinde bulunmuştur.

            Bu devrin devlet adamları, gerçekte, mutaassıp  bulunmamalarına rağmen, halkın taassup içinde bulunmasını, bir “ Hikmet-i Hükümet “olarak kabul etmektedirler… 

            Görüyorsunuz değerli okuyucular; 

            Hikmet-i Hükümet devri hiç bitmiyor. 

            Halkın cehaletinden yararlanmak isteyen, devleti ele geçirmiş olan zihniyet her zaman dinsel inançlarımızı kullanarak iktidarlarını sürdürüyor. Bunun karşı devrimi, aydınlanmadır. Hayatın gerçeklerini iyi kavrama, olaylara bilim gözüyle bakma, dinsel inançları sömürü kaynağı yapmamaktır.

            Keşke yapabilsek !

            Ama halkımızın yüksek anlayışı ve iradesi bunu da aşacaktır; inanıyorum.

 

 

DÜŞEŞ ATTIM YEK GELDİ

     

 

     Tavla oyununu oynayanların çoğu, oyunun tarihini bilirler mi; pek zannetmem. Biz “ bilmek “ yerine, gördüğümüzü alarak işimizi sürdürmeyi iyi beceririz. Bu nedenle bizim tarihimizde “ Buluş Kültürü “ yok gibidir.

     Eski zamanlarda Hint İmparatoru, satranç oyununu Pers İmparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiş. Mektubunda oyunla ilgili bir açıklama yapmayarak şöyle bir ileti yazmış.

    “ Pers İmparatoruna;

     Kim

     Daha çok düşünüyor,

     Kim 

     Daha iyi biliyor,

     Kim

     Daha iyi ileriyi görüyor ise

     O kazanır.

     İşte hayat budur. “

     Pers İmparatoru dönemin en alim veziri olan Büzur Mehir ile bu iletiyi paylaşarak, ondan oyunu çözmesini ve kendisinin de karşılık olarak Hint İmparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini istemiş. Vezir, haftalarca çalıştıktan sonra, gönderilen satrancın her taşının hareketlerini ve oyunun stratejisini çözmüş. Daha sonra da on günde “ Tavla “ yı icat etmiş ve İmparatora sunmuş. Pers İmparatoru da, Hint İmparatoruna tavla oyunuyla birlikte göndermek üzere şöyle bir ileti yazmış.

     “ Hint İmparatoruna;

     Evet , kim

     Daha çok düşünüyor,

     Kim daha iyi biliyor,

     Kim

     Daha iyi ileriyi görüyor ise

     O kazanır.

     Ama biraz da şanstır.

     İşte hayat budur.

     Persler, oyuna dilimizde “ Tahta üzerinde savaş “ anlamına gelen Takhteh Nard adını vermişler. Ülkemizde ve Yunanistan’da oyuna  “ Tavla “ denilmektedir. Dünya genelinde ise “ Backgammon “ olarak bilinir. Oyunda atılan zar, Farsça olarak söylenir. Ama günümüzde Türkçeleştirilmiş şekliyle daha iyi anlaşılmaktadır.

     Oyun, zaman kavramından ilham alınarak icat edilmiş; senenin birliğini ifade ediyormuş. Tavlanın içindeki karşılıklı altışar hane 12 ayı; 15 beyaz ve kara pul, ayın 15 gece ve gündüzünü; karşılıklı 12’ şer hane günün 24 saatini simgeliyormuş.

     Zarla oynanmasından dolayı, daha çok bir şans oyunu olarak görülmekte; bir oyun boyunca her zarda ayrı bir taktik kurgusu gerektirmektedir. Bu nedenle gerçek bir beyin jimnastiği ve akıl oyunudur.

     Peki, biz tarihini ve niçin kurgulandığını bilemediğimiz bu oyun için ne yaptık, ne düşünüyoruz?

     Elbette hiçbir şey!

     Sadece oynuyoruz.

     Alışmışız bir kere: Gör ve kap. Al ve kullan. 

     Düğünlerde bir Tokat türküsü söylenir. Türküyü duyanlar, hatta istekle onun çalınmasını isteyenler, müziği duyduklarında yerinde duramaz , en şıkırdım şekliyle oynamaya başlarlar.

     Hey On beşli on beşli

     Tokat yolları taşlı

     On beşliler gidiyor

     Kızların gözü yaşlı …

     Halbuki bu türkü, askere giden 1315’ liler için ağıt olarak söylenmiştir. Gün gelmiş biz oyun havasına çevirmişiz. Hep böyle değil miyiz ? 

     Bilmeden atıyoruz !..

     Her şeyi biz biliyoruz !..

     Tunus’ta Mısır’a; oradan Suriye’ye ; silahtan Patriot’a; zalimden savaşa; türbandan okul giysisine; Mesir macunundan üç çocuğa ; Obama’nın başkanlığına, heykelin ucube oluşuna, sanatın içine tükürüşüne … kadar.

     Sonra da tavla kutusunu kolumuzun altına sıkıştırıp “ Öğren de gel “ diyorlar.

     Öğren de gel !

     Tavlayı bilmediğimiz kadar tarihimizi de bilmediğimiz için hep öğreniyoruz.

 

 

LÂFIN TİTREMESİ

Kitaplığımdan 1966 Varlık Yıllığı’nı çektim. 

Sayfa 517 … Ceyhun Atuf KANSU’nun Duran Pelit adlı öyküsünü okuyorum.

 “… Yahu bu havada bizim Aktarma Mehmet’e döndü, diyerek güldü. Adam kredi alacak demirkırat olur; muhtara kızar halkçıya döner; karısıyla kavgalaşır milliyetçiye gider; dört karı alınırmış bölüğün başısı, başa geçende. Köyde ona Aktarma Mehmet diye takılırlar, bir tirenden bir tirene atladığından, hızlı posta gibi doğru gitmediğinden herhal. Herif Erzurum’dan Haydarpaşa’sına dört tiren değiştirir, ondan Aktarma Mehmet demişler. Bu hava da işte Aktarma Mehmet’in havası…” 

 

Öyküyü sonlandırdım. Kendime sordum.

O öyküden günümüze değişen bir şey var mı?

Herkes Aktarma Mehmet gibi.

Hava, Aktarma Mehmet’in havasının aynısı.

İşini yaptırmak istiyorsan şimdinin demirkıratı olacaksın. Muhtar, evin kapısına kadar yolu çakıllatmadımı, döneceksin halkçılara. Köyde seni pek hafife mi alıyorlar, olacaksın milliyetçilerden. Esip gürleyeceksin ki karı kız korkacak senden.

Olmadı mı beyim, yol değiştireceksin; bindiğin atı, öptüğün eli değiştireceksin. Ne demiş atalarımız; el öpmekle dudak aşınmaz ! Yeterki işin görülsün. Bu gün demirkırat olur, kızını işe sokarsın. Hemi de talibi artar. Kapını aşındıran çok olur. Baktın rüzgâr yön değiştirmiş, halkçılar kuvvetleniyor, yelkeni o yana bordolayacaksın. Her Çarşamba partide görünüp hem çay içeceksin, hem de evetleyeceksin. Sırt sıvazlayacaksın. Bu kez oğlunu Belediye’ye atmışsın.

Devran beyim, ne yapacaksın!

Adın Aktarma Mehmet değil ya, hem onu tanımazsın bile. Nerden tanıyacaksın. Ama havayı yakalamak lâzım. Bizim ülkede geçinmek zor.

Canım sıkıldı. Sayfaları geriye doğru çevirdim. Sayfa 464 .. Adnan Binyazar’dan “ Sıpalar “ öyküsü çıktı karşıma. Okumaya devam ettim. 

“ … Eşek anırtısını çok içten bulurum “ dedi dalgın olanımız, uykudan uyanır gibi dikelip. 

“Köy yaşamımı eşekler ansıtır bana. Bir de horozlar. Odamız ahıra bitişikti. Kışın horozları da ahıra alırdık. Eşeklerin anırtılarıyla uyanırdık. O günlerin alışkanlığı, sabahları hep horoz sesi ararım…”

“ Ses dediğin eşek sesidir. Eşek sesiyle uyanmak, ah !. “ diye oturduğu yeri sürünerek değiştirdi, güleç yüzlü esmer arkadaş… “

O öykü de bitti. Yıllığı kapadım.

Hangi sesle uyanmak, kişinin hakkıdır; öyle ya, kimi horoz sesini, kimi eşek sesini duymak ister. Can sıkıntımı gideremedim. TV’yi açtım, olmadı. Gazeteleri okuyorum, tutmadı. 

Her taraftan bir ses. 

Kimi !

Pencereden dışarı baktım.

Hava !

 

 SEN MİSİN KONUŞAN

            “Dünyada her esere paha biçilir ama  öğretmenin eserine paha biçilemez !... Çünkü o eser eğitilmiş insandır. “ demiş filozof Sokrates. Sokrates’in sonunun zehirli baldıran şurubuyla olduğunu belki unutmuşsunuzdur; anımsatırım.

        Atatürk sadece M. Kemal olaydı bu kadar önemli olur muydu; düşünmek gerek. Üzerine bu denli düşüp, şimdilerde onu kahretmek için bu kadar uğraşırlar mıydı; fark etmek gerek. O’nun 

“Başöğretmen Atatürk “ oluşu, yaptığı devrimlerin ana sistematiğini oluşturuyor görüşündeyim. Çünkü “Benim asıl anlatılacak yanım öğretmenliğimdir “ diyen büyük insanı iyi ve doğru anlamak gerekir.

        Peki; anladık mı?

        Allah’ı var; övgülü sözlerimize diyecek yok.

        Ellerinden öpülesi öğretmenim !..

Fedakâr ve cefakâr öğretmenlerimiz !..

        Değerli, unutulmaz öğretmenler !..

        Ülkeyi aydınlatan yüce öğretmenler !...

        Ve elinde çiçek demeti, öğretmenine koşan çocuklar; bizim çocuklarımız !

        Osman izin almak için Öğretmenler Odası’na girince öğretmeninin büyük bardak çayla, kantinden aldığı simiti ağzına dolduruşunu gördü. Görmemek için başını öne eğdi. Öğretmeni yanına çağırdı, başını okşadı. İçinden,  “ Bilseydim kaşarlı kahvaltı paketimi getirir, öğretmenimle paylaşırım “ diye geçirdi…

        Yusuf, bu sabah öğretmeninin sınıfa düşünceli girdiğini ve isteksizce “ Açın 123. Sayfayı, okuyup özetini çıkarın “ dediğini görünce, yine onun sıkıntılı bir günde olduğunu anladı. Akıllı çocuktu. Öğretmeninin cebinden At Yarışı biletinin ucunu görmüştü. Babası Ganyan Bayisi idi. Öğretmenini de zaman zaman orada görüyordu. Keşke yanına yaklaşabilse, babasından yarışlar için alacağı tüyoyu, öğretmenine söyleyebilse !

        Ayhan, annesinin yanına yaklaştı. Onun dikkatle okuduğu sayfaya baktı. Annesi bir fotoğrafı gösteriyordu. Altını da oku oğlum, dedi. Atanamayan bir öğretmen elektrik malzemeleri satan bir yer açmış. Artık bu işi yapacağım, diyor. Annesine sordu. Atanamayan öğretmen ne demek?

        Başbakan, Doğu’da çalışan öğretmenlerin lojman sorununu çözdük, diye konuştu. Yani, öğretmen başına kurşunlar yağarken ya da deprem anında sığınacak sağlam yapılı lojmanlara kavuşmuştu; daha neye gerek var ki!

        Şiirler okundu...

        Şarkılar söylendi…

        Hatta yemek bile verildi.

        Tören bitti. 

        Öğretmenler Günü sona erdi.

        Bunca öğretmen, öğretmene bu şekilde değer verilemeyeceğini öğretemediği gibi, bunca Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakan, Milletvekili, Genel Müdür, Vali, Kaymakam, Hamal, Boyacı, Çiftçi, İşçi, Memur, Bankacı, Doktor, Subay, Genelkurmay    Başkanı… öğretmeninin değerini anla (ya) madı !..

        Ama törende hepsi vardı!

        O günün akşamıyla beraber hepsinin üstüne bir sessizlik çöktü. Hepsi öğretmenini çoktan unutarak nurlu ufuklara doğru selam çaktılar…

        Ağrı Dağı’nın eteklerindeki bir okulda bir öğretmen ise maaşıyla aldığı sütü öğrencilerine içirmek için ocağı yakıyordu. Dumanını gören oldu mu?

 

 

ŞEMSİYE

            12 Eylül’de ilimize atanan Paşa vali  (Allah rahmet eylesin) askerliğinin verdiği disiplin ile tüm kurumları hizaya getirmek, belli bir düzen getirmek istedi. Bayramlarda onun verdiği kıta sıralaması üzerine ilkokul çocuklarımızı bile yeniden yürüyüş koluna hazırladık. Tören geçişi sırasında protokole bakan ilk sıra başını döndürecek, diğer  sıralar düzgün halde yürüyecekti. Her kıtanın başındaki öğretmen de önde ve düzgün adımlarla gitmeliydi. Ben Sayın Vali’nin yanında not tutuyordum.

            Yürüme düzeni hakkında okul müdürlerine sıkı sıkı uyarıda bulunmuş, öğretmenlerin giyimleri ve çocukların disiplinli hareketleri konusunda gerekli mutabakatı sağlamıştık.

            23 Nisan günüydü. Okullar, Belediye Bandosu’nun heyecanlı çalışıyla sevgi ve neşe dolu şekilde yürüyordu. Hele Okul Müdürlerinin ve öğretmenlerin yürüyüşü çok güzeldi. Ama birden bir şey oldu. Paşa Vali, bana dönerek önde yürüyen bir öğretmeni gösterdi. Güzel giyimli öğretmenimizin elinde şemsiye, ritmik kol hareketiyle birlikte gidip geliyordu.

            Sert emirleri not ederken bende de terler akıyordu.

            Şemsiye kullanmayı pek sevmem. Hele dar Ordu yollarında şemsiye kullanmak oldukça zor  oluyor. Onun için genellikle şapkayı tercih ederim. Ama o olmayınca da olunmadığı günler oluyor. Başınıza şakır şakır yağmur yağarken şemsiye açmadan yürümek de biraz aptallık olur galiba.

            Bazı kişiler bu şemsiye meselesine daha ciddi bakıyor herhalde. Havaya bakıp şemsiyesini koluna takmadan çıkmıyor mesela. Hava bulutlu da olsa, olur ya yağabilir, ver hanım şu şemsiyeyi, deyip  adımını dışarı atıyor. Dikkatli olmak iyi bir şey… Akıllı bir davranış…

            10 Kasım’da Atatürk Anıtı önündeki törende, saygı duruşu sırasında, törene katılan tüm kişilerin ellerindeki şemsiye kapanmışken bir şemsiyenin kapanmadığını fark ettik. O fotoğraf yerel gazetelerimizde de yayımlandı. O şemsiyenin ve kişinin özelliği nedir, anlayamadık. Niye kapanmadığına dair de yorum yapamadık.

            Dikkatli olmak iyi bir şey, demiştik ama bu dikkat dağınıklığını da çözemedik. Sayın Valimizin bu konulardaki özenini biliyoruz. Zannederim o fotoğrafı da görmüştür.

            O şemsiye kimin elindeyse !..

            Ben o kişiyi tanımıyorum. Belki yaptığı hareketin farkında olmadan gerçekleşmiş bir davranış; öyle yorumlamak istiyorum. Ama bir gün kendisine, törenler sırasında nasıl davranılacağı sorulduğunda, o anı anımsayıp bocalayabilir. Gönül isterdi ki daha özenli davranabilsin; yoksa art niyeti olamaz, gibi düşünüyorum.

            Kullandığımız araçlar, bazen istemeden başımıza bazı sıkıntılar açabiliyor. O araçların ne işe, ne zaman yaradığını anladığımızda bu sıkıntıları da atlatabiliriz. Ah, bu şemsiye !... Ben iyi ki pek meraklısı değilim. Hatta eşim kullandığı için, yağmur bahanesi de olsa kollarına sığınıp !

            Hıı !.. Şunu da itiraf etmeliyim. 

            Birkaç tane şemsiye kaybettim. Baktım olmuyor, şapkaya dönderdim işi. Fötrüm de var. 

            Doğrusu yakışıyor da; arkadaşlar öyle diyor.

 

HAYIRDIR  İNŞALLAH

                     Ülkenin birinde Rüya Görme ve Yorumlama yarışması düzenlenmiş. Yarışmacılar internet yoluyla rüyalarını ya da yorumlarını gönderecekler, sonuç halk oylamasıyla belirlenecekmiş.

     Rüyalar peşpeşe gelmeye başlamış.

     . Köyünün deresine HES yapan firmanın sahibi, köyün kaynak suyunun kesildiği fark edilince, köylüleri tarafından köye alınmamış. Köylüler Kurban Bayramı namazına gitmeyip, o sabah camide imamla o kişiyi yalnız bırakmışlar. Adam dayanamamış. Eline kazmayı alıp “ Nasıl yaptımsa öyle yıkarım “ diyerek  HES’in  duvarına vurmaya başlamış. Rüyayı gören bayan kişi de rüyasında elini kolunu sallayarak çabalıyormuş. Uyanınca anlamış ki, inşaatta çalışan eşine vuruyormuş !..

     . Ülkesinde terör olayları o kadar azgınlaşmış ki, halk artık yeter diyeceği yerde göbek atmaya başlamış. Ülkenin büyük büyük başkanı, bu göbek olayını kötüye yorumlamış. Danışmanları, ona olaylara müdahale etmesi gerektiğini söylemişler. Bir gün ülkenin yüreğini vuran acı bir olay olmuş. Nerdeyse ülkenin birliğini bozacak kadar etkili olan bu olay karşısında, büyük Başkan, Meclis’i toplantıya çağırmış. Hep birlikte orada olacağız, demiş. Oraya gitmişler. Rüyayı gören kişi de, her nasılsa kendini gidenler arasında görmüş. Elinde bayrak, sloganlar atıyormuş. Bağırtısına eşi uyanmış. Ona demişki!...

     . Güllük gülüstanlık bir ülkede yaşıyor gibiyim. Ülkenin Başbakanı yurt dışı gezilerinde gördüklerini anlatıyor, ben de öyle olmak istiyorum, dermiş. Bir gezisinde altın kaplamalı uçağı, binlerce otomobili ve eşsiz görüntülü sarayı olan bir Sultan’a rastlamış. Aslında onun davetlisi olarak oraya gitmişmiş. Öyle ya gezen mi çok bilir, okuyan mı; o gezenin çok bildiğine inandığından aile efradını alıp  gezip dururmuş. Aksilik ama bu gezisi, ülkesinin kurucusu olan kişiyi anma gününe rastlamış. Fakat pek de önemsememiş. Geri dönünce ibrikçibaşısını, kâtiplerini, alkışcılarını yanına çağırmış. Ben de öyle olmak istiyorum, tez elden yasaları değiştirin, demiş. Hemen kolları sıvamışlar. Ülkeyi tek elden yönetmenin daha iyi olduğunu anlatmak için yollara düşmüşler. Rüya sahibi, yollara düşen bu kişilerin başına taş düşmesin diye köy yolunun yalçın kayalıklı, virajlı yerinde nöbet tutmaya başlamış. Niye, diye sormuşlar. O da, olur ya … şeklinde uykusunun tatlı yerinde  konuşurken çoluk çocuğu sese uyanmış. Babalarını hafifçe dürtmüşler . Uyan baba, sabah oldu, demişler !...

     . Şu anda bulunduğu önemli makama gelmesi mümkün değilmiş. Önündekiler tutuklanınca yolu açılmış. Yürü ya kulum, diye dürtü gelmiş. O da yürümüş . Ama aksilikler peşpeşe gelince canı sıkılmaya, koltuğunda pek rahat oturamamaya başlamış. Günün birinde çok vahim bir olay olmuş. Halkta tepki üstüne tepki. Geceleri nöbetler geçiriyormuş sanki. Bir gece terli terli uyanınca, duramamış, üniformasını duvara asıp sivil giysilerini giymiş, makam odasına çıkmış. Gören arkadaşları şaşırmış. O hiçbir açıklamada bulunmadan istifa dilekçesini verip ayrılmış. Eve geri dönerken yollara dizilmiş vatandaşlar onu alkışlıyorlarmış. Hiç böyle alkış görmemiş… Alkış seslerine uyanmış. Gördüğü rüyayı eşine anlatırken öylesine mutluymuş ki !..

     . Rüya yorumcuları, böyle rüyalar hiç duyulmuş şeyler değil, diyerek yarışmadan çekilmiş. Rüyaları okuyan, okuyandan duyan halk ise demişki;

     “ Hayırdır inşallah ! “.

yildirim.gursel@gmail.com

ESECİ DURSUN DAYI

           

            “… 1911’ de İstanbul’a gittim. Sultan Hamit’in kızı, Enver Paşa’nın karısı Naciye Sultan’ın atlarına baktım. Aylık 9 mecidiye alıyordum. Çırağan Sarayı’ndaydım. Dayanamadım, oradan kaçtım. 17 yaşından sonra arabacılık, seyislik yapmaya başladım. İki Ermeni, iki Rum kızı ahbabım vardı. Sultan Reşat zamanında Sadrazam Ahmet Paşa’nın arabasını koşmaya başladım. 1915’te Mondros Mütarekesi açıldı. Vahdettin’i çağırdılar. Dediler ki imzayı at, Çanakkale Boğazı’nı aç. O da imzaladı. Boğazı açtı.  Son aylarda İngiliz, Fransız, İtalyan  serbestçe Çanakkale’den girdiler; 150 tane zırhlı harp gemisi ile. İngiliz Harington  Paşa üç devletin komutanıydı. İstanbul’u işgal ettiler.  Birinci olarak tersaneleri yelsim aldılar. İkinci telgraf tellerini kestiler. Üçüncü Harbiye Nezareti’ni teslim aldılar. Dördüncü İngilizler, Karadeniz sahilini Rus sınırına kadar teslim aldılar. İtalya Konya’ya girdi. Fransa Adana’ya girdi. Yunanistan da İzmir’den asker çıkartıp Anadolu’ya saldırdı. Harington , Yunanistan’a Trabzon’da Rum hükümeti kurmayı vaat etti ;  Ermeniler’e  Erzurum’da Ermeni hükümeti. … Kazım Karabekir Erzurum’da kolordu komutanıydı. Atatürk daha albay , İstanbul’da. Vahdettin’e,  Mondros’u mütareke ettin; düşman girdi, hadi kov. Dar görüşlüsün !...Atatürk, Vahdettin’den 3. Kolordu Müfettişliği’ni istedi. 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktı… 31 Ekim 1923 ‘ de tezkere aldım. 9 yıl askerlik yaptım…”

     Bu sözler aynen onun ağzından. 

     Köye elektrik gelecekti. Namazdan çıkınca köy meydanında yığılmış direklerin üzerine oturuyor, sohbetimizi yapıyorduk. Yıl 1981 ‘ler.

     Atatürk’ü anlatırken çenesi, elleri titriyordu. Hemen ellerine sarılıyordum. O yıllarda Ata’ya yapılanları hazmedemediğini, hadi dense Ankara’ya seğirteceğini söylüyordu. Ondan nice öyküler dinledim. Elbette günü gelince onları da anlatacağım . Konuşmalarımızı “ Faldaca “ adlı köy kitabımda yazdım.

     En çok etkilendiğim, bunları hafızasında nasıl tutmuştu! Elbette M.Kemal’i unutmak mümkün değil. O’nu heyecanla gençlere anlatmak, yaptıklarının ne doğru şeyler olduğunu halka belirtmek gerekliydi. Hep bunları vurgulardı. Hele savaş anıları, Boğaz’da yabancı askerleri sulara gömmeleri gizli kalmış Kurtuluş kahramanlıklarıydı.

     O ve Ben, Mustafa Kemal’i öyle sevmiştik. Oturup söyleşiye başladığımızda yanımıza gelen yaşlı ve gençlerin gözlerindeki ışık, bizi hep umutlandırdı.

     Bu günleri görseydi, umutlarını yitirmiş olur muydu acaba; zannetmem. Çünkü M.Kemal ışığı, öyle bir ışıktır ki kendinden bigane olanları ezer gider. Onları sonsuzluğa gömer.

     Onun için M. Kemal’i iyi tanımalı, eserlerine iyi sarılmalı, bize gösterdiği yoldan sapmadan azimle çalışmalıyız. Belki 10 Kasımlar bir fırsattır; elbette anlayana !

                yildirim.gursel@gmail.com

 

 

BİR GARİP ADAM

 

     Gazi Paşa.

     Reis Paşa.

     Attila İlhan kitaplarında Mustafa Kemal’i böyle tanımlar. Onun bağımsızlık idealine son derece bağlıdır. Avrupa soluna uzak durur. Kurtuluşu zaferle tamamlamış Atatürk’ün antiemperyalist çizgisine uygun Ulusal Sol kavramının sevdalısıdır. Ona göre “ Türk aydını Batı’dan devşirilmiş “ tir. Anadolu insanını tanımamaktadır.

     Son yıllarda bu durum daha da derinleşmiştir. Özellikle “ Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra KGB belgelerinden görüyoruz ki, Türkiye’deki sosyalistlerin çoğu maaşa bağlanmışlar orada. Bugün de basında Alman, Amerikan vakıflarından, Avrupa fonlarından para alarak, onlar adına hareket eden pek çok isim vardır ve bunlar artık ayıp olmaktan çıkartılmıştır. Maalesef Türkiye bu noktaya gelmiştir  “ tanımlaması aydınlarımızın ve Medyanın durumunu açıkça göstermektedir.

     İnönü, Köy Enstitüleri gibi bazı alanlarda karşıtlığıyla da bilinir ve bu konularda yoğun eleştiri alır. Ancak bu görünüm onun Ulusal Sol bakışını değiştirmez.

     Milli mücadeleyi daha iyi anlamak için onun Kurtlar Sofrası, Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Yaraya Tuz Basmak … gibi  romanlarını okumak; yine şiirlerinin ahenkli tonunu hissederek tadına varmakla onu tanıma yolunda adımlarımızı atmış oluruz.

     Şu satırlar onun M. Kemal hakkındaki düşüncelerini özetler : “ … Ben Mustafa Kemal’i önemserim. Önemsememde haklı olduğuma inanırım. Bence Kemal Paşa, iktidarın yapısal niteliğini değiştirdiği için önemli bir devrimcidir; mazlum milletlere karşı azgın saldırganlığını sürdüren emperyalizmle boğuştuğu için de yaman bir Üçüncü Dünya lideridir. Mustafa Kemal Hareketi, Tanzimat’la Mütareke  arasında oluşan, ama bir türlü gerçek doğrultusunu bulamayan uluslaşma sürecine gerçek dinamiğini verebilmiş, Osmanlı’nın ümmet toplumundan Türk ulusunu çekip çıkarmıştır, hem de ulusal kuvvetleri (Kuva-yı Milliye ) ulusal iradenin buyruğuna vererek ! Bir önceki iktidarın halâ dinsel nitelikler taşıdığı, halâ teokratik bir düzenin üzerinde oturduğu hatırlanırsa, “ Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur “ ilkesinin ne büyük bir devrim sloganı olduğu şıp diye anlaşılır … Bana kalırsa, gençler Mustafa Kemal gerçeğini tarihsel bağlamı içinde yeniden ele alırlarsa, en azından onun sunyatsen konumunda olduğunu görecek, üstelik çok daha radikal bir girişimci olduğunu saptayacaklardır. Yanılgılar ödüncü, emperyalist yardakçısı , diktaya eğilimli bazı yönetici kadroların Atatürkçü geçinmelerinden, genç kuşakların da inceleyip araştırmadan buna inanmalarından doğuyor besbelli… “

       Bunlar ne güzel tanımlar değil mi ?

       Atatürk’ü anlamak için koşullar yeniden doğuyor gibi. Yanılgılardan kurtulup ulusal tepkimizin ortaklaşa, ulusal iradeyi irdeleyerek yeniden ortaya çıkması gerekmiyor mu, sormak isterim.

     Bunun için 10 Kasımlar’a, ulusal bayram günlerine yeniden bakmak  gerekiyor. Cumhuriyet Bayramı tepkisi, Atatürk’ü anlamanın ve sahiplenmenin ilk belirtisi olarak görülmelidir. Gerisi ulusal iradenin bileceği iştir. Onu da göreceğiz.

yildirim.gursel@gmail.com

 

     KAFES

 

     Her sabah gazeteleri okuyunca ülkede yaşananların sıkıntısı basıyor beni. Özellikle birlik ve beraber yaşamak duygusundan uzaklaşmamız korkunç derecede sıkıntılanmama neden oluyor. İnanın, ekonomiye o kadar aldırmıyorum. Hatta bu ülkenin, ortak kaderi paylaşmak adına ekonomik bir sıkıntıya girmesinden yanayım. Çünkü çalışmadan, kazanmadan, üretmeden yaşamaya o kadar alışmışız ki önümüze itilenlere hemen saldırıyoruz. Hak etmişlik dürtüsü artık bizi pek ilgilendirmiyor. Cebimize girenden başka şey düşünmüyoruz.

     Bu durum toplumsal yapımızı bozuyor.

    Giderek toplumumuzu ilgilendiren önemli olaylara bile aldırış etmiyoruz. Siyaseti sadece seçtiklerimize bırakarak gündelik yaşama dalıyoruz. Yani sadece ağaca bakıyoruz, ormanı görmüyoruz.

     Örneğin; seçtiğimiz milletvekilleri hapiste. Sormuyoruz, niye diye. Yargı kararı verilmeden 3 yıldan fazla orada tutuklular. Nice gazeteci de öyle. Haber alma hakkımız böylece kısıtlanmış durumda.

     Kimin umurunda !..

     Muhaliflerini olur olmaz suçlamalarla hapislere tıkan anlayışlar, uzun süre geçerli olamazlar. Bir gün onların da önleri tıkanır. Bu zıtlık doğru bir davranış değil. Zıtlığa saygı göstermek, hatta ondan yararlanmak gerekir. Bu da demokrat anlayışa bağlıdır. Yani demokrasi hepimiz için vardır ve olmalıdır.

     Zıtlığı kafese sokamayız. Aynı Mustafa Balbay ve diğer gazeteciler gibi !.. Balbay gibi üretken birisinin içeride oluşu bana sıkıntılar vermektedir. Tüm gazetecilerin özgür olduğu, yazılarından, haberlerinden , yargısız infazlardan uzak tutulduğu bir ülke istiyorum.

     Bu şiirimi de içeride tutuklu bulunan tüm gazetecilere adıyorum.

     KAFES

     İçerdeki kuş

     Kanatları zincir

     Ötüşü rüzgar

 

     İçerdeki mahpus

     Elleri sigara

     Yüreği duvar

 

     Dışarıdaki kuş

     Kanatları bulut

     Ötüşü sevda

 

     Dışarıdaki mahpus

     Elleri yağmur

     Yüreği sevda.


yildirim.gursel@gmail.com

 

 

TAŞMOKRASİ

            Sürgün günlerimde kalın “ Öykü ve Şiir Defteri” me notlar düşüyor, yazılar yazıyordum. Biriktirdiğim epey öykü ve şiir var. Zaten Anadolulu olarak şiirden uzak kalmamız mümkün değil. Hepimizin gençlik yıllarından itibaren karaladığı şiirler vardır. Onları bir kenarda tutar, zaman zaman elimize alır, okuruz.

                Belki de anılarımızı tazelemeye yardımcı olurlar.

                Taşmokrasi, uğradığım haksız felaketin acılarını o zamanın yönetimini eleştirerek anlatan bir öyküdür. Öyküde Taş Ülkesi, Taş Uygarlığı, Taş Meclisi, Anataş Partisi, Yontucubaşı, Anataş Yasası, Anataş Hukuku gibi ifadeler var. Yani öykünün temel fikri taş üzerineydi. Dolayısıyla Taş Ülkesi’nde taş üzerine güzel sözler ve deyimler alabildiğine üretilmişti. Hatta bu konuda yarışma bile yapılmış, ancak en kafa yaran düşünür, fazla ileri gittiği belirlenerek mahkeme kapılarında sürüm sürüm süründürülmüştü. Böyle garip bir ülkeydi, öykümdeki Taş Ülkesi. Bir gün gelir, o öyküyü bu sütunlarda yazarım.

                Biz asıl, üretilen taş sözlerine gelelim.

                Eğer Yontucubaşına söz dokundurmak isteniyorsa buna “ Taş atmak” ; Taş Partisi üyelerinin hiç yorulmadan kazanç sağladığı ifade edilecekse “ Taş attı da kolu mu yoruldu “ ; Taş Meclisi Başkanı eleştirilecekse “ Taş yürekli “ ; Taş Muhalefet lideri övülecekse “ Taşı gediğine koydu “ ; Anataş Hukukunun kararlarının yanlışlığı söylenecekse “ Taş yüzünce ağacın yaprağı batar “ ; haksız yere taş hapşishanelerinde yatanlara teselli olarak “ Taş üstünde bile olsan üç yıl bekle “ ; gazetecilere öğüt olarak “ Taşa anlattıklarınız Dünya içindedir “ ; artık bu cehennem hayatından bıktım diyenlere “ Taşı başına yastık, pınarı da su yap “ ; Yontucubaşının muhalefete karşı en ağır sözü olarak “ Mezar taşına yorgan giydiremezsin “ ; yönetimden illallah demiş insanların umut ettikleri partiye “ Taş köprüyü vura vura geçmek gerekir “ … gibi sözler bunlar.

                Ülkenin bir köşesinde münzevi hayat yaşayan Taş Felsefesinin önemli isimlerinden biri, kendisine öğüt verilmesini isteyenlere hep şöyle dermiş : “ Yağmur damlaları bile taşı delip geçer. “

                Böyle garip bir ülke duydunuz mu ?

                Uygarlığını taş üzerine kurmuş !...

                Derler ki, bir zamanlar böyle bir ülke vardı. Vatandaşlarının başları taş düşmesinden dolayı hep sargılı gezerlerdi. İklimi değişti. Bilinmez bir aydınlık, yağmur gibi geldi. O yağmurun damlaları ülkede ne kadar taş varsa delip geçti…

                yildirim.gursel@gmail.com

 

 

  

TÜKENİŞE DOĞRU

     DAYAK

     AYAK

     YAK

     AK

     K

     .

     Ve  “ Cim karnında iki nokta “ .

     Her varlık, var olma nedenlerini inkâr yoluna gittiğinde tükenişe doğru adım atar. Attığı adımın zeminini gör(e) mez. Hırsı aklının boyutunu aşar ve ne yaptığını bilmez hale gelir.

     Zannederki her yaptığı doğrudur ve muhalif olanlar bunu anlayamamaktadır. O zaman muhalif olanlara anlatmak gerekir; şöyle veya böyle !..

     Hatta yetmez; üzerlerine de yüklenmek gerekir.

     Suçlayarak.

     Copla.

     Biber gazıyla.

     Tankla tüfekle.

     Yolları kapatarak.

     Savcıları harekete geçirerek.

     Durur mu o insanlar ?

     Dayak yerler, durmazlar.

     Ayakları çiğnenir, aldırmazlar.

     Yakılır gözleri biber gazıyla, kapamazlar.

     Akları fark ederler, karalanırlar.

    K’ da kalırlar. Kızılay Meydanı’nda, Kemal’de, Kanunda, Kahramanlıkta …

    Direndikçe (K) da tükenir. Karalar bağlar.

    Dayak’ın (D) ‘ sini Demokrasi zannettiklerinden işe öyle başlarlar. (A)’ nın Akıl olduğunu, (Y)’ nin yaklaşım , ikinci (A)’ nın anlayış, (K)’ nın kaynaşım olabileceğini yorumlayamazlar.

     Niye ?

     Çünkü Mahalle Mektebi’nde sarıklı hocanın uzun dayağıyla öğrenim görmüşlerdir.

     Sorar Hoca efendi :

-          Söyle bakalım.

-          Dal.

-          Ayn.

-          Ye.

-          Ayn.

-          Kef.

-          Şimdi hep birlikte söyleyelim.

-          Da-yak !..

Alışmışlar. İleri Cüz’e geçemezler. Yani   “Cim karnında iki nokta” ya erişemezler. Zaten erişseler, tükenmişliğin ne olduğunu fark ederek ve harflere gerçek anlamlarını yükleyerek Demokrasiye geçecekler.

Bizlerin de istediği bu değil mi ?..

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

TEK KOŞUL EGEMENLİKTİR

     Cumhuriyet elbette cumhurun egemenliğidir. Cumhurun sağ ve salim oluşuna bağlıdır. Onun mutlu ve esen oluşunu sağlamak durumundadır. Yönetimler bu amaçlar için çalışırlar. Yönetimi herhangi bir şekilde ele geçirmiş olanlar, bu amaçlar dışına taştıklarında cumhurla/ halkıyla ters düşmüş olurlar. Dolayısıyla aralarında gerginlik, çatışma başlar. Giderek rejim bunalımı doğar. Bunu engelleyecek tek kurum, Anayasa’dır.

     Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası, cumhurun egemenliğini ve Cumhuriyetin niteliğini tanımlamıştır. Bunun dışında seçenek arayanlar, karşılarında Cumhuriyete sahip çıkan vatandaşlarını bulurlar.

     Cumhuriyetimiz zaman zaman karşı devrim hüviyetinde sapmalara sahne olmuştur. Ancak Cumhuriyeti kuranlar öyle sağlam temel atmışlardır ki “ ondan bigane olanlar “ gerekli yanıtı almışlardır. Belki bugünlerde yaşadıklarımız da bu tür sapmadır. Sapmalar doğrulardan ayrıldıklarında, kuruyan dallar gibi körelir ve ana gövdeden ayrılırlar. Tarihin tozlu sayfalarında kaybolup giderler.

     Cumhuriyetimizin ortaya koyduğu hedeflerin en önemlisi, dünyanın bir parçası olmaktır. Buna çağdaş uygarlık, diyoruz. Bütün insanların birbirinden haberdar olduğu, iletişim kurduğu, uluslararası ticaret ve ekonomik işbirliğinin yapıldığı, bilimsel düşünce ve sanayi ürünlerinin paylaşıldığı bir dünya içindeyiz. Bu değerleri paylaşmak, katkıda bulunmak zorunda olduğumuzu da bilmek gerekiyor. Kendimize ait bir dünya yaratamayız. Onun için “ Ilımlı İslam, geleneksel yaşam “ gibi fantezilerden uzak durup, dünyanın yöneldiği alanlara doğru adım atmalıyız.

     Osmanlı’nın Cumhuriyete bıraktığı okumuşluk, fabrika, yol, sanayi gibi toplumu gönendirecek alanlar yoktu. Cumhuriyet en önce, bunca yokluk ve yoksunluktan yola çıkarak halkının esenliği için çabaladı. Kısa zamanda büyük işler yaparak, çağdaşlaşma ve dünyaya katılma yolunda önemli adımlar attı. Artık halkının okuma yazma oranı yüksek, kadınına toplum içinde görev vermiş, nüfusu genç ve çağdaş eğitim isteyen bir durumdayız...Ekonomimiz önemli bir gelişme gösteriyor. Ancak gelişmekte olan ülkelerin yakalabileceği bir hastalığa yakalanarak, üretmekten çok montajla, ithal ederek ve çoğunlukla müşteri gibi hareket ederek; bağımlı bir yapıdayız. Bunun en büyük nedeni, çağdaş bilimden ve bizi bu çağdaşlığa eriştirecek eğitimden uzak duruşumuzdur.

     Cumhuriyet aynı zamanda bilimde egemenlik demektir. “ Benim manevi mirasım bilim ve akıldır … “ diyen önder Atatürk’ü anlamayanların ya da anlamak istemeyenlerin Cumhuriyetin nelere sahip çıktığını da görmesi olası değildir. Onun için bayrak asma yasakları, cumhurun ulusal törenler düzenlemesine karşı oluşlar  gündemimize kara bir mizah gibi oturmuştur.

        Elbette Cumhuriyetimize sahip çıkacağız ve elimizde bayraklarla alanlarda yürüyeceğiz. “ Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde … “ diyen önderin peşinde umutla, hiç çekinmeden, yüreğimizi ortaya koyarak yürümeye devam edeceğiz.

     Bu duygularla Cumhuriyet Bayramı’ nızı kutlarım.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

            KURBAN

       Bu bayramı tasavvufun denizine dalarak kutlayalım.

       Teke ili Alaiye Sancak Beyinin Alaeddin oğlu Gaybi Beğ asıl adlı iken Abdal Musa Musa dergahına girip Kaygusuz Abdal mahlasını alarak Tekke Edebiyatı’nda önemli bir yer edinen tasavvuf şairimiz Dolapname’sinde “ Dolap “ ile karşılıklı konuşurken ( Elif kaddün bükilmiş çenge dönmiş / İnildini düzeltmişsin rebabâ ) mısralarını döktürür. Şunu demek ister : “ Zamanında ulu bir ağaç olan, dalları göklere ulaşan; kuşlar, kumrularca budaklarında yuva yapılan Elif boylu ağaç / Birgün bağrına kementler takılarak, nacaklar sallanarak kesilir. Sokak sokak dolaştırılır. Vücuduna demir mıhlar çakılıp su dolabı yapılır. Çengele döndürülür. O zamandan beri dost diye rebaba benzeyerek iniler. “

     Bayramlarda yüreklerimizin inilediği elbette olur. Ama o günleri dost günler diye belleyerek, kendimizi hep Elif boylu ağaç görmemeli, bir gün ne olacağımızı kestirmeliyiz. Elbette yaşam, yaşanmışlıklardan ders alma sürecidir. Onun için Sivaslı Aşık Veli, deyişlerinden birinde “ Bu kevn-i mekanda oynayan sensin / Ben bir bahaneyim söyleyen sensin / A ’yı, Ba’ yı, Ça ‘ yı dinleyen sensin / Canım  gibi cemalini görünce “  diye söyleyip bize ders vermektedir.

      Bir başka deyişinde ise :

     “ Elhamdü lillah bulduk biz de Huda’yı / Rebbülalem’i olduk gedayı / Errahmanirrahim verdik nidayı / Maliki yevmiddin olduk aleme.

      İyyake na’büdü gözümün nuru / Ve iyyake nastain verdim ikrarı / İhdinas sıratel müstakim yârı / Sıratellezine çaldık kaleme.

      En’amte aleyhim dedim ya Ali / Gayrıl mağdub Aleyhim dedim beli / Veleddalin dedik kaldırdık eli / Gözlerin dost yolu durduk selama.

     Fatiha süresi indi şanına / Ezelden kurbandır canım canına / Kimseler ermedi sırr-ı kânına / İsmini dercettim Elif, Ye, Lam ‘ a. “  diyerek, harfleri kendi varlığının bir ifadesi gibi görmekte ve bütün varlığı ile Allah’a yönelmektedir.

     Aşık Veli ile bitirelim sözü :

     “Ayet nedir hadis nedir bilmeyen / Verdiği ezan mıdır sela mı / Bir kâmil mürşitten dersin almayan / Okusa da hatm edemez  Kelamı. “

     Kurbanın dersini almış olanlar, elbette kurbanın değerini de bilirler.  Kurban ölçüsü gönül ölçüsüdür. Gösterişsiz, sade, kâmil olma yoludur. Eğer böyle bilirsek ne güzel.

      Kurban Bayramı’nızı yürekten kutlarım.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

       TAŞ

     Kafamı bu “ Taş “ meselesine taktım bir kere. Yolda taş görsem, topa vurur gibi vurup yol dışına atıyorum. Eski yapıların köşe taşlarına bakmadan geçemiyorum. Hele okey oynayanların “ Bana taş atmıyorsun “ demeleri karşısında hayrete düşüyorum.

     Ey taş ! Ne zaman ne yapacağın belli olmuyor.

     En çok denize kaydırak gibi taş atarken onun batmadan sekmesine bayılıyorum. Aklıma çocukken yaptığımız taş döğüşleri geliyor. Mahalleler arası maç sonrası hemen hemen kavgamız olur, biraz ıradıktan sonra başlardık birbirimize taş atmaya. Bir tür taş savaşıydı bu. Elbette kafası yarılananlar olurdu. Bazen arkadaşlar tütün sararak geçiştirir, bazen ağlaya ağlaya evin yolu tutulurdu. Demekki futbolda kavga o günlerde genimize işlenmiş; bir türlü bırakamıyoruz.

     Konuşma sırasında karşısındakini hicvetmek, örselemek amacıyla laf dokundurulduğu olur. Buna “ söz sırasında taş atmak” ta deniyor. Elinize taşı alıp adamın kafasına fırlatacak değilseniz ya, olsa olsa onu kızdırmaya bir söz söyleyeceksiniz. Adam alınıyor elbette. “ Taş atma, ekmek at “ diyor. Ekmeği savuracak haliniz yok . Yani elini uzat, yardım et demek istiyor. Elbette niyetiniz önemli. Ya taş atacaksınız, ya da ekmek !

     Maşallah, bizim politikacılarımız taş atmak üzerine son derece hünerliler. Taşı bırakınız, söyledikleri sözlerle başı gözü yarıyorlar. Sanki siyaset, daha çok taş atabilne sanatı . Akşam haberleri karşısında koltuğuna uzanan vatandaşımız, kim daha oturaklı taş atıyor diye onu izliyor.

     Bir iktidardan, bir muhalefetten !..

     Bazısı da taşı atarken ayağına düşürüyor; gaf yapıyor.

     Eskiden bizim taş bilyelerimiz de vardı. Mile diye bir oyun oynardık. Yere diktiğimiz düğmeleri taş bilyelerle yıkan oyunu kazanırdı. Evde eski palto, ceket düğmesi kalmaz, gizlice ninemizin yamalık sepetini arar, nerde varsa düğmeleri bulur, cebimize koyardık. Bazılarımızın pantolon düğmeleri söküle söküle düğmesiz kalır, önü açık İsmail Dümbüllü gibi gezerdi. Bu da ayrıca alay konusu olurdu. Babasının paltosunun iri düğmelerini söken ve sonra iş anlaşıldıktan sonra annesinden süpürge sopası yiyen çoktu.

     Hey gidi; o süpürgeler de kalmadı. Çocuklar oyunları unuttu. Oyunla birlikte arkadaşlığı, dayanışmayı, beraberliği unuttu. Ne uzağa taş atma yarışması var, ne de taşla komşunun camlarını indirme hırsı. Ah o cam şıngırtıları !..

    Aslında uygarlığın Taş Devri’ni hatırlayabilsek . Kaba Taş Devri’nden Cilalı Taş Devri’ne geçen insanoğlu kimbilir neler çekmiştir ! Gel de bunu şimdiki çocuklara anlat.

     En iyisi taştan uzak durmak. Ben de taş sıkıntısından kurtulup sulhu salaha ererim.

Yildirim.gursel@gmail.com

 

AMAN HOCAM !

     Aman Hocam ; Ulusal Futbol Takımımızın üst üste aldığı yenilgilerden sonra, basılı yayında ve özellikle TV’lerin Spor proğramlarında sık sık adınız geçmeye başladı.

     Futbol takımımızın başına getirilecekmişsiniz !

     Neymiş ; Abdullah Avcı yetersiz miş miş !.. Bu işi ancak deneyimi olan  yabancı bir teknik direktör halledebilirmiş miş !.. Şu anda da en uygun siz miş mişsiniz !..

     Bak, Orduspor’u nereden alıp nereye getirmiş miş !..

     Aman Hocam, sakın bu oyuna gelmeyin. Başarısız bir Futbol Federasyonu Başkanı’nın yağmura tutulmuş durumundan sizin açacağınız şemsiye ile kurtulmaya çalıştığını lütfen görünüz.

     Aman Hocam, bu Federasyondan beslenen yamalak gazetecilerin uçurmaya çalıştığı ve reçete olarak topluma sunduğu haberden lütfen uzak durunuz.

     Aman Hocam, biz sizi sevgiyle ve futbol sevdasıyla kucakladık. Kendini uluslar arası arenada kanıtlamış centilmen bir futbol adamının  kentimize gelişini, spor ahlakının ve insan erdeminin yüceliği olarak gördük. Ordu’da başarılı olur ya da olamazsınız; önemli değil. Önemli olan, insanlara ve mesleğinize duyduğunuz saygıdır. Attığınız bu adım, Dünya futbol tarihinde yerini alacaktır.

     Bakın Abdullah Avcı’nın başına gelenlere ! O da yaldızlı sözlerin parıltısına kanarak Ulusal Futbol takımımıza zıpladı.

     Evet zıpladı !..

     İstanbul Büyük Şehir Futbol takımını şampiyon mu yaptı ?.. Orada önemli futbolcular yetiştirp Ulusal takıma mı sundu ?.. Hangi taktiksel anlayışı uygulayarak önemli bir Teknik Direktör olduğunu gösterdi ?.. Dünya ve Avrupa arenasında ne yaptı ?..

     Her şerefli mağlubiyetler ve hüsranlar sonrası kurtuluşlar aramak bizim özelliğimizdir. Uzun süreli yatırımlar yerine kısa vadede başarıya ulaşmak adetinden  bunca deneyime rağmen kendimizi kurtaramadık.

     Aman Hocam, alet olmayın !..

     Herkes yeni bir kurban arıyor. Kalem silahşörleri beslendikleri makamlara vurmadan, kıvırtmacayla çözüm arıyorlar ; güya !..

     Bu ülkede milletvekili olduktan sonra bile halâ spor yorumculuğu yapılıyor. Bu ülkede başarısızlıklarını başkalarına yükleyerek spor yöneticiliği yapılıyor. Bu ülkede dünya sporunu izlemeden teknik direktörlüğüne soyunuluyor. Bu ülkede spor adamlarının sınırdan öte hiçbir dostu yok. Adı geçmiyor. Bu ülkede bir sezonda 27 yabancı oyuncu değiştiren anlayışa karşı dur diyebilecek bir spor kulübü yok. Bu ülkede yanlış transfer ve anlaşmalar yüzünden ödenen milyarlarca paranın hesabını veren ve soran yok.

     Sizi getireceklermiş !

     Niye ?..

     Onlara, lütfen “ Niye “ diye sorunuz. Batılı anlayış, kahraman aramaz. Ama bizimkiler kahraman arıyor. Çünkü başarının bilimsel ve ortak çaba gerektirdiğini görmezden gelirler.

     Aman Hocam; bu yazı aşağı yukarı sizin yaşınızda bir spor sevdalısı tarafından yazıldı. Lütfen okuyunuz.

     Sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

 

     HÜZÜN

     İnsanın hüzünlendiği elbette çok şeyler vardır. Ama bunların arasında öyleleri vardır ki adamı çökertir. Ya da o anlar geldiği vakit  etrafınızda bir hüzün kokar.

     Ben yağmurun sac veya hartama örtülü çatıya vurduğunda çıkardığı sese; köy köy gezerken çatısı çökmüş, duvarları dökülmüş evlerin viran görüntüsüne; sümüklü bir kız çocuğunun burnunu çeke çeke ağlamasına oldukça hüzünlenirim.

     Belki sac veya hartama örtülü bir evde yaşamamış ve yağmurun tınlayan sesini duymamışdırsınız. O ses insana dünyanın en güzel ninnisi gibi gelir.Tıpırtının ritmini, hatta çatıdan akan sesini duyunca gözleriniz kapanır, tatlı bir uyku bedeninizi sarar ve kendinizi doğanın kucağına bırakırsınız. Sonrasında gevşer, yavaş yavaş sedire yayılır, hayallerinizin enfes kurgusuna dalarsınız. İnsan kendini o kadar yalnız hisseder ki !..

     Çatısı çökmüş, duvarları dökülmüş evin terk edilmişlik duygusu o evi görür görmez sarar beni. O evde yaşanmışları düşünürüm. O evin duvarlarına iz bırakan sevinçleri, acıları hayal ederim. Bilirimki o evin kullanılmış eşyaları yerli yerinde durmaktadır. Kilimler, cicimler, hasırlar, yün yataklar, bakır eşyalar, asılı gaz lambası, parçalanmış çıralar ve birkaç asılı fotoğraf … Dışarıda tarabaları kırılmış harmanın yanık otlarla kaplı hali, harman girişindeki köşe taşlarının halen direnen inatçılığı; çardak tahtalarının yer yer kopup aralanmış ve alt menteşesinin kırılması nedeniyle içeriye doğru yaslanmış, demir perçemlerinde halâ saman tozlarının sığındığı çam kokulu kapının görüntüsü; artık camları kırılmış ahşap pencerelerin rüzgarda içeri doğru sallanan perdeleri ; yarısı çatıdan yere dökülmüş kiremitler ; bacanın kurşun mermilerle dağılmış ve artık aşağı doğru yuvarlanmaktan başka kurtuluşu yokmuş gibi sarkık çaresizliği; duvarlar, duvarlar !..

      Ah duvarlar !..

      Sümüklü bir kız çocuğunun iç çeke çeke ağlaması hepten hüzün kokar. Neden kız çocuğu diye sormayın; ben önce çocukluğunu, sonra yaşamımızın karşı cinse karşı gaddarlığını düşünerek kız çocuklarının itelenmesi karşısında yıkılır giderim. Çünkü onlar toplumumuzun yapı taşlarıdır. En önemsenmesi gereken varlıklarıdır. Annemiz, eşimiz, çocuklarımızdır. Hangisinin örselenmesi bizi mutlu kılarki !.. Köyde davarları gütmek için arkalarından sıçraya sıçraya giden, örgülü saçlarıyla gülücükler saçan kızları gördünüz mü hiç ? Doğanın çiçekleridir onlar. Onları çiçekler gibi koparmadan sevmek gerekir. Sonra okul müsameresinde cırlak cırlak şiir söyleyen haminnine görüntülü kızlarımız var ya, ah onlar şeker gibidirler. Bir de bez bebeğine ninniler söyleyerek evcilik oynayan minikler ve o miniklere arkadaşlık etmek !..

     Ah sevgili serçeler !..

     Hüzünle yaşamak ta hayatın bir parçasıdır. Yeterki hüznün bize verdiği duygusallığı yitirmeden ya da onun acı dolu sayfaları arasında yitip gitmeden yaşamasını bilelim.

     Söylenen şarkı gibi.

     “ Yağmur vururken cama … Uzanan kollarıma … Usulca sokul yeter …”

yildirim.gursel@gmail.com

 

EKİM

     Karşı tepelerdeki ağaçlar renk cümbüşüne dönüştü. Çam yeşilinden başlayarak dağ kavakları ve meyve ağaçlarının renk dönüşümü neşemizi artırırken biryandan da dönüş zamanının hayırsız habercisi gibi karşımıza çıkıverdi. Sarının, kahverenginin tonları herhangi bir ağaçta düğün alayı gibi ortalığa yayılıverdi. Yeşilin o renkleri kucaklaması, çıplak dalların düşen yapraklara mahzun mahzun bakması, sararan otlar üzerinde oynaşan gazellerin ufak bir rüzgârla sürüklenmesi, onları izleyen bizlerde de hem gönül hoşnutluğu, hem yürek burkulması  yarattı.

     Gönül hoşnutluğunun nedeni, doğanın karşımıza gelin alayı gibi çıkmasıydı. Binbir rengi barındırarak, doğanın hoş bir görünümünü sergilemesi içimize ayrıca sevinç yumağı doğuruyordu. Doğayı bu görüntüleriyle yeniden seviyor, onun yaratıcı varlığına hayran kalıyordum.

     Yürek burkulmasının nedeni ise geçen zamanın yarattığı endişeydi. Baharla sevinmiş, yaz aylarıyla neşemizi bulmuş ama sonbaharla, geçen zamanın endişesine kapılmıştık.

     Ömür tükeniyordu.

     Aslında hiçbir ömür tükenmiyordu. Sonlanmıyordu. Yaratılışın hükmü buydu. Doğuşu, gelişimi ve sonlanışı her varlık yaşayacaktı. Sonlanış, var olduğun doğaya dönüştü. Sığındığın doğada belki nasıl bir şekilde yeni yaratılışlara başlayacaktın; bilinmez !

     Ekim ayı gelince bunları düşündüm.

     Ekim ayının adı, görüntüsüyle hiç uyuşmuyordu. Çünkü ekim işi, tarlayı tabanı yeniden yaratmanın başlangıcı olur. Çiftçinin yeniden ürün elde etmesinin, hatta doğanın yenilenmesinin başlangıcı olarak görülmelidir. Ağaçların meyveleri toplanır. Tarlalar temizlenir. Sürülür, ekime hazırlanır. Bitkilerin suyu çekilmeye başlar. Yapraklar yaşadıkları zamanın farkındadır ve onun için haber verircesine yavaştan sararmaya başlarlar.

     İşte o an, insanoğlu değişimi görür.

     Ama asıl sorun, değişimi göremeyenlerin doğayı algılayamamasıdır. Algılayamadıkları için doğayla, toplumla dertleri vardır. Uyuşum sağlayamazlar. Değişimin ileri doğru bir çaba olduğunu göremezler. Zorunluluğu hissedemezler.

     Gönül istiyorki, politikacılarımızın da ekim ayındaki değişimi görüp yapacakları işlerde gönül hoşnutluğu içinde hizmet etmeleridir. Bunu anlayamayanlar hazan yaprakları gibi ayaklarımızın dibinde sürünüp giderler. Sonları, sokak çöpçülerinin süpürgesidir.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

 

 

 

ÇILGIN

     Düşük kulaklarıyla bacaklarımız arasında dolanmaya başladı. Kiminin ellerine ağzını uzattı, kiminin göğsüne doğru ön patileriyle uzandı. Bazılarımızı hiç sevmedi. En çok kendisine “ Çılgın ! “ diye seslenenlerle bakıştı. Kuyruğunu sallayarak yaklaşması ve başını okşatması bunun belirtisiydi.

     Emmioğlu, kızının ısrarı üzerine almıştı onu. Küçük bir kulübe yapmış, emekle büyütmüştü. Üniversitede okuyan kızı ise poz poz filmini çekmiş, internete koymuştu.

     Oynaşmaya bayılıyordu. Kuşların peşinde koşuyor, kedileri görünce çıldırıyordu.

     Geçen gün tasmasından kurtulmuş, köy içinde alabildiğince koşuyordu. Elbette emmimoğlu da peşindeydi. Sahibinin elindeki tasma ve zinciri gören Çılgın ise artık onun seslenişini duymaz olmuş kaçıp duruyordu. Çoğumuzu tanıdığı halde bizlerin de çağrılarına aldırış etmiyordu.

     Etrafımızda dönüyor, koşuyor, havlıyor … fakat bir türlü yakalayamıyorduk. Demekki özgürlüğü tatmak istencindeydi.

     Köpeğin özgürlüğü !

     Elbette düşünülür. Ama her canlının kendini var etmek, durumunu ispatlamak arzusu vardır. Bu ruhsal bir gelişim olduğu kadar, daha çok yapısından gelen özelliğidir.

     Çılgın ise hepimizin sevgi, eğlence, bağlılık duygularının tatmin edildiği bir hayvandı. Soyunun özelliği gereği elimiz, emrimiz altında oluşu; koruyucu tavrı en çok hoşumuza giden tarafıydı.

     Köy gecelerinin derin sessizliği içinde zaman zaman köpek seslerinin duyulması aslında bizlere hem huzur veriyor, hem de yabancı bir tehlikeye karşı uyarı oluyordu.

     Çocukların Çılgın’dan korkmadan peşinden koşmaları, hatta kendi koşularının arkasına takıp bağıra bağıra sokaklarda dolanmaları hoş görüntülerdendi.

     Bence Çılgın bir sevginin ifadesiydi. Hayvan sevgisinden öte, doğada yaratılmışlara duyulan sevginin göstergesi !

     Ah, bu sevgiyi hep yüreğimizde yaşatabilsek.

 

KÜLYUTMAZ İSMAİL EFENDİ (2)

      Bu öykü doğrudan İsmail Efendi ile ilgili değil. Olaylarla tam ilişkisi yok.Ancak kendisi köyüne hizmet aşkıyla yandığından haberi olur olmaz atılıyor. Gayret gösteriyor.

      Köy meydanında toplanıldığı gün, Almanya’dan izinli gelmişti. Hemen oraya koştu. Olumsuz konuşanlara kızdı. Almanya’da oturduğu kentten bahsetmeye başladı. Konuya girdi ve kanalizasyon yapmanın yararlarını anlattı.

     Toplananlar ilgili görünerek onu dinlerken Döndügilin Ahmet cin cin bakıyordu. Dayanamadı. Dediki;

     “ Yapılacak işin masraflarına katılacak mısın ? “

     Külyutmaz :

     “ Fazlasıyla katılır, hatta Almanya’da para toplarım. Arıtma deposunu ben yaptıracağım “ dedi.

     “ Öyleyse biz de depoya Külyutmaz İsmail Efendi Arıtma Deposu “ adını verir, tabelayı da asarız. “ diye yanıtladı. Köylüler alkışladılar.

     Ama önce köyde evlerin dışında olan tuvaletlerin yıkılması gerekliydi. Çünkü kanalizasyona en çok karşı çıkan onlardı. İstanbul’daki Dernek başkanı da oradaydı. Toplantı sonrası gençleri evlerinin harmanına çağırdı. Onlara yapılması gereken işi anlattı.

     Gece yarısından sonra gençler, ellerinde kalın sicimlerle köy meydanında toplandılar. İş bölümü yaptılar. Dışarıda nerede, kimin tuvaleti varsa yıkılacaktı. Bir saate kalmadan çatırtılar başladı ve bitti. Tahta tuvaletler yola, harmana serilmişti. Tuncergilin Koca Cemal tuvaletteymiş. Çocuklar halatı sarıp çekmeye başlayınca “ Oğlum ben varım, ben ! “ diye bağırmaya başlamış. Donunu paçasını zor toplayarak çıkmış. Gençler yaptıklarını gülerek anlatıyor, kahkahalardan kırılıyorlardı.

     Ertesi sabah bağırtılara, küfürlere kimsenin aldırış ettiği yoktu.

     Kanalizasyon yapıldı. Ancak bir ay olmadan Kapucuoğlu Burhan’ın evinin akarları tıkanmıştı. Evden ana bağlantıya kadar yeniden açıldı. Tam bağlantı yerinde borunun içinde kırmızı bir hırka vardı. Akıp gelmiş ve orada tıkanmaya neden olmuştu. Kimin acaba, diye merak edildi. Tartışmalar yapıldı. Köyün yaşlılarından Hatça Ana muhtarı çağırdı.”Boşuna debelenmeyin. Görmedim ama hırka eski muhtarın karısınındır “  dedi.

      Başka köyden gelin gelmiş olan Zennure hanımı Hatça Ana yanına çağırdı. Ona tembihledi. O günden sonra kanalizasyonda tıkanma olmadı.

     Külyutmaz İsmail Efendi’ye ne oldu, diye sormayın. O her izinli gelişinde, adını verdikleri arıtmanın üstünde çektirdiği fotoğrafı Almanya’da arkadaşlarına gösterdiğini anlatıp durdu. Başarılı iş adamı gibi kostaklanıp ev ev gezdi. Her eve krem, makas, oje, sigara gibi hediyeler dağıtıyordu.

yildirim.gursel@gmail.com

 

KÜLYUTMAZ İSMAİL EFENDİ

     Külyutmaz Efendi Almanya’dan izinli olarak gelince, ikinci gün köy meydanında toplanıldı. Meydan, bizler için Demokrasi Parkı’ydı sanki. Telefon işçilerinin bıraktığı kocaman ağaç tekerlek, masa haline getirilmiş, çevresi Şişli Belediyesi’nin gönderdiği banklarla donatılmıştı. Aslında eskiden Sağlık Ocağı olarak kullanılan binanın bahçesiydi. Sağlık Ocağı kapanınca bir süre okul olarak ta kullanılmış ve sonra kaderine terk edilip doğanın kucağına atılıvermişti. Köylüler her ne kadar onarmak istemişlerse de başarılı olunamamıştı.

     Orada eski öğrencilerin diktiği kavakların ve akasyaların gölgesi altında oturuluyor, eski öyküler yeniden heyecanla anlatılıyordu.

     Ali Bilyangilin bahçesi hemen yanıbaşındaydı. Etrafı tahta tarabayla çevrili bahçenin Türkyemez armudu meşhurdu. O yıllarda köyde doğru dürüst meyve ağacı yoktu. Türkyemez armudu olgunlaşmaya başlayınca gözler oraya döner, ağızlardan tatlı tatlı sular akardı. Gençler gizli gizli planlar yaparken, Ali Bilyan dayı da boş durmaz, ağacın gövdesini dikenli dallarla sarardı.

     Tam olgunlaşmaya dönük günlerde de şiltesini ağacın altına serer, geceleri orada yatardı. Bu durum gençleri daha kızdırır, armut koparma sevdası daha zevkli hale dönüşürdü.

      Plan yapıldı. Ali Bilyan’ın yorgun olduğu günün gecesi bahçeye girilecekti. Elbette beşli çetenin içinde, bizim Külyutmaz İsmail’imiz de vardı. Gece yarısı olmuştu. Taraba aşıldı. İki kişi sessizce ağaca çıktı.  Topladıkları Türkyemezleri ceplerine doldurmaya başladılar. Bir yandan da hafif hafif dalları silkeliyerek dal uclarındaki armutları düşürüyorlardı. Yerdeki armutları toplayanın gözü, bir yandan da evin kapısındaydı.

     Pat !.. Küt !..

     Yandım ! diyen kendini çöplük tarafındaki tarabanın üstünden atıyorken ağaçtakilerin biri de fırsatını bulup ahır damının üstüne atlayarak kendini kurtarmıştı.

      Ağaçta sadece Külyutmaz İsmail kalmıştı. Bu işlerde beceriksiz de biriydi. Yalvaran gözlerle Ali Bilyan dayıya bakıyordu.

      “ Ne yapıyorsun çocuk orada ? İn aşağı bakalım ! “

      İsmail inip inmemekte ikilemli yanıtladı.

     “ Bizim öküz kaybolmuştu da onu arıyordum Ali dayı ! “

     “ İn in hadi dürzünün oğlu. Ağaçta öküz mü aranırmış, ilk defa sen de duydum. Hadi in. “

     İsmail yavaş yavaş indi. Ali dayının önüne, elleriyle ceketinin ceplerini tutarak yaklaştı.

     Ali dayı onu tanımıştı.

     “ Yarın sizin öküzleri bizim harmanda koşacaksın “ diye tembihledi. Bahçenin kapısını gösterdi.

     Meydandakilerin bazıları bu sona itiraz ettiler. İsmail’in “ Vay anam ! “ diyerek kaçtığını söylediler.

     Hep beraber gülüşüldü.

     İsmail’in köy maceraları bitmez. Her defasında kendini en güzel şekilde kurtardığını,  tavuğu kümesten en iyi kendisinin çaldığını iddia eder durur.

     Köyün en neşeli adamı Tongulgilin Mevlüt yan yan baktı ona. Sonra bize dönerek:

     “ Söylesenize, Almanya’ya  onun için mi kaçmış ! “

     “ Yoo emmi “ dedi Osman, “ Almanlar kül yutmaz.”

     Böylece İsmail’in adı Külyutmaz İsmail Efendi oldu. Efendi’liği de herhalde Almanyalılığını belirmek için konulmuştu.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 
YÜZYIL YAŞAMAK

      İnsanlar yaşlandığı için mi ölüyor, yoksa hastalık kapıya gelip dayandığı için mi ölüyor ?

     İnsan ömrünü yüz yıl ya da daha fazla uzatmak mümkün mü ?

     Yaşlanan dünyamız, özellikle uygar ülkelerde görünen  nüfus yaşlanması yeni sorunlarla karşımıza çıkıyor. Teknolojideki gelişmeler de insana duyulan ihtiyacı azalttığı için doğumlarda müthiş gerileme söz konusu oluyor. Dünyanın gelişmiş ülkeleri genç nüfusa ya da çalışacak insana ihtiyaç duyarken, bu ihtiyaçlarını gelişmemiş ülkelerden sağlamaya çalışıyor. Elbette yeni sorunlarla da karşılaşıyor.

      Ama bilim boş durmuyor. İnsan ömrünün daha da artması için çalışmalar yapıyor. Hedefleri, ömrün yüz yıla varması veya daha da artması.Bunun için de insan organizmasının allak bullak edilerek son noktasına kadar elden geçirilmesi söz konusu oluyor.

      Hastalıkların yeniden tanımlanmasına çalışılırken kök hücreler yoluyla da yıpranan organların yenilenmesine çalışılıyor. İnsan bedeni yaşlandıkça yapısındaki hücreler de yıpranarak eskiyor. Genç yaşta yaptıkları görevlerini tam olarak yapamaz ya da daha az yapar hale geliyor. Öyleyse yıpranan hücrenin yıpranmasını önlemeli ya da biraz daha geciktirmeli. Ayrıca karşımıza hastalıklar çıkıyor. Hastalığın vücutta yarattığı etkiyi, hastalığın hedeflediği hücreyi koruyarak azaltmak, en aza indirmek te ayrı bir yöntem.

      Bilim bu seçenekleri maliyet açısından da ele alarak insan ömrü için kullanmak istiyor. Bugünün biliminin ulaştığı seviye sayesinde uygar ülkelerde, ortalama yaş her yıl için üç ay uzuyormuş. Bu her on yılda bir iki yıl ömrün uzaması demektir. Gelecekte daha uzun yaşayacak insanlar, bizim çağımıza bakıp yaşam süremizin kısalığı karşısında elbette bize acıyacaklardır. Biz de geçmiş yıllara bakıp, bizden önce ortalama 35 yıl yaşayan insanlara acımadık mı ? “Dedemizin ömrü ne kadarda kısaymış ! “ ya da “ Babamız kısacık ömründe gün görmeden gitti “ demiyor muyuz ?..

     Öyleyse bu öfke, bu hırs nedir ?

     İktidara sahip olanlartın salladıkları kılıçların, akıttıkları kanların kime yararı var ?

     Çıkarlar uğruna yapılan sömürünün insanlığa getirdiği kazanç nedir ?

     Din savaşları,mezhep ayrılıkları ömrümüze katkı mı sağlıyor ?

     Bilim sayesinde toplumu mutlu etmek varken her türlü ayrıştırmalarla nereye varacağız ?

     Ömrümüz uzarsa daha çok savaş, daha çok birbirimizin yakasına yapışma, daha çok anaların gözyaşı akacak demektir. Hele 4+4+4 bataklığı ile çocuklarımızın aydınlığa, çağdaşlığa kavuşumu daha da çok gecikecektir.Bizi bekleyen tehlikeyi görmemezlikten edemeyiz. Çağdaşlığa, çağdaşlık içindeki bilime, teknolojiye, üretime sırtımızı dönemeyiz.

      Yoksa bizim siyasilerimiz halkının ömrünün uzamasını istemiyor mu; ne dersiniz ?

yildirim.gursel@gmail.com

 

      AH BU SÜLEYMANLAR

     Derlerki bu halk cahildir. Bir şeyden anlamaz. Kandırmak kolaydır. Hele biraz dini duygulkarını gıdıkladın mı, peşinden sürü gibi gelir. Arada vatan-matan dedin mi sürü yürür mü yürür. Önünü görmez.

     Halbuki ben halkımın eşsiz öngörüsüne saygı duyarım. Onu savunurum. Yaşadıkları ona öyle engin deneyimler kazandırmıştır ki Prof. olmaya gerek duyulmaz.

     Sadece Süleymanlardan ettiği deneyim yeter de artar bile.

     Bakınız.

     Tarihte tanıdığım ilk Süleyman, Karun gibi zengin ve 600 yıl yaşadığı söylenen Sultan Süleyman’ dır. Zenginliği dillere destanken halkına fakirliğin ne olduğunu tattırmış ve öğretmişmiş. Osmanlı bu Süleyman’ın hazinelerini bulmak için Yemen’e inince Arabın hançerini karnında görmüş ve orada askerlerini bırakarak geri dönmüştür.

     Süleyman Çelebi’yi hepiniz bilirsiniz. Suyu salla geçerken boğulmuş ve Türk’ün Anadolu’yu fetih davasına bir gerçeği eklemiştir.

     Osmanlı’daki Sultan Süleyman ise muhteşemliği ile bilinir. Zamanına Kanuni Devrini yaşatırken, eşinin yatak oyununa gelip öbür hareminden olan oğlunu öldürtünce halkının yüreği “ Cızz ! “ etmiş ve kendini tarihin acımasız sayfalarında bulmuştur.

     Ondan sonra Osmanlı saltanatında başka Süleymanlara rastlanmaz. Hatta Vezir-i Azamlar da bile Süleyman adı yoktur.

     Ne hikmetse !

     Bildiğimiz Süleymanlardan en cafcaflası, maceraları şiirlere yansımış olandır. Şairin dediği gibi, “ Çekmedi vatandaş Süleyman nasırdan çektiği kadar .. “ Bu nasır, ayak nasırı mıdır, yoksa Arap Birliği hülyasıyla Arapları perişan eden Mısırlı Nasır mıdır; şüphe götürür.

     Cumhuriyetin Süleyman’ı ise, halkımızın kendinden bilmek istediği, adını da “ Çoban Sülü “ olarak koyduğu Sayın Demirel’ dir ki, o da Cumhurun başkanı olunca “Cumhurbaşkanı Demirel “ diye anılmaya başlanmış ve halkımızın “ Süleymanlar Heybesi “ ne terk edilmiştir. Bıraktığı partisinde İkinci bir Süleyman yetiştirmediğinden, seçimden seçime çaptan düşen partisi ortalarda bir mefta olarak kalmıştır.

     Bu meftayı yine bir başka Süleyman sahiplenmiş, kendisine büyük bir destek verilmiş ama soyluluğuna uygun olarak o da yılankavi bir dönüşle AKP’ ye geçmiştir.

     Halkımız görüyor ki Süleymanların sözü aşınıyor, kervanları yolda düzülecekken parça parça kopup eriyor. Onun için kendinden bildiği Süleyman’a   “ Süleyman “  diye seslenmez. Y’ yi düşürür, ikinci Ü’ ye az vurgu yaparak “ Sülüman “ der.

     Öyleyse şöyle devam etmek gerek : Çekmedi halkımız bu Süleymanlardan çektiği kadar !..

     Demek ki başka Süleyman aramaya gerek yok.

     Bence Mustafa aramak lazım. (Hz) Muhammed Mustafa desek, olmaz.

     Niye ?

     Son peygamber de ondan. Saygıda kusur etmemek gerek.

      Ama Mustafa Kemal olabilir. Çünkü Mustafa Kemaller tükenmez. Bu yurt, bu ülke nice Mustafa Kemaller çıkarabilir.

     Hem de tam sırasıyken.

     Recepten, Şabandan, Ramazandan vazgeçip ülkeyi esenliğe çıkaracak, barışı sağlayacak, ülke birliğini koruyacak Mustafalar çıkmalı.

     Dedim ya ; “ Elifi görse mertek sanır “ diye aşağılanan halkımızın zekası keskindir. 4+4+4 ‘ ten bile yeni Mustafalar, Mustafa Kemaller çıkarır.

     Yeterki onlara inanalım.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

NİÇİN İKİ AYAK ÜZERİNDE YÜRÜRÜZ

     İnsanın maymundan gelmediğini, maymunlarla ortak atalardan evrilerek farklılaştığımızı savunan düşünceyi, eğitim programımızdan çoktan kaldırmıştık. Bu savununun karşıtı Yaratılış teorisini tartışmasız kabul ediliş, bazı farklılıkları görmemizi engellemektedir. Bu durumda dini eğitim, bilimin önüne geçerek, bizi her geçen gün yeni bilimsel gelişmeler karşısında şaşkına çevirmektedir. Böylece bilim ve teknoloji dünyasında gittikçe yalnızlaşmakta ve geriye düşmekteyiz.

     Yapılan araştırmalara göre, iki ayak üzerinde yürüme becerisi ağaçlarda başlamış. Bu durum maymun cinsinde de var. Ancak bugün yaşayan maymunlar halâ aynı davranışta. Farklılık gösterememiş. İnsan ise hayatta kalmanın şartı olarak, iki ayaklı duruma geçerek,önce cinsini korumak ve beslemek güdüsünü kazanmış; gittikçe evrileşerek alet yapmayı öğrenmiştir. İki ayak üzerinde durarak uzağı görme  ve daha fazla yiyeceğe kavuşma olanağına erişmiştir. Bu gelişim, insanın beden ve zihin yapısında da değişmelere neden olmuştur. Taş ve kemik üzerinde yeni aletler yapan insanoğlu, giderek beynini kullanmasını da öğrenmiş, beyin giderek önemli gelişmelere sahne olmuştur.

     Sesini kullanmasını ve giderek dil gelişimini sağlayarak ortak yaşama   doğru gidiş, insanoğlunun yaşam yolunda  en önemli adımı olmuştur. Böylece birlikte çalışma, birbirine destek çıkma, taklit edebilme gibi yetenekleri sayesinde kültür/ bilgi birikimini nesilden nesile aktarma olanağına da kavuşmuştur. Bu birikim görüyoruzki yerinde durmuyor, yeniden şekillenerek daha ilerilere doğru gidiyor. 

     Bunu başka varlıklarda göremiyoruz ! Nedenini aklı selim sahibi insancıklarımızın araştırması  gerekmiyor mu ?

     Şimdi sormak istiyorum.

     Neden gelişemiyoruz ?

     Neden halâ Batı’nın sömürüsü altında ezilip duruyoruz ?

     Dinsel inançlarımız bilimsel gelişmimize ket mi vuruyor ; yoksa biz mi dini yanlış anlıyor ve anlatıyoruz ?

     İslam toplumlarında neden bilimsel gelişime ait buluşlar yok ? Teknolojiyi hep Batı’dan mı alacağız ?

     Yani, iki ayağımız üzerinde ne zaman yürümesini öğreneceğiz ?

     Belki Sayın Bakanımızın, bir gezisinde vatandaşımıza “ Takla atta göreyim “ demesinin ardında, iki ayak üzerinde durmamızı engelleyici başka bir düşünce mi yatıyor ?..

 

 

 

 

LA TURGUİE AGONİSANTE

     Türkçe tercümesi “ Can Çekişen Türkiye.”

      Avrupalıların Anadolu’dan Asya’ya sürmek istedikleri Türklere ait bifr kitap. İslam ülkelerini zaten halletmişler. Türkleri de illa İslam olarak görme arzuları yok. Ama İslamla kucaklaşmış Türkiye de karşılarında aşılmaz bir sorun olarak duruyor.

       Türkiye’de Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Gürcüler, Rumlar, Balkan Göçmenleri, Boşnaklar, Süryaniler, Araplar, Ermeniler … dil olarak değişik özellikte olsa da, Türkiye’de yüzyıllardır birlikte yaşadıkları için Anadolu’nun derin tarihi karşısında, bu birlikten ayrı kalmaları olası değil. Doğrudur; çağlardan beri birlikte yaşayan karmaşık Anadolu toplumu var.

     Anadolu coğrafyasında yaşayan ilk insanları köken olarak ortaya koymak için, insanlığın Dünya’ya yayılış haritasını iyi okumak gerekir. Onun için Anadolu, bir gurubun değil, oraya her nasılsa gelmiş insan topluluklarının vatanıdır. Bu toplumlardan Türk dilli insanlar elbette Anadolu’ya dışarıdan gelmişlerdir. Hyung-Nular, Çin’de Wei sülalesini kuran Topalar, Göktürkler, Uygurlar, Kumanlar, Kazaklar, Peçenekler, Guzlar, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklar ve Osmanlıyı kuran çeşitli Türkmen boyları hep Türk dillidirler. Ne yazık ki Türkçe gibi birçok diyalekt içeren dili, bu topluluklar arasında farklı göstererek ırkçılık yapan insanlarımız vardır. Halbuki diyalekt farklılığı diğer ulusların dillerinde daha gözle görülebilir durumdadır.

      Türk dilli toplumları incelerken Selçuklu ve Osmanlıları, Müslüman vurgulu Türk tarihinin içine koymak gerekir. Selçuklular ve Anadolu’daki Türk boyları genellikle Türkçeyi kullanırken, Osmanlıca, Sarayda kullanılan Arapça, Farsça dilleriyle karışmış, halkını dışlamış, Saraya ait elit sınıfın kullandığı esperanto bir dil olmuştur. Ancak bu durum, Türkçeyi yok edememiş ve Cumhuriyetle birlikte asıl Türkçe tekrar canlanıvermiştir.

      Cumhuriyet döneminde kendine gelen dil, toplumun çağdaşlaşma yolunda en önemli figürüdür. Her çağdaş kavramı ifade eder hale gelmiştir. Halk yaşamının anlatıldığı en güzel dil olmuştur. Hatta Türklerin İslam toplumları arasında en saygın durumda olduğu söyleniyorsa bu dilimiz sayesinde olmuştur.

      Türkleşme bir Batılılaşmadır.

       Batılılaşma, Türk gibi olmaktan kopmamaktır.

     Bütün İslam’ı Arap gibi gören Batı, bizi nereye koyacağını bir türlü beceremedi. Çünkü hiçbir zaman bize Arap demedi.

     Yani ortada Hıristiyan karşıtlığında hedef gösterilen, İslam kültürü içinde de var olunamayan Türk kavramı var. Ta Osmanlıdan gelen alışkanlıkları var; Osmanlıyı Türk olarak bildi ama İslam temsilcisi olduğunu da unutmadı.

     Korkuları anlaşılıyor herhalde !

     Bu korkudan kurtulmanın yolu, Türkiye’yi can çekişir hale getirmek.

     Nasıl mı yapılır ?

     Çoktan başladılar bile. Yukarıda saydığımız ve Anadolu’ya yerleşmiş Türk dilli topluluklarını, öncelikle dil bağlamında ayrıştırmak. Sonra kökenleri Anadolu tarihinde kaynaşmış insanları farkılılaştırmak. Son adım olarak ta İslam’daki mezhep farklılıklarını önemli unsur halina getirmek.

      Biz de yaptıkları “ Ilımlı İslam “ gibi !..

      Hıristiyanlığın bunca mezhebi varken, ılımlı Hıristiyanlığın olmayışına kafa yormayan bizim güdük beyinliler, ortadaki oyunun aktörü olmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar.

     Bunlara “ … dahili bedbahtlar “ mı, yoksa “ … gaflet ve dalalet içindekiler “ mi demeli acaba ?

yildirim.gursel@gmail.com

 

DAĞDAKİ TÜFEK

 

     Dağlar, her ulus için, barındırdığı yapıya göre sığınma ya da özgürlük yerleridir. Eşkiyası, yolsuzu, hırsızı, kaçağı … dağların kovuklarında yer arar kendine. Oralarda kendini özgür hisseder. “ Dağlar bizimdir “ diyen ses, bu özgürlüğe sığınmış olarak kendini ifade etmeye çalışır.

      Dağlar her zaman, özünde bir direnişin ifadesi olarak  gösterilmeye  çalışılsa da, bu öz zaman zaman yanlış anlamalarla yüklenmiş olur. Dağda hukuk yoktur. Hukuğun yerini  Mir’in hükümleri yer alır. Yani dağın kendine özgü yasaları vardır.

      Bunun en özgül örneği Kandil’dir. Orada kendini Kürtlerin temsilcisi olarak gösteren eşkıya topluluğu, uluslararası politikanın açmazlarından yararlanarak Ulusumuza karşı başkaldırı harekâtına girişmiştir. Otuz yıldan fazladır esrar, kadın, kaçakcılık, silah ticaretini de yöneterek varlığını sürdürmektedir. Ülkemize karşı olan güçler de bu varlığa destek olmaktadır. Elbette uluslar arası yapılanma, öncelikle enerji kaynaklarına sahip olma istenciyle coğrafyalar üzerinde yeni oyunlar oynamakta, bu topraklarda yaşayan insanları ırk, din, mezhep gibi ayrıştırmaya çalışmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla da bugüne değin başarılı olmuşlardır.

     Arap Baharı tanımıyla Fas, Mısır, Libya, Irak ve şimdi Suriye’de oynanan oyun durumu en açık biçimde resimlemektedir. O bahar, sınırımıza kadar gelmiştir. Her ajansta aldığımız şehit haberleri vatanını sevenleri endişeye sürükler olmuştur.

      Artık kanayan yaramıza kesin, doğru tanılı bir neşter vurmak gerekiyor. Geçen süreç ulusumuz üzerinde olumsuz mesajlar doğurabilir. Bu mesajların nereye kadar uzanabileceğini de şimdiden kestiremeyiz.

      Çünkü dağdaki eşkıya, dağdan yönetilen başkaldırı kendi boyutunu aşmış, toplumumuz için huzursuzluk kaynağı olmaya başlamıştır. Her mahallede, her köyde, her sokaktaki şehitler arkasından ağlamalar dindirilme yerine gittikçe çoğalmaktadır.

       Ulusumuzun ve devletimizin dağdaki bu eşkiyaya ödün verecek davranışı yoktur. Asla olamaz.

       Dağdaki tüfeğin bir an önce susturulması, tetiği çekmeye hazır kahpelerin dağdan indirilmesi gerekmektedir. Dağlar, onlar için pisliklerinin saklandığı yerler olmaktan kurtarılmalıdır.

       Bülbüller  güllere, gündüzler geceye nasıl muhtaç ise bizlerin de ülkemizin özgür dağlarına ihtiyacımız var. Oraları kalleşlik yerleri olarak değil, güllerin olduğu, bülbüllerin öttüğü, gecelerin tan ağarmalarıyla gündüzlere döndüğü tepelerde hasretimizi gidermeye ihtiyacımız var. Tüm varlığıyla birbirimizi kucaklamaya ihtiyacımız var.

     Yeni Sevrlere fırsat vermemeliyiz.

     Cumhuriyetin varlığını korumak hepimizin hedefi olmalıdır.

     TBMM ve siyasiler büyük sorumluluk altındadır.

     Şimdi bunları görerek, bilerek halkımıza da görev düşüyor. Sevgi, barış, birleşme hepimizin yüreğinde olmalıdır.

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

AÇIL SUSAM AÇIL

     Bu sözü, İslamcıların kafalarına taktıkları özellikle kadın bedeni için söylenmiş olduğunu düşünmeyiniz. Basit tanımıyla, geri kalmış ülkelerin ve dolayısıyla demokrasiden nasibini almamış ülkelerin vatandaşlarının özlemini yansıtabileceğini düşününüz. En çok ta İslami toplumların demokrasiye varmak için kullanması gerektiğini düşünmek gerekir. Yani İslama mutluluk, gelişim getirecek ifade “ Açıl Susam Açıl “ dır.

     İslam’ı kötülemek gibi bir duygu taşımıyorum. Ancak hiçbir İslam toplumunda göremediğim demokrasi ve ona özgü insana saygı kavramının olmayışı endişelerimi artırıyor. Ekonomisine, yaşayışına ve vatandaşlarının serbestiliğine hayranlıkla baktığımız Amerika, Almanya, Fransa, İngiltere gibi demokrasilerinin İslam toplumlarında olmayışı, duygularımı “ Acaba “lara yöneltiyor.

     İnsan başına geliri her şeyin ölçüsü sayan kapitalist sistemin hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Gelirin ölçüsüne göre zenginler ve fakirler vardır. Bu sistemde fakirler her gün ölmekte, fakir toplumlar her gün daha baskı altına girmekte, hatta kapitalizmin oyunlarına gelerek parçalanmaktadır. İslam toplumlarına baktığımızda fakirlik ölçüsü öne çıkmaktadır. Dolayısıyla bu toplumlarda yaşayanlar, geleceklerinden endişe duymaktadırlar.

      İslam dünyasının cehalete yataklık etmesi o toplumların gelişmesine engel olmaktadır. Cehaletle yaşayan toplumlar, ahlaksal olarak ta kırılganlık yaşarlar. Bunları aşmanın yolu, Açıl Susam Açıl’dır.

     Nereye, ne kadar açılacağız ?

     Atatürk’ün önderliğinde yapmış olduğumuz değişimler, bizi cahil toplum yargısından epey uzaklaştırmıştır. Bugün gelişmiş ülkeler bizi kullanmak için hangi yalanları söylemiş ve iktidarları hangi yöntemlerle okşamış olursa olsunlar oyunlara gelmeme irademiz elimizdedir.Çünkü gelişmişliğin “ Bilim ve Teknolojiye “ dayalı olduğunu Atatürkle anladık. Batı Müslümanlaşan ve kendini farklı kılan dünyaya evet demez. İslam toplumlarının kültürel bilinç ve sanayi gelişimini kontrol etmek ister. Bunu yerine getirmek için de her yolu dener. Ilımlı İslam der, Şii toplumu der, bölgesel ırklar yaratarak toplumları birbirine düşürür, demokrasi diye bar bar bağırır, atomun İslam toplumlarında olamıyacağını öngörür …

     Eğer İslam toplumlarının halkları, düşünürleri bu oyunu göremezse,  oynanan oyunlara yanıt aramazsa kendilerine dayatılan çözümlere ayak uydurmak zorunda kalırlar. Sonuçta da İslam toplumları sömürülerek, Batının ağababalığı altında günlerini geçirirler.

     Bunu ilk olarak  anlayan biz Türkleriz. Cumhuriyet her türlü zorluklara rağmen bu anlayışın ürünü olarak doğdu. Şimdi Batı’nın hedefi, oyunlarını fark eden Türkiye’dir. Çağdaş dünya bilincini çoktan anlamış Türkiye, halkına daha çok ulaşabilir ve onu aydınlatabilirse Müslüman dünyasına, Kurtuluş Savaşı’nda örnek olduğu gibi önder olarak liderliğini devam ettirebilir. Artık Afganistan, Pakistan, Mısır, Libya, Tunus, Irak, Suriye’de oynana oyunlara sadece üzülerek bakmamalıyız. Onların çektiklerini yalnız Müslüman olarak değil insan olarak ta paylaşmak gerekir.

      Batı, İslam sözcüğünü bile duymak istemiyor. Ellerindeki Müslüman toplumların geri kalmışlığı kozu ile oynayıp yine İslam toplumlarının geri kalması için her türlü yöntemi kullanıyorlar. Ne yazık ki bunu anlayamamış İslam dünyası da kaderine razı olmuş boyun eğriliği içinde yaşayıp gitmektedir.

      Biz bunun için dirençle İslam dünyasının bilinçlenmesi için uğraşmalıyız. Batı egemenliğinin neye dayandığını anlatabilirsek başarının ilk adımlarını atmış oluruz. Yoksa İslamı fakir insanların dini olmaktan kurtaramayız.

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

VAK VAK ÖRDEK İLE GID GID TAVUKLAR

      Vak Vak ördek ile GıdGıd tavuklar aynı kümeste yaşarlarmış. Bahçenin ve aşağısındaki derenin bereketi içinde günlerini geçirirler, yumurtalarını yaparlar, yavrularını büyütürlermiş. Zaman zaman yanlarına koca memeli Sarıkız ile yaramaz Hav Hav kardeş gelirmiş. Hav Hav kardeş istediği zaman bahçenin çitlerinden atlar, başka yerlerde gezmelere çıkarmış.                        GıtGıtların başındaki Borazan adlı horoz ise onlara izin vermez, azıcık çitlere yanaştıklarında paçalı bacaklarını toprağa sert sert sürer, kızgınlığını belli etmek için öter dururmuş.

Vak Vak ördekler sürüyle gezer, paytak bacaklı yavrularını peşlerinden ayırmaz, derenin kenarında gagalarını ıslak toprağa sokar, eşinir dururlarmış. Sarıkız ise nerde yeşillik görse oraya yönelir, uzun diliyle onları ağzına doldururmuş. Karnı doyduğunda bir gölgelikte durup geviş getirmek en büyük zevki imiş. Gün kararmaya başlarken ahırının yolunu tutar, dolu dolu memelerini sallaya sallaya yürürmüş. Sahipleri Fatma kadın en çok onu sever, bacaklarının arasına oturur, süt dolu memelerini sağarmış. Bu sırada Hav Hav köpek zıplar, havlar neşesiyle ortalığı birbirine katarmış. En çok ta GıdGıdların ve VakVakların arasına dalıp onları korkutmaya, bağırttırarak kaçıştırmaya bayılırmış. Kendi aralarında iken efelik yapan Borazan horoz bile korkar, onlardan önce, öte öte kaçarmış. Vak Vaklar ve GıdGıdlar, Borazan’ın bu kaçışına gülerken peşlerindeki Hav Havkardeşi hepten unuturlarmış.

       Günler böyle geçerken bir gün şöyle bir olay olmuş.

VakVakların küçük yaramazı paytak  Nuriş ile  GıdGıdların yumurtadan yeni çıkmış sarı civcivi Fadik tel örgüye fazla yaklaşmışlar. Örgünün aralığından bakıp dışarıyı gözlemeye başlamışlar. Onların bu durumu annelerinin gözünden kaçmamış ama bir şey de dememişler. Nuriş ile Fadik ise meraklandıkça heyecanları artmış, artık dışarıya çıkma istekleri içlerini kavurmaya başlamış.

       Düşünmüşler…

       Hav Hav kardeşten yardım isteseler, onun yaramazlığından korkup isteklerini söyleyememişler. Sarıkız’ın yanına yaklaşmışlar. O gölgelikteyken kulağına eğilip isteklerini anlatmışlar. Sarıkız öyle pek derin düşünen birisi değilmiş. Tamam, demiş. Sırtıma sıçrayın, oradan tel örgünün üstünden atlarsınız, demiş.

        Öyle yapmışlar.

        Başlarına neler mi gelmiş ?

        Bu bir Ortadoğu öyküsü dersem, başlarına neler geldiğini herhalde anlarsınız.

 

 

 

 

BİRKAÇ MEHMET YA DA BİRKAÇ NİYAZİ

Büyük bacanağımın adı Mehmet !.. Rus Savaşına giden dedesinin adı. Öğretmen olunca 1956 ‘ da Siirt’te başlamış görevine.

Küçük bacanağımın adı da Mehmet !.. Dedeleri ta Tuna boylarından gelmiş. Redif subayı imiş.

Bizim köyde Mehmet çok. “ Memet “ diye sesleniliyor onlara… Dönük Memet, Lazoğlan Memet, Fadikgilin Memet, Sağlıkçı Memet, Kadı Memet, Memet Hoca, Asımgilin Hoş Memet, Memet Emmi …

Bir de “ Memet Puarı “ var. Rus Savaşında 85 köy genci bu pınarın ordan uğurlanmışlar. İkisi geri gelmiş.

Ama kimse onlara “ Birkaç Mehmet … “ demiyor. Her birinin geride bıraktığı ve ailelerinin övündüğü hikayeleri var. Hele bir Memet var ki; gidişinden beri haber gelmeyince eşi umudu kesmiş. Yokluk günleri. Karın doyuracak, evdekilere bakacak kimse yok. Her şeye o koşuyor. Dayanılacak gibi değil. Bir çocuk bulmuş. Evinde saklamış, büyütmüş…

Ve sonra da kendine koca edinmiş.

Yaşlılığına rastladım. Nasıl olduğunu anlatırdı.

Kim bilir ülkemin kaç köyünde böyle öyküler vardır. Onlar bıkmadan, yılmadan oğullarına “ Mehmet “ adını koyarak vatan sevgilerini belli ederler. Dağlar gibi sessiz, bulutlar gibi yücedir onlar. Birkaç oluşlarından yüksünmezler de “ Niyazi “ yerine konulmuş olmaktan endişelenirler. İnanır mısınız; köyümüzde bir tane “Niyazi” adı vardır da ona bile “ Niyaz “ derler. Niyaz emmi çalışkan, yiğit kişidir. Sabah erken kalkıp, öküzünü önce o koşar. Harmanını önce o serer.

Niyaz emmim, belki adının Mehmet konmayışından olsa gerek, köyün Mehmetlerinin öykülerini hep bilir. Bize o anlatır. Okumuşluğu vardır. Eski yazıyı da bilir. Belki siyasete atılsaydı, bunca kurt arasında yer tutabilir miydi bilmem, bakan bile olabilirdi.

Ama şimdikiler gibi değil. Vatanı uğruna şehit olan Mehmetciklere, “ Birkaç Mehmet için … “ diyecek kadar ( &&&&&&& ..) şaşkın olmazdı asla. Hele sıra arkadaşı, vatan hainleri tarafından kaçırıldığında duramaz, elindeki övendireyi fırlatır koşardı. Kürsü cambazlığı yapmazdı.

Ne yapalım ; devlet, “Mehmetcik Devleti” olmaktan uzaklaşıp “ Dolar Mehmetciği “ durumuna yönelince başımıza bunların gelmesi normal. Normal olmayan, halkımızın halâ Mehmetçikleri vatan toprağına koyarken derin bir uykuda olması. Hiç sorgulamaması. Şehidinin mezarını örterken toprak doldurduğu elceğizine kızıp …

Ah Memedim !..

Seni sayılarla ölçenlere yuh olsun.

yildirim.gursel@gmail.com

 

KEDİ FARE OYUNU

      Hangi yazardan aklımda kaldı, anımsamıyorum. Öyküyü beraber okuyalım.

   “ Bir fare çatı katında kocaman bir erkek kediyle karşılaşır. Farenin kaçabileceği yer kalmamış, köşeye sıkışmıştır. Fare titreyerek şöyle der : Kedi bey lütfen beni yeme. Ailemin yanına dönmem lazım. Çocuklarımın karnı aç, beni bekler, lütfen beni görmemiş ol.

     Kedi yanıt verir : Endişelenme, seni yiyecek değilim. İşin doğrusu, yüksek sesle söyleyemem ama ben vejetaryenim. Asla et yemem. Bu yüzden benimle karşılaşmış olman, senin için bir şans.

     Fare yanıtlar : Oh ne kadar mükemmel bir gün, ne kadar şanslı bir fareyim ben. Vajetaryen bir kediyle karşılaştım.

     Fakat hemen sonrasında kedi fareye saldırır, patisiyle yere bastırır. Keskin dişlerini boğazına geçirir. Fare acı içerisinde son nefesinde fareye sorar : İyi de, hani sen vejetaryendin. Asla et yemediğini söylemedin mi. Yalan mı söyledin ?

      Kedi yalanarak yanıtlar : Ha, ben et  yemem. Bu yalan değil. Bu yüzden seni götürüp marulla takas edeceğim… “

      Marulla takas !..

      Kim edecek ?..

      Et yemez kedi !..

      İnandınız mı ?

      Peki, öykünün yazarı bir şey mi söylemek istiyor ?

      Benden açıklama beklemeyin. Kim ders çıkarmak istiyorsa ona kalmış. Düşünsün, taşınsın kendine göre bir yorum yapsın. Düşünmek, yorum yapmak,ders çıkarmak için uzağa  gitmeye de  gerek yok. Kedi bey ABD  olsun. Fare mi ?..Ohhoo , Orta Doğu’ da bir sürü fare var. Kedi bey Orta Doğu’nun farelerle dolu coğrafyasına şöyyle bir uzanıversin. Barış için geldim, diye nutuklar atsın. Sefil yöneticilerinden bıkmış fare halkı sevinivermez mi!.. ABD geldi, barış gelecek !..

       Şimdi Irak ‘a bakın. Barış geldi mi?

     Kedi ne yaptı ?

     Irak’ı, petrolle takas etmek için ham hum etti !..

     Tunus, Libya, Mısır  bizim vejetaryen / barışçıl kedinin kurbanı. Kedi iri mi iri. Kedi ahtapot kollarını dünyaya sarmış mı sarmış. Kedi doymak bilmiyor. Kedinin patisi Orta Doğu’nun sırtında.

      Kediyi ille de ABD düşmanlığı yaparak görmemek lazım. İçimize, yurdumuza, kendimize bakalım.  Ne vaatlerle, ne kandırmacalarla patisini halkın sırtından eksik etmeyen bizim kedilere bakalım.

      Ham hum olmaya razıysanız, kedinin dostluğuna güvenerek yola devam edelim dostlar. Para uğruna takas, koltuk uğruna takas, simsarlık üstüne takas,vatan satıcılığı üzerine takas, yalanla takas, sahtecilikle takas … herhalde bizim kaderimiz olmamalı.

       Kendimizi fare yerine koymadan kedimizi iyi tanıyalım.

       Bu öykü bence bunu anlatmaya çalışıyor; ne dersiniz ?..

 

İNSANLIK ÖLMÜŞ

             Ulusal gazetelerimizin birindeki haber aynen şöyle :

            ‘ İnsanlık ölmüş ‘

             Tekirdağ’ın  Marmara Ereğli ilçesinde meydana gelen trafik kazasında 3 kişi öldü, 2 kişi yaralandı… Yaralılar 112 Acil Servis ekiplerince Çorlu Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı… Fransa’dan memleketi Şanlıurfa’ya giden Mehmet Çetinkaya, yol kenarında durarak, yaralılara yardım etmek istedi. Ambulansların olay yerine gelmesinden ardından aracına dönen Çetinkaya, otomobilinin camının kırık olduğunu fark etti. Otomobilinden yüklü miktarda parasının çalındığını fark eden Çetinkaya “ Memlekete giderken kazayı gördüm, yardıma koştum. Bu sırada otomobilimdeki 6 bin lira nakit para, kimlik ve cep telefonları çalınmış. İnsanlık ölmüş “ dedi.

           İnsanlık sahiden ölmüş mü, değerli okuyucular. Yoksa insanlığı, insanlık peşinde koşanlar mı öldürdü ?

          Kim insan ?

           Bizim Temel’e sorarsanız, hamsi yiyen herkes insandır. Ama o da, insanı, insan ve insancık diye ikiye ayırır. Efelerimiz, efe duruşunu yapamayanları insandan saymazlar elbette.

           Yoksulun ciğerini sökmek için ona file dolusu yiyecek götüren, kömür sobasının olup olmadığını bilmeden kapısına kömür yığanlar da insan olarak kabul görürler.

          Kurbanda kurbanını döve döve yatıran, kızını para karşılığı satan, yere serdiği mendiliyle dilenerek apartman sahibi olan, çoluk çocuğu fındık bahçesindeyken kendisi kahvehanede okey oynayan beyler de insan sayılabilir.

         Ya asansörde içtiği sigarayı bırakanlar, sırası gelmeden öne atlayanlar,duvardan atlayıp maç izlemek isteyenler, çöplerini pencereden güya gizlice savuranlar insan mıdır ?

         Komşusu açken Hac yoluna düşenler, secdede cüzdanını yoklayanlar, selamını saklayanlar, musalla taşından ders alamayanlar, gönül yıkanlar sizler de insan sayılırsınız ; unutmayın.

          Peki, kimler insan sayılır ?

         Vallahi, son günlerde insan sayılabilecek nice insanı, üzerlerine çamur sıçratılmış durumda görünce, mum yakıp insan aramaya başladım… Araya araya bir kayanın oyuğunda ayı inine rastladım. Baktım tertemiz. Düzenli.    “ Ayı gibi adam “ diyenleri düşündüm.Adamı ayıya gibileştiren mi insandı, yoksa adam mı insandı; şaşırdım kaldım.

       Hadi insan sayılabilecekleri sayalım:

       Bir : ….

       Ben bulamadım. Siz bulursanız bire yazın. İkiyi ben getiririm.

 

ADALETİ SEVENLER DERNEĞİ

     Adalet, hak ve hukuka uygunluk anlamına geliyor. Ona kafiye uygunu olan “ adavet “,  düşmanlık ya da savaş anlamında. Yine aynı sese uygun olan “havazat “ ise çaresi bulunamamış dertler yumağı şeklinde anlam taşıyor.

Görüyoruzki bir harf değişikliği ne kadar anlam farklılığına yol açıyor.

     Son zamanlarda yasalarda yapılan değişiklikler de, sanki bir harf farklılığı gibideğişik yorumlarla, toplumumuzda onmaz yaralar açıyor. Hatta adalete olan güveni sarsıyor.Halbuki bir toplum, adalete olan güvenci sayesinde kendini güvencede bulunur ve geleceğine güvenle bakar.

      Türk toplumu “ adalet “ konusuna o kadar önem vermiştir ki ta geçmişten günümüze kadar güzel sözlerle bu önemini göstermiştir. Orhun Yazıtları’nda “ Türk halkı yoksuldu; açları doyurdum, çıplakları giydirdim ama birbirine düşman etmedim “ der. Dede Korkut,  Oğuzların başı Bayındır Han’ı savaşa değil barışa özendirir.İlk Türk mesnevisi sayılan Kutadgu Bilig’te vezir Alytoldi, hakanına “ Adalet ve dilin erdemleri, sözün değeri, mutluluğun gelip geçiciliği, ikbalin vefasızlığı “konularında öğüt verir.Hz. Ali,Devlet YöneticilerineÖğütler’inde “ Sivil toplum, seçimli iktidar, eşit bölüşüm ve adalet “ önerir.Kınalızade, Ahlak-ı Alai adlı eserinde “Adalet Çemberi “ ni şöyle tanımlamıştır: “ Mülk ve devlet asker ve rical iledir/ Rical mal ile bulunur / Mal reayadan husule gelir /Reaya adl ile muntazam olur.

     Peygamberimiz Hz. Muhammed “ Din nasihattir / İyi huy dinin kalıbıdır / Acı da olsa doğruyu söyleyin / İman, haramlardan ve hırslardan arınmalıdır / Bir günlük adil davranış altmış yıllık ibadetten üstündür “ buyuruyorlar. Osmanlı Valisi Ziya Paşa “ Kadı ola davacı,muhzır / mübaşir de şahit / Ol mahkemeninhükmüne derler mi adalet “ diye sorgulamada bulunuyor. Halk aşıklarından Beypazarlı Havai “ Kindar olan olmaz dindar “ derken  büyük ozan Yunus Emre “ Adımız miskindir, düşmanımız kindir bizim. “ diye yüzyıllar öncesinden Anadolu’nun yüreğinden sesleniyordu.

      Yine eski düşünürlerden Eflatun “ Devletin adaleti, bireyin mutluluğudur. “ diyor ve Woltaire “ Adalete hizmet insanların en yüce görevidir. “, Pascal “ Adalete dayanmayan kuvvet zalimdir. “ diyerek insanlığı, devleti yönetenleri adaletli olmaya davet ediyorlardı.

     Bunları okuduktan sonra günümüze dönüp bakıyorum. Dindar söyleminin arkasında kindar bir anlayış; hırslara bürünmüş bir yönetim; sivil toplumu hiçe sayan bir zorbalık; reayayı ezen bir ekonomik yapı; içinde bulunduğu Meclis’teki arkadaşlarına bile vefasızlık; mübaşiri tanık tutan bir yargılama; adil davranışa hasret bir toplum …

      Silivri’ den yükselen sesler !..

      Çözümsüzlükler !..

      Ey benim adalete hasret insanlarım ! İnsanlığın barış yolunda en güçlü simgesi olarak karşımızda duran adalete elbette sığınacağız. Elbette başımızın tacı eyleyeceğiz. Elbette Türk’ün adalete olan bağlılığını her daim vurgulayacağız.

     Bu adalet; komşu kızı, sarışın, boylu boslu, endamlı Adalet değil, insanlık erdeminin ta kendisidir.                                                                                                                       

       O bizim hakkımızdır.

 

HADİ KÖLE OLALIM

Harward Üniversitesi’nin biyologlarından Edwar O. Wilson’un“ Bilginin Bütünlüğü “ adlı kitabındaki  bir cümle  şöyle : “ Bugünkü teknoloji ile dünyayı Amerika düzeyine getirmek için iki ekstra yerküre daha gerek . “.

İki ekstra dünya demek, doğallığını kaybetmemiş iki yeni dünya,  anlamını taşıyor. Elbette bu da olası değil. Tüm dünyanın bilgi ve teknolojisini düşünürsek, Amerika’yı yakalamanın mümkün olmadığını görürüz.

     Ne yapmalıyız ?

     Ya da hep böyle mi kalacağız ?

     Kapitalizmin ağababası olan Amerika ve diğer sömürücülerin dünya üzerindeki egemenliğini önlemenin yolu, onların çok daha erken tuttukları bilgi ve teknolojiye sahiplenme yöntemini ele geçirmektir. Son hızla bu alanlara yatırım yapmak, insan kaynaklarını buraya yöneltmektir.

     Yapılabilir mi ?

Elbette ki bu sorun sadece bize ait değil. Dünyanın tüm geri kalmış ülkeleri hemen, zaman geçirmeden tercihlerini yapmak durumundalar.

 Öncelikle bizim coğrafyaya bakalım. İki milyara yakın Müslüman alemi ne durumda ?.. İçlerinde kaç toplum uygar dünyanın bilgi ve teknolojisini yakalamış ?.. Batı’nın sömürmek için yönetici dizginlerini ellerinde tuttuğu kaç halk yapısı karşı koyma peşinde ?.. Hangileri Alevi-Sünni, Laik-dinci, Çağdaş-gerici, Ulusal- etnik parçalanmaya hazır halde ?..

     Tunus’ta başlayan Arap Baharı mıydı; yoksa Arap dünyasını allak bullak eden Batı kaynaklı Arap fırtınası mıydı ?

     Irak yok oldu . Şimdi orada herkes alevi-sünnisi,laiğidincisi,çağdaşı gericisi, arabı kürdü …  birbirini öldürmekle meşgul.

     Suriye’nin dengesi bozuldu. Bir kazan kaynıyor ki, sormayın.

     Tunus, Libya, Mısır’daki ayaklanmadan bir sonuç çıktı mı ?

     Sıra İran’ daymış!..

     Sonraki sıranın nereye geleceğini kestirebiliyor musunuz ?

Arap Baharı’nın Batı uydurması demokratik halk ayaklanması olduğunu artık anladık herhalde. Görülen şu; Batı, kendine direnmeyecek, sömürüsünü engellemeyecek toplumlar istiyor. İslam’ın adı “ Ilımlı İslam “ olsun… Müslümanların cehaletleri ve vurdumduymazlıkları devam etsin... Bilim ve teknoloji yerine, Batı’nın kaynaklarından faydalansın… Ve Türklere uzak dursun.Türk’ün Kurtuluş tarihini öğrenmesin. Anlamasın… Müslüman kültürü Ortaçağ seviyesinde devam etsin… İslam dayanışması ortaya çıkmasın…

     Çağdaş köle olsunlar !..

     Batı biliyor. Fakir halk,cahil toplum ve toplumsal parçalanma çağdaş köleleşmenin ana unsurlarıdır. Bizim coğrafyamızda da bu uygulanıyor.Şimdi düşünelim.

     Çağdaş köle olmak istiyor muyuz ?

      Yoksa ?..

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

BÜYÜK  DAHA BÜYÜK

Köyden koptu gitti.

    Hele yazları köye gelenleri gördükçe burada kalmanın boşuna olacağını iyice anlamıştı. Ama bunu büyüklerine anlatamıyordu. Onlar baba ocağı tütsün istiyorlardı.

    Harmanın, tarlaların ve hatta yaylaların zevki kalmamıştı. Kendinden öncekiler gibi biran önce kapağı İstanbul’a, mümkünse emmioğlunun davetine uyarak Almanya’ya atmalıydı.

     Neydi o Hüsemgilin oğlunun çalımı!

     Düştü yollara. İstanbul’un kollarına terk etti kendini. İstanbul onu çabucak yuttu. Bekâr odaları, yalnız geceler derken bir gecekonduya yerleşti. Sağdan soldan eşyalarla doldurdu biriket gecekondusunu. Çayını doya doya yudumladı. Yıldızlı gecelerde kapısının önüne yırtık hasır iskemlesini koydu. Uzun uzun baktı gökyüzüne. Hayallerini sıraladı. Bildiği türküleri söyledi. Baktığı çıplak afişleri, önünden geçen boyalı hanımları özledi yüreğinde. Bedeni kıpır kıpır etti.

Emmioğlunun yardımıyla bir sitenin kapıcısı oldu. Apartmanın zemin katında yer verdiler. Gecekondudan eşyalarını aldı, oraya taşındı. İşini hemen kapıverdi. Saygılıydı. Dürüsttü. Merdivenleri tertemiz siliyor, ekmekleri, gazeteleri taşıyor, yerde çöp bırakmıyordu.

     Emmioğlunun hanımı bir gün elinden tuttu onun. Uzak bir eve konukluğa gittiler. Çaylar içildi. Sohbetler edildi. Geri dönerlerken, emmioğlu “ Oldu bu iş” diyordu.

      Evleniverdi.

      Çocukları oldu.

      Hanımı da evlere temizliğe gidiyordu artık.

      Yıllardır yanlarına gelemeyen anasına babasına telefon etti. Para gönderdi. İstanbul’a çağırdı. Onlar da kalktılar geldiler. Aylarca kaldılar. Doktorlara götürdüler büyüklerini. Marta doğru, baba “ köyüm de köyüm “ diye tutturdu.

     Günler, aylar, bayramlar geldi geçti. Son Kurban’da evcek köyün yolunu tuttular. Sevindi herkes. Çocuklar çayırlara, davarların yayılışına, ineğin sağılışına bayıldılar.

   “ Baba ev yapmak istiyorum “ dedi.

   Çorak tarlanın ardındaki sırtı gösterdi. “ Oraya “ dedi. Aklına Başbakan’ın Çamlıca Tepesi’nde cami yapma haberi takılmıştı. Her yerden görülecekti cami. Onun evi de her yerden görülmeliydi.

   Yıllardır biriktirdiğini, emeklilikten aldığını topladı. Kentten ustaları buldu. Tepeye üç katlı bir ev dikti. Çatıdan bakınca köy ayağının altındaydı sanki. Topaloğullarının, Gürcügilin, hani ya kendisine hava atan Hüsemgilin evinden büyük olmuştu.

     Daha büyüğünü yapmak isterdi ya, gücü bu kadardı.

     Olsun.

     Ev bitiminde bir ay kalabildiler. Anası taşınmak istemedi eve. Biz burada kalalım, dediler; niyeyse !

     Ertesi yaz hiç gelemediler. Hanımının köyüne gittiler. Biraz da oralarda görünmeliydiler. Kayıçıları “ Enişte “ diyor, başka söz çıkmıyordu ağızlarından.

    Artık yaşlanmıştı. Bir ömür nasıl da sığmıştı şuncacık güne. Küçük kaynını çağırdı. İşini ona devretmek istiyordu.

    Köye gidip gelmeler çoğaldı. Kahveye gidiyor, selam veriyor, biraz da eğrelti alıyorlardı selamını. Nedenini çözememişti.

    Evini yeniden boyattı. Masa arkadaşlarına İstanbul’u; nerede, nasıl çalştığını anlatıyor, onlar da kulak ardı dinliyorlardı işte. Evi niye yüksek yaptığını, gün gelecek İstanbul’un köylere taşınacağını her konuşmasında tekrarlıyordu. Bir gün köyün öğretmeni çağırdı onu. Sohbet ettiler. Sonra öğretmen dediki; “ Halil dayı, evi büyük yapmışsın ama içini, aynen gönlün gibi dolduramamışsın. Sanki bol pantolon giymiş gibisin. Pantolon belinden düşüyor, paçandan sarkıyor. Büyüklük bir gösteridir. Gönlündeki bir yaranın dışa vurmasıdır. Sen sen ol ..”.

     Aklına yüksek iş merkezleri, pizalar, hastaneler, büyük apartmanlar geldi. Hep onlara bakıp, ne işe yarar diye öykünüyordu.

     Öğretmen gittikten sonra çatıya çıktı. Elini dua eder gibi açtı, başını kaldırdı. Bağırdı.

     Evim büyük ama içime sığmıyooor!..

yildirim.gursel@gmail.com

 


CEHENNEM

Dante’nin İlahi Komedi adlı eserini okudunuz mu acaba !

Eserin “Cehennem” bölümünü açalım.

….cehennemin kapısında bir uyarı levhası asılmaktadır. Üzerindeki yazı şöyledir:  “İçeri girenler ! Dışarıda bırakın her umudu ! “

    Kapı önünde bekleyenler büsbütün titremeye başlarlar. Zaten kapının öbür tarafından yürek yakan feryatlar duyulmaktadır.

Kapıda korkuyla bekleyenlerden birisi, cehennem rehberine sorar:

“ Hocam ! Nedir bu karanlıkta duyduğum  sesler ?.. Kimdir böylesine azap çeken insanlar ? “

Rehber açıklar:

“Bahtsız ruhların perişan halidir bu !

  O ruhlar ki dünyada gamsız yaşadılar.

  Ne günah ne de sevap işlediler. “

 

İşte bizim ülkede, kendilerine aydın denen kişilerin hali bu. Dante’nincehenneminin kapısında bekleyenler gibi.

Umursuzdurlar.

Kendilerine dokunulmadıkça ses çıkarmazlar.

Korkarlar.

Gerçekleri yazınca kendilerine birşeyler olacağını düşünürler.

Çoğu yalakadır.

Çıkarlarına dokunulmasını istemediklerinden “ Yetmez ama evetçi “

olurlar.

Teras altında ampul gibidirler. Işıttıklarını sanırlar. Halbuki uzaklara gölgeleri yansır.

Toplumdan uzaktırlar. Toplumun ne istediğini değil de kendilerinin ne düşündüğünü söylerler.

Bunlar yüzünden toplum bilgilenemez. Aydınlanamaz.

Bilgilenemeyen toplum, kör kuyuda yaşadığının farkında olmaz. Tepeden kendilerine sunulan bir tutam ışığın en büyük yol gösterici olduğuna inanır.

El açar.

Üretmek yerine dilenmek kolaylarına gelir.

Olabildiğince kendileri de yağmaya ayak uydurmaya çalışır.

Aydın olabilmek yürek ister.

Madımak’ta yanar. Maraş’ta katledilir. Derisi soyulur. Zehir balı içer…

Hapislerde yatar. Sürgünlerde çile çeker…

Bir söğüt ağacı ister, gölgesinde yatacak kadar…

Silahı kalemdir, sözü kurşundur …

Derdi ülkesidir. Yurttaşlarının esenlik ve mutluluk içinde yaşamasını ister.

Savaştan kaçınır.

Yere düşen her bedenin acısını kendi bedeninde duyar.

Barış güvercini gibidir. Barışın derin sularında yıkanmak ister.

Velhasıl zor zanaattır yürekli aydın olmak !

Her kimseye nasip ol (a) madığından mum yakıp aramaya kalkarız.

Bulunca ardına düşeriz.

 

CEZA YEME

FINDIK YE

Gürsel Yıldırım ( Araştırma yazısı)

           Karayolunda okuduğum bu slogan yol boyunca dilime takılıp durdu. Kim bulmuşsa iyi etmiş. Akılına sağlık.

           İlk işim paket fındık alıp otomobilime koymak oldu. Olur ya trafikte cezalanma durumuna düşersem hemen “ fındık yediğimi “ söyleyip cezadan kurtulmayı becerebilirdim. Şimdilik denk gelmedi. Belki ileriki günlerde ! …

           Ordu’nun tanınmış simalarından rahmetli Halk Eğitimi Müdürü Cavit Doğan, bir sergi açılışına Vali ve diğer erkânla birlikte gideceklerdir. Hazırlık yapılır. Ancak Vali bey bir nedenle açılışa katılamaz. Cavit Doğan mikrofonu eline alarak :

           -Sayın ……..ler ! Açılışımızı sayın valimiz yapacaktı. Ancak mazereti nedeniyle katılamıyor. Onun yerine açılış, ben Meletli Cavit Doğan’a nasip oldu …diyerek söze başlar. Ne varki “ Meletli “ sözünü duyan köylüler, hep birlikte yüksek sesle “ Estağfurullah “ diye karşılık verirler. Bu olaya tanık olan değerli ağabeyimiz ve üstat Fahri Çelebi beni görünce bunu anlatır. Beraber gülüşürüz.

            Fındık konusu elbette öncelikle benim araştırmam gereken bir sorun değil. Ancak yaşadığımız olaylar ve çevredeki konuşmalar, benim de ister istemez bu alana ilgi duymama sebep oldu. Bazı kitaplar, kayıtlar, makaleler derken fındığın ortaya çıkışından bu güne değin aldığı yolu çiziverdik.

 

           FINDIK NASIL BİR BİTKİDİR ?

 

           Türkçe Sözlük’te  “ Fındık “ palamutgillerden, Kuzey Yarım Küre’nin ılık yerlerinde ve yurdumuzun en çok Karadeniz Bölgesi’nde yetişen bir ağaççık ve bunun sert kabuklu içinde bulunan yağlı, nişastalı ürün olarak tanımlanır.

 Fındık, önceleri doğada kendiliğinden yabani , sonra da kültürü yapılıp fındık olarak yetişen, sonra da kültürü yapılıp ehlileştirilen ve insan beslenmesinde, giderek sanayi alanında kullanılan önemli bir meyvedir. Bir dönemler, siyasilerin “ orman bitkisi “ demesi herhalde bundandır. Belki de değerinin yeteri kadar anlaşılamamış olmasındandır.

          Anadolu’da Karadeniz Bölgesi’nde endemik bir yabani meyve olarak, ehlileştirildikten sonra kültür meyvesi olarak bilinen fındığın öyküsü, Çin’de beş bin yıldır, Orta Doğu’da Tevrat’tan bu yana söylene gelmiştir.

          Çin’de MÖ 2838 yılında yazılan bir metne göre “ Fındığın, Tanrı’nın insanlara armağan ettiği beş kutsal meyveden biri olduğu; örülmüş kaplara fındık konularak sunulduğu … “ yazılmaktadır.

Kitab-ı Mukaddes’in Tekvin bölümünün 30. Babında “ … Ve Yakup kendi için kavak ve badem ve çınar ağaçlarından taze çubuklar aldı ve üzerlerindeki ak rengi meydana çıkararak çizgiler yaptı. Ve kabuğunu soymuş olduğu çubukları, sürülerin içmek için geldikleri oluklara, su teknelerine, sürünün önüne koydu ve içmel için geldikleri vakit kızışırlardı. Ve çubukların önünde kızışırlardı ve sürüler çizgili, noktalı ve benekli doğururlardı.” yazılmaktadır. Tevrat’taki bu bölümde geçen “ badem “ in yerine, Tevrat’ın eski çevirisinin saklandığı Sen Marc Kilisesi’ndeki orijinal nüshasında “ Fındık “ sözcüğünün geçtiği bilinmektedir.

           Fındık, Bitkiler dünyasının “ Fagales “ takımı, “ Betulacaee “ familyası, “ Carylus “ cinsindendir. Çiçekleri tek evciklidir. Püskül ya da Kedicik denen erkek çiçekler, aralık-ocak’ta; Karanfil denen dişi çiçekler 20 gün daha geç olgunlaşır. Döllenme tozlaşma yoluyla olur. Tozlaşmanın yeterli olması için bahçedeki fındık türlerinden farklı, ancak onlara uyumlu türler aralıkla dikilmelidir. Örnek; tombulla palaz fındık, mincaneyle foşa fındık türleri gibi. (Devamı yarın)

 

BÖLÜM- 2

 

          FINDIĞIN TARİHİNE DEVAM

 

          Tarihçi Herodotos  ( MÖ 490-425 )  Herodot Tarihi adlı eserinde şöyle yazar: “ İskitler gibi giyinirler. Ağaçlardan topladıkları yemişlerle beslenirler. Yağ çıkardıkları ağaca ( Fındık Ağacı ) derler. Aşağı yukarı incir ağacı büyüklüğünde olur. Bakla iriliğinde yemiş verir. Çekirdekli bir yemiştir. Bu ulusun sürüleri azdır, çünkü otlakları fakirdir. Her biri ağaç altında yaşar. Kışın geldiğinde ağacın çevresine çadır gibi, beyaz yünden örtü gerilir. Yazın örtüyü kaldırırlar. Bu halklara kimse zarar vermez, kutsal sayılırlar. Savaş için silahları yoktur. Komşularında bir anlaşmazlık çıksa, yargıcı olarak onlara başvurulur ve eğer birisi, kendi yurdundan kaçıp onlara sığınırsa, ona artık kimse dokunamaz. Bunlara ( Argipeia ) lar derler …”

          Herodotos, İskit kabilesinin fasulye büyüklüğünde, sert kabuklu, (Pontikum ) denilen bir meyve ile beslendiğini de yazar.

          Yunanlı filozoflardan adını bulamadığım biri ( MÖ 372-287 ) eserinde bitkilerden söz ederken, fındığa ( Pontus Cevizi ) der ve yabanilikten kurtulması için asıl köklerinin alınıp başka yere dikilmesi gereklidir “ diye devam eder.

  Bizanslı De Cibis adlı yazar, kendi yemek kitabında “ Ceviz, fındıktan daha iyi yenir ve özellikle kuru incirle yenirse sindirimi daha kolaydır. “ diye yazarak Roma İmparatorluğu’nda fındığın bilindiğini belirtmiş olur.

          Mevlana, Mesnevi adlı eserinde fındıktan bahseder. Anlattığı öyküde, Padişahın doğan kuşunu, mancınıkla, fındık büyüklüğünde yakıcı kurşun parçaları atarak yakaladığını yazar.

          Şiir şöyledir :

       “ Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir

          Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım, kurşunum yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder. “

          Kaygusuz Abdal bir şiirinde :

       “ Fındukfısduk  leblebi zeytin hevenk kuru üzüm

          Beş bin yumurta olsa biber eksik tuz ile “ diye yazarak Osmanlı döneminde yiyecek ve yemekler arasında fındığa önemli yer verildiğini  belirtir.

          Osmanlı dönemi şairlerinden Zatî, Zati Divanı’nda :

       “ Ol dilbere can paramı al ve bana şeftali  ver desem;

          O badem üzerine fındık koyar, sözünde durmaz “ diye yazmış. Burada şeftali ( buse ), badem ( ağız ), fındık ( burun ) olarak anlatılmıştır.

          Divan Edebiyatı’nın büyük üstadı Fuzuli’ nin ( 1495-1556 ) olduğu söylenen Sohbetü’l – Esmar adlı eserinde:

        “ Hem cevzdeyerdihüsravem men

           Fındık deyerdiserverem men “ diye yazılarak ceviz ve fındık üzerine övgüler yazılmaktadır.

           16-17. yüzyılda yaşayan Halk ozanı Karacaoğlan bir dörtlüğünde :

         “ Karacaoğlan böyle sandık

            Ağız fincan burun fındık

            Billur gibi beyaz pambuk

Ak göğsün kar mı yoksa “ diyerek fındığın halk ağzında neye benzetildiğini göstermiştir. (devamı yarın)

 

 

BÖLÜM- 3

 

             FINDIK SÖZCÜĞÜNÜN ETİMOLOJİK YAPISI

 

             Etimoloji, bir sözcüğün hangi sözcükten geldiğini ve diğer dillerdeki şekillerini inceleyen bilim dalıdır. Fındık sözcüğünün etimolojik incelemesini yaptığımızda hem dilimiz açısından, hem de bölgemizin tarihsel geçmişi hakkında  bilgi edinmekteyiz.

             Antik Çağ’da “ PontosEukseinos “ tan türetilen “ Pontik “ sözcüğünün ( fındik-fındık-funduk ) biçimlerinde değişmesinden oluştuğu öngörülmektedir. PontosEukseinos, Karadeniz’ in antik çağdaki adıdır.

             Diğer dillerdeki biçimlerine bakalım:

Farsça      : Fonduk                              Rumca            : Leptokarion

Arapça     : Bunduk ve El çuluz          Yunanca         : Funduki

Latince     : Nux                                     Eski Yunanca : Karia pontika

Almanca  : Hasellnuus                         Fransızca        : Noisette

İngilizce   : Hazelnut                            İtalyanca         : Nucciola

Rumence : Aluna                                 İspanyolca      : Avellana

Portekizce : Avella                              Ermenice         : Kalin

Tatarca    : Çitlevük                             Azerice             : Fındıg

Kazakça   : MaydajangakBaşkurtça         : Funduk

Kırgızca    : Funduk                              Özbekçe           : Yeryanğak

Türkmence : Pıntık                             Uygurca            : Pintik

Kıpçakça ve Kumanca : Şetlevük, Çatlevük, Çatlavuk

Çağatayca : Çatlağuç, Çatlakuç

             Divan-ı Lügat-it Türk’te : Kosık (Kadın adı olarak ta kullanılır)

             Burhan-ı Katı Sözlüğü’nde : Bındık ( Öpücük vermekten gelmektedir)

             Lügat-i Türkiyye ( Molla Salih) ‘ de : Funduk

 

Önemli Not : Doğu Karadeniz ( Giresun- Ordu ) bölgesinde fındığa, bazı halk ağzında  “Çetlevük “ de denildiği bilinmektedir. Bu sözcükten yola çıkarak, bölge halkının köklerinin kimler olduğu fark edilebilir. Ayrıca Yabani Fındığa, Balıkesir bölgesinde ( Yaban fındığı, deli fındık ) deniliyor.

 

 

BÖLÜM – 4

 

          FINDIĞIN TÜRLERİ - ADLARI VE YETİŞTİĞİ YERLER

 

          Türk fındıkları meyve biçimlerine göre üç gruba ayrılır .

1-    Yuvarlak Fındıklar : Giresun kalitesi dışındakilere “ Levant kalite “ fındık denir.

a)     Tombul  : Batı Karadeniz Bölgesi’nde “ Mehmet Arif “, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde “ Giresun Yağlısı “ denir. Dünyanın en kaliteli fındığıdır.

b)    Palaz  : Samsun- Trabzon’da yetişir.

c)     Mincane  : Giresun- Trabzon ve Adapazarı bölgesinde yetişir. “ Sarı Yağlı “ ve “ Sıra Yağlı “ da denir.

d)    Karafındık : “ Karayağlı” da denir. Ordu- Akçakoca’da yetişir.

e)     Kalınkara : Özellikle Giresun’da yetişir.

f)      Çakıldak  :  Ordu ve Giresun’da yetişir. “ Deli Sava “ ve “Gök Fındık “ ta denir.

g)     Uzunmusa : Ordu ve Adapazarı’nda yetişir. “ Oskara Yağlısı” ve “ Enişte Fındığı “ da denir.

h)    Cavcava : Trabzon bölgesinde yetişir. “ Kocakarı Fındığı “ da denir.

i)       Kan : Çok az üretilir. Hastalıklara ve soğuğa dayanıklıdır.

j)       Kargalak : İri fındık türüdür.

k)    Foşa : “ Yomra Fındığı “ da denir. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yomra’nın adı Şana olarak geçtğinden “ Şana Fındığı “ olarak ta adlandırılmaktadır.

         2 – Sivri Fındıklar :

a)     Sivri : “ Giresun Sivrisi “ denir. Giresun-Trabzon’ da yetişir.

b)    İncekara : Giresun- Trabzon’da yetişir.

         3 – Uzun Fındıklar : Genel olarak “ Badem Fındıklar “ da denir. Ticari değeri azdır. Kabuklu olarak taze fındık şeklinde tüketilir. “ Yuvarlak Badem” ve “ Yassı Badem “ olarak iki kültür çeşidi vardır. Marmara Bölgesi’nde yetişir.

“Değirmendere Fındığı “ olarak adlandırılır.

Bildiğimiz bu fındık türlerinden farklı olarak “ Yabani Fındık “ dediğimiz çeşidi de vardır. Ormanlarda, yol kenarlarında kendiliğinden yetişir. Kabukları kalın ve içleri küçük olur. Ağaçları uzun ve sağlamdır.

          Bu türlere :

          Trabzon Bölgesinde  “ Kalafat yabani fındığı “,

          Balıkesir Bölgesinde  “ Deli fındık “,

Yolova  Bölgesinde  “ Ayı fındığı “ ,

          Bolu Bölgesinde  “ Dağ fındığı “ denir.

 

          Fındığın yapısal özelliği bakımından farklı olarak “ İKİZ FINDIK “ adı verilen fındık vardır. Ordu yöresinde ve daha çok Ünye’de yetişir.

          Yine “ TRABZON FINDIĞI “ denilen Trabzon bölgesinde yetişen fındık türü vardır. 100 ton fındık içinden ancak 100 kg. olarak çıkar. İnce ve yuvarlaktır. Çok lezzetli olduğu için çikolata sanayiinde özellikle kullanılır.

          Ayrıca halkımız arasında “ GÜRCÜ FINDIĞI “  denilen bir türü vardır. İçinin koyu kahverengi oluşundan dolayı diğer fındık türlerinden ayrılır. (devamı yarın)

CEZA YEME

FINDIK YE

 

BÖLÜM – 5

 

             FINDIKLA İLGİLİ SÖZCÜKLER

 

             Fındığın toplanması, harmanlanması, depolanması ve diğer işlemleriyle ilgili olarak halkımızın ürettiği sözcükler vardır. Bu sözcükler hem dilimizin zenginliğini, hem insanlarımızın dilimizi kullanmaktaki ustalığını göstermektedir. Ne var ki fındık üretiminin artık bir geçim kaynağı olarak değil, aile bütçesine yan destek olarak kullanılması, bu otantik sözcüklerin kullanılmasını gittikçe azaltmaktadır. Bu durum bile fındık sorununun hangi düzeyde ele alınmasını gösteren bir işarettir.

            Bulabildiğimiz kadar fındıkla ilgili sözcükler şunlardır :

PÜSKÜL : Kargalak, kan, incekara, yuvarlak badem fındık türleri fazla püskül verirler. Çakıldak, kuş, yassı badem gibi türler ise az püsküllüdür. Püsküller, fındık türlerine göre yeşil, pembe, kahverengi olurlar.

            ZURUF-ZULUF-KAVSUL-CULUF : Sert kabuklu fındığın dışını saran yeşil kısmına denir. Bölgelere göre değişik şekilde adlandırılır. Kavsulların uzunlukları fındığın türüne göre değişir.

ÇOTANAK : Fındık dalında kavsul içinde birden çok fındık bulunursa, buna Giresun bölgesinde “ Çotanak “, Trabzon bölgesinde “ Kumuş “ denir.

YIRTMAÇ : Fındıklarınkavsulları, fındığın türüne göre yırtmaçlı ya da yırtmaçsızdır. Örneğin; tombul fındıklar yırtmaçlı, incekaralar yırtmaçsızdır.

FOLOKLAMA : Fındığın tam olarak olgunlaşmadan toplanmasına denir. Bölgemizde normal mevsim şartlarına göre Ağustos ayının ilk haftasında fındık toplama işlemi başlar.

KELİF : Fındık bahçelerinin ya da harmanının hırsızlardan, yabani hayvanlardan korunması için uygun bir yere, yerden yüksek ağaç çatılı kulübeler yapılır. Buna Trabzon bölgesinde “ Kelif “ denir. Diğer bölgelerde genellikle “ Kulübe “ olarak geçer.

          YİĞ SEPETİ : Fındık toplama sırasında elde taşınan en küçük sepete verilen addır.

           GIDIK-ŞELEK-ÇÖTE : Küçük toplama sepetlerine “ Gıdık “ , orta boy sepetlere “ Şelek “, daha büyüklerine” Çöte “ adı verilir. Büyük sepetler sırtta taşındığı için “ Arka sepeti “ adını da alır.  Bunların oldukça büyüklerine “ HARAR “ denir.

PEŞTAMAL : Bölgemizde fındık toplamak için bele, yine bölgemize özgü olan peştamal denilen renkli dokuma bez sarılır. Böylece fındığın daha kolay toplanması ve sepetlere aktarılması kolaylaşır.

BAHÇECİ : Fındık bahçesinde fındık toplayan kişiye denir.

HARMANCI : Fındık harmanında yevmiye ile çalışan kişiye denir.

           Harmana serilen kabuklu fındıkların kabuklarının çıkarılmasında ve tanelerinin sağa sola devrilmesinde “ TIRMIK “ kullanılır. Tırmık genellikle ağaçtan yapılır. Uzun saplı, sapın ucunda parmaklıkları bulunan araçtır. Harmanda fındıkları çuvallara doldurmak  için  “ KOT “ ve “ URUP “ lar kullanılır. Son zamanlarda kurutulan fındıklar, gelişen teknoloji nedeniyle “ PATOZ “ denilen makineler yardımıyla kavsullarından çıkarılır. Çıkarılan fındıklar “ JÜT “ denilen beyaz çuvallara konularak işlemeye gönderilir. Ne var ki bazen kullanılan naylon çuvallar, fındığın kalitesini bozmakta, küflenmesine sebep olarak  ( aflatoksin)  maddesinin oluşmasına yol açmaktadır.

          SÜTLÜ ÇEREZLİK FINDIK : İyi, dolgun fındıkları çerezlik olarak hazırlamak için kavsuklar elle çıkarılır ve gölgede kurutulurlar. Bunlara denir.

          BOZUK- DELİK-ÇÜRÜK : Harmanda  kurutulan fındıkların içinde “ Bozuk-Çürük- Delik “ fındıklar olabilir. Uzun süre kapalı yerde tutulan fındıklar acılaşır ve limonlaşır. Buna “ Çürük “ fındık denir. Dalında ya da harmanda, mevsim koşulları nedeniye bazı fındıklar bozulabilir. Buna “ Bozuk “ fındık denir. Harmanda tam olarak kurutulamayan fındıklara “ Küflü fındık “ denir. Dalındayken fındık kavsulunun içine kurt girerse, o fındıklar “ Delik “ ve boş olurlar. Bu tür bozulmuş fındıkların sağlam fındıklardan ayıklanması gerekir.

          SÜRMELİ FINDIK : Uzun süre rutubetli yerde saklanıp kabukları siyahlaşan fındıklara denir.

FİRE : Fındık randımanı ölçülürken ayrı tutulan çürük fındıklara denir. Randıman ölçülürken fındık kırılır ve kabukları ile içleri ayrılır. Ayrı ayrı ölçülür. Ağırlıkları yarı yarıya olursa, randıman %50 olur.

KÖMBEZ : Fırında kabuğuyla kavrulan fındığa denir. (devamı yarın)

 

 

BÖLÜM- 6

 

                EKONOMİDE FINDIK

 

           Okullarımızda Yerli Malı Haftası etkinliklerinde sınıflara çeşitli meyveler getirilir. Bunlar sıraların üzerine konarak sergilenir. Fındık ta bu sergilemede önemli yer tutar. Ne yazık ki küreselleşme denen olgu, ulusal tarımımızı geriye itti. Kendi kendimizi besleme öğüncümüz yerini ithal maddelere bıraktı. Hatta ürettiğimiz ürünlerden yaptığımız yiyecekler bile tür ve ad değiştirdi. Oysa bugün dünya ekonomisinin hakim devletleri, kendi tarımsal ürünlerini korumakta, yabancı ürünlere karşı gümrük duvarlarını yükseltmektedirler.

Bundan fındığımız da nasibini almıştır. Dünyanın en önemli fındık üreticisi olmamıza rağmen Fındık Borsası başka ülkededir. Yani fındığın fiyatını belirlemede sözümüz geçmemektedir.

            Ayrıca fındığı sadece besin maddesi olarak görmek yanlıştır. Fındığın kullanım alanlarını iyi belirleyip, fındık türlerimizi ona göre değerlendirme yolunu tutmalıyız.

           Cumhuriyet’in ilk yıllarında çıkan İktisat ve Tasarruf Mecmuası’nın fındık konulu reklamı şöyledir:

           Fındık fındık, çıtır çıtır

           Hem kan yapar, hem ısıtır

           Kanın yoksa fındık ye sen

           Karadeniz olsun hep şen.

Demekki fındığımızın değerini ve onu nerede, nasıl kullanacağımızı bilmiyoruz. Fındığımızın ve fındık ürünlerinin yurdumuzun her bölgesinde öncelikle tüketilmesini sağlamalıyız.

          Fındığın içi kadar kabukları da özel olarak yapılmış fındık sobalarında yakacak olarak kullanılmaktadır. Yanan kabuklar köz durumuna gelince mangala çekilerek üstü hafifçe mangal külüyle örtülür. Mangala konan sacayağın üzerine demlik konarak çay demlenir. Yine mangalın küllü ateşinde yavaş yavaş yapılan kahvenin tadı doyumsuzdur. Buna “ Kül Kahvesi “ denir. Ayrıca fındık kabuğunun közleri et pişirme ocaklarında kullanıldığında daha tat verici olmaktadır.

            Aslında fındık kabukları un gibi kıyılarak kömür tozu ya da başka artık maddelerle karıştırılarak, kısa odun şeklinde yakacak maddesi halin getirilebilinir. Ancak nasıl fındığın değerlendirilmesinde nasıl araştırmacı değilsek bu konuda da oldukça yavaşız. Bu önerim ormanlarımızı korumanın önemli adımlarından biri olabilir.

Fındık kabuklarının kırma işlemi, 1854-1904 yılları arasında Giresun’da yaşamış ve Belediye Başkanlığı yapmış olan Kaptan Yorgi’nin taş değirmenlerinde kırma yoluyla denenerek başlamış; kardeşi Kaptan Divanis’in Avrupa’dan getirdiği fındık kırma makinasıyla gelişerek devam etmiştir.

 

 

BÖLÜM-7

 

          ALİVRE NEDİR VE FINDIK SATIŞLARI

 

         Fındık fiyatlarının, dünya fındık firmalarıyla yerli firmalarımızın bir yıl önceden anlaşarak belirlendiği artık hepimizce bilinmektedir. Bu fiyatlara göre de üreticilerimize ön ödemeler yapılmaktadır. Buna “ ALİVRE “ denir. Yabancı firmalarla önceden anlaşan yerli alıcılara da “ Alivreci “ denilmektedir. Bu yüzden fındık fiyatlarında her yıl tartışmalar çıkmakta, yerli üretici malının değerini bulamamaktan küskün, yorgun argın pişmanlık duymaktadır.

Fındığımızı  Avrupa’ya ilk çıkaran Giresunlu Rum Homer Pisani’dir. 1898 yılında Almanya’ya ( Hamburg) giderek Pisani adlı şirketini kurmuş ve ülkemizden fındık ithal etmeye başlamıştır. Böylece fındığımız dünya piyasalarında yerini almıştır. O tarihten beri de Hamburg piyasasına bağlı olarak işlemler yürütülmektedir.

Pisani şirketi 1920 yılında Ordu’da ilk fındık kırma fabrikasını kurmuştur.

          Fındık dünya piyasasında önem kazandıkça Türk iş adamları da bu konuya eğilmiş, çeşitli şirketler ve fabrikalar kurarak üreticilere katkıda bulunmaya başlamışlardır.

          Fındıkla ilgili sorunların belirlenmesi ve çözüm yollarının önerilmesi için bu güne kadar üç Ulusal Fındık Kongresi toplanmıştır.

          . 10 Ekim 1935 ‘te Ankara’da Celal Bayar’ın başkanlığında Birinci Ulusal Fındık Kongresi;

          . 7-10 Kasım 1955 ‘te  Giresun’da  Prof. Dr. Bekir Aklan başkanlığında İkinci Ulusal Fındık Kongresi;

          . 10-14 Ekim 2004 ‘ te Giresun’da Üçüncü Milli Fındık Şurası toplanmış ve konuyla ilgili olarak  sonuç bildirgeleri yayımlanmıştır.

 

          . 28 Temmuz 2004 ‘te Ordu, Giresun, Bulancak, Keşap ve Trabzon’da daha önceleri kurulmuş olan  Fındık Kooperatifleri birleşerek FİSKOBİRLİK’ i kurdular. Bu kurumun ilk kurucuları Ali Arif Larçın ( Giresun ), Hasan Akalın ( Giresun ), Halit Kami (Trabzon ) , Yahya Subaşı (Trabzon ), Hüsnü Akyol ( Ordu ), Arif Hikmet Onat ( Ordu), Rıza Kurt ( Bulancak ), Avni Özden ( Bulancak ), Hasan Kasapoğlu ( Keşap ), Hüsnü Özkan ( Keşap )’ tır.

Kendilerini minnetle anmak gerekir. Fiskobirlik’in günümüze kadar üreticilerle olan bağlantısı başarılı şekilde devam ederken siyasilerin müdahaleleri sonucu işlevsiz hale getirilmiştir. Bun da kuruluşuna yeterince sahip çıkmayan üreticilerin de katkıları vardır. Elbetteki yönetim hataları sonuçları  bu gidişe

hız kazandırmıştır.

              Bu kuruluşumuzun ve fındık sorunlarının değerlendirileceği bir ulusal kongreye gereksinim vardır. (devamı yarın)

 

 

BÖLÜM- 8

 

          FINDIK ÜZERİNE EDEBİYAT

 

          Halkımız arasında söylenen bir söz artık mesel olmuştur. Ne diyor insanımız;

         “ Fındığı her vakit konuşmazsak nikâhtan düşeriz.”

         Fındık üreticisinin derdini bundan daha iyi anlatan söz yoktur herhalde. Fındığın derdi, yetişmiş fındıkların toplanmasından hemen sonra başlar ve yıl boyu aralıklarla devam eder. Fındığı tembel bir bitki olarak yorumlamak yanlıştır. Fındık ilgi ister, bakım ister. Üreticinin gözü hem dalda, hem havadadır. Bir yandan da tüccarın ağzına bakar. Fındık fiyatı ne olacaktır, merak eder.

           Sonra da ne mi olur ?

           Oturur fındık ağacının gölgesine, söylenmeye başlar.

           Önce Rahmi Korkut Öğütçü’nün şiirini okuyalım :

 

           FINDIKNAME

 

           Kıştan önce ya ki sonra bahçeler imar olur

           Her şubatta püsküllerin çiftleşmesi hengamı var.

           Mart içinde her ocakta yapraklar uç verir

           Herkesin ağzında doğum çok lafı var.

           Yemyeşildir işte artık  her taraf geldi bahar

           Bir ilahi hüsn içinde köylünün bayramı var.

           İlkbahar yağmuru bol sis güneşle karışır

           Böyle çok bulutlu havanın başka sabah ve akşamı var.

           Bir sıcak eser mayıs içinde bazıca

Fındığın iç tutma vakti böyle bad-ı samı var.

           Her haziran güneşinde başlayıp irilmeye

           Temmuzunda kendini belli eder tadı var.

           Ger maazallah yanarsa köylünün gözbebeği

           Alacaklının da borçlunun da tasası var gamı var.

           Temmuz on beş der demez gel başla güllük kırpmaya

           Türkülerle narelerle imece alemi var.

            Kuruyunca kavşağından ayrılır da çeç olur

            Harman olma vaktinin de başka ihtişamı var.

 

  Üreticinin söylediklerini yazmaya devam edelim.

 

            Amil Çelebioğlu derlemesi :

 

            Ağzı burnu fındık tanesi

            Kırıp yiyesim gelir

            Gözleri üzüm tanesi

            Alıp yiyesim gelir

            Suratı hırtız elması

            Kesip yiyesim gelir.

 

Not : Hırtız elması cinsini bilen varsa lütfen iletim kursun.

 

 

 

 

BÖLÜM- 10

 

 

           Fındıkla ilgili manilere, bilmecelere devam edelim.

 

           Kemal Peker derlemesi :

 

           Gözleri kudret helvası

           Burnu Kâbe hurması

           Ağzı şeker hokkası

           Yanakları misket elması

           Oğluma fındık getir babası.

 

           Şu bilmeceleri çocuklarımıza öğretelim; Ne dersiniz ?

 

           Tak tak taktan                            Bir tekerleme :

 Gel çık küpten                             Bir eşim fıstık

           Arabacı Mahmut                        Yattım yatarım                           

           Tekneci Bekir                              Tuttum tutarım

           Seleye sen gir                              Dalda kargalar

           Sepete ben                                  Dalı yırgalar

           Anasını sen al                               Yerin alaçık

           Kızını ben                                       Oyundan sen çık

 

          Kısa sözlü bilmeceler :

 

·        Altı mermer üstü mermer                * Altı tahta üstü tahta

İçerisinde buruşuk Ömer                      İçinde bir kuru Fatma

 

·        Kale kapısından sığmaz

Fındık kabuğuna sığar

 

FINDIK İLE İLGİLİ DOKUNDURMALAR :

·        Fındıkçının terazisi olmaz.

·        Fındık dalda iken cebe girmiş sayılmaz.

·        Elin tavuğu ele kaz, fındığı da koz ( ceviz ) görünür.

·        Elden öz, kızılağaçtan köz, fındık dalından saz olmaz.

·        Fındıkçılık etme ! (Kadın için cilveli olma )

·        Fındık kurdu ( Argo : Tombul, oynak kadın )

·        Fındık faresi ( Argo : Kurnaz, küçük çocuk )

·        Fındık içine sığmak : Alçak gönüllü olmak.

·        Fındık kabuğunu doldurmamak : Önemsiz olmak.

·        Fındık kırmak : Çapkınlık yapmak.

·        Fındık burun : Küçük, şekilli burun.

·        Fındık fıstık parası : Çok az parası olmak.

 

FINDIKLA İLGİLİ FIKRALAR :

 

·        Köylerden birinde, bir adam çocuğunu dizinin dibine oturtmuş, hem oynuyor, hem de çocuğun ağzına kavrulmuş fındık içi veriyormuş. Bir yandanda,  “ Ye uşağum, ye de büyürsün. Hem de erkekliğin artar “ dermiş. Bunu duyan karısı, “ Aç andır ağzını da iki tane sen de ye “ diye söylenmiş.

·        Adamın biri Oflu Hoca’ya sormuş : “ Hocam, ben fındık bahçesinde yaş fındıkla rakı içtim. Günahkâr oldum. Tövbe etsem, tövbem kabul olur mu ? ” . Bu soru üzerine Oflu Hoca, “ Fındık bahçesinde yaş fındıkla rakı içersin. O da bensiz. Sen küllü kâfirsin “ demiş. (devamı yarın)

 

 

 

BÖLÜM – 11

 

              HALK İNANCINDA FINDIK

 

·        Fındık muşambaya sarılarak nazarlık olarak insanların ve hayvanların boynuna asılır.

·        Her yıl kırk ocak fındık dikenin mekânı cennettir, denir.

·        Üzerinde fındık taşıyan kişinin istekleri yerine gelir ve çok sayıda çocuğu olur.

·        İkiz fındık insanları, hayvanları kötü gözden korur.

·        İkiz fındığı paylaşarak yiyen sevgililer, bir gün mutlaka kavuşurlarmış.

·        Evde ikiz fındığı olanların ikiz çocukları olur.

·        Yedi çift bir tek fındık, başkasına gösterilmeden yastığının altına konursa, konulan kişi o gece sevgilisini görür.

·        Fındık olan yere akrep girmezmiş.

·        En eski Çin kaynaklarına göre beş kutlu gıda maddesinden biri fındıkmış.

·        Yunan mitolojisinde Tanrı Hermes’in asası fındık dalından yapılmış.

·        Fındık, anason ile birlikte yenirse kalp çarpıntılarını keser, böbrek rahatsızlıklarını giderir, idrar yanmalarını önlermiş.

·        Fındık, karabiber ile birlikte yenirse erkekliği artırırmış.

·        Fındık kabukları yakılarak elde edilen sürme, gözlerin ferini artırırmış.

·        Müneccimler, sihirbazlar, büyücüler, falcılar fındık dallarından yapılmış çatallı değnekler ( Sihirli Çubuk ) kullanarak işlerini gerçekleştirirlermiş.

 

BİLİNEN FINDIKLA İLGİLİ TÜRKÜLER

 

·         ( Giresun ) Bir Fındığın İçini Yar Senden Ayrı Yemem

·         (Ordu ) Bahçeye Gel Bahçeye

·         ( Ordu ) Yine Yeşillendi Fındık Dalları

 

 

FINDIKLA İLGİLİ ÖNERİLER

 

·        Fındıklı ekmek üretebiliriz.

·        Fındıklı tatlılar ve dondurmalar yapabiliriz.

·        Fındıklı helva, kurabiye ,kek,  bisküviler yapabiliriz.

·        Fındıklı şekerleme ve çikolata yapabiliriz.

·        Fındığı çeşitli şekillerde tüketme yollarını denemeliyiz.

·        Fındık likörü yapılabilinir.

·        Fındık kahvesi yaparak bölgemizde kullanmalıyız.

·        Fındık Yaprağı Sarması yapılabilinir. Bana göre tarifi şöyle olabilir: Taze fındık yapraklarına pirinç, kıyma, tuz, biber, tarçın karışımı sarılır. Önceden hazırlanan et suyu, tencerenin kenarından konarak yavaşça pişirilir. Özellikle yoğurtla yenirse zevkli olur.

·        Nikâh, düğün, mevlüt davetlerinde Mevlit Fındığı ya da Nikâh Fındığı olarak davetlilere sunulabilir. Bu şekil Ordu ve Giresun’da bazen kullanılmaktadır. Yaygınlaştırmak gerekir.

 

               SON SÖZ

·        Fındık üreticilerine, esnafına bol kazançlar; fındık tüketicilerine bol tatlar, çocuklarımıza bol fındık eğlenceleri dilerim.

 

·        Hazırlayan : Gürsel YILDIRIM (Son)

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

 

          MEKTEP Mİ MEDRESE Mİ ?

                      Osmanlı’da 1846’da Mekatib-i Umumiye Nazırlığı kuruluyor. Mekatib, okul sözcüğünün çoğulu. Yani günümüzden aşağı yukarı 170 yıl önce maarif, talim ve tedris, mektepler konusu ilk kez tartışılmaya başlanmış. Elbetteki bu işin temeli çok öncelere uzanır. Örneğin 10. Yüzyılda Endülüslü Ebubekir İbnül Arabi “Gaflete bakınız, çocuklarımıza hiç anlamadıkları Kuran’ı okutmakla işe başlıyoruz “ derken, ondan beş yüz yıl sonra İbn Haldun “ Çocuklarımıza önce Kuran öğretilmeli” demiştir. Yine  “ Matematik okumayan kişi yanlış hükümler verir “ diyen Kâtip Çelebi’ye karşılık Sümbülzade Vehbi  “ geometriyi önemseme, dörtgenle beşgenle çemberle kafa yorma “ dizelerini sıralamıştır.

          1846’da Nazırlığa getirilen İmamzade Esat Efendi “ Her Müslüman çocuğu yazıyı ve dinini öğrenmeli, Kuran’ı hıfzetmelidir. 12-13 yaşından sonra başka mekteplere gidebilir” düşüncesiyle işe başlıyor. Bununla ilgili yönetmelik çıkarılıyor. Okullarda karatahtaya Kuran harflerinin yazılıp silinmesine “Frenk icadıdır, caiz değildir “ denilmesini önlemek için ilgili yönetmeliğe “ Medine ve Mekke mekteplerindeki gibi “ açıklaması konuluyor.

          Nüktedanın biri, bu kurnazlık için “ Karatahtayı hacca gönderip Müslüman ettik “  demiş !..

1862’ de ilk kız ortaokulu açılmış, “ Öğrenmek ve ilerlemek her Müslümanın borcudur. Ana babaların da çocuklarını boş bırakmayıp okula göndermelidir.” fermanıyla kız ve erkek,sıbyan ve rüştiyelerin yaygınlaştırılmasını Sultan Abdülaziz istemiştir. Daha sonra Maarif Nazırı Safvet Paşa “ Bilim ve eğitim, sanatla  tekniğin ; bunlar da toplumun gelişmesini sağlar. Fakat bizde uygulamalı okullar yoktur. Fende ve sanatta geriyiz. Ekonomimiz de bunun sıkıntısını çekiyor. “ diyerek yaraya parmak basmıştır.

         Namık Kemal Hürriyet gazetesinde “ Yetişenlere vatan ve millet sevgisinin aşılanacağı tek yer okuldur. Medrese bunu yapamaz. Öğretmenlerin yetiştirilmesi önemli iştir. “ şeklinde yazılar yazarak vatandaşlık bilinciyle eğitim arasındaki ilişkiyi gün deme getiriyor. Bu yolu izleyen Hoca Tahsin Efendi, CemaleddinEfgani gibi kişiler dinsizlikle suçlanıyorlar.

         1876’da Midhat Paşa tarafından Kanun-i Esasi’de zorunlu ilköğretim, genel ve özel öğretim hakkı, eğitim birliği, okulların devlet denetiminde olması ilkelerini getiriyor.

          İkinci Meşrutiyet’te Maarif Nazırlarından Emrullah Efendi “ Tuba Ağacı Projesi” yle yüksek bilim yuvalarının her şeyden önce gelmesini savunurken, Satı Bey de “ ilkokul olmazsa yüksekokul olmaz” diyerek Beden eğitimini, çocuk edebiyatını, müziği ,el işi derslerinin okullara sokulmasını savunuyordu. Ziya Gökalp 1909’dan sonra Türkçülüğün eğitim proğramını çizerken eğitim ile öğretimi ayırıyordu.

           Cumhuriyet eğitimi ulusal ve çağdaş yapısını, yukarıda özetlediğimiz dönemlerin yapısı üzerinde kurarak 1921-1946 yılları arasında gerçekleştiriyor. Sonraki yıllarda bu yapının geliştirilmesi üzerine olumlu adımlar atılıyor.

            Ne var ki siyasal müdahaleler bu gelişmelerin önünü kesiyor. 1950’den sonra eğitim yapımımız üzerinde oynanan oyunlar, geriye dönüş çabaları, bir türlü oturtulamayan sistem anlayışı tümüyle toplum yapımızı bozuyor. Devletin hedefleri yerine, siyasetin hedefleri öne çıkıyor.

            İşte bu gün geldiğimiz nokta bu. AK Parti’nin tartışılmadan getirdiği sisteme bu gözle bakmalıyız. Bu sistem çöküşün işaretidir. Bu sistem geri dönüşün, vatandaş bilinci yerine kul anlayışının getirildiği düzenlemedir.

Toplumun yapısını, geleceğini çizen sistemler “ Ben yaptım oldu “ anlayışıyla yürürlüğe konulamaz. Gelin bunu tartışalım. Bazı yörelerimizde uygulamalar yapalım. Nereye varacağımızı görelim.

             Ama bunu AKP iktidarı yapar mı, sanmam.

             Meclis’te yumrukla geçen bir eğitim sistemi hakkında yazmak, konuşmak bana göre “ laf-ı güzah “ !..

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

     İSTANBUL

Gürsel Yıldırım

     İstanbul’a gitmek, İstanbullu olmak değil.

     Hatta orada aylarca kalmak, semtinde gezinmek, sokaklarını arşınlamak kişiye İstanbullu olduğunu hissettirmiyor. Çünkü İstanbul kocaman bir kazan. Siz istediğiniz kadar “ kepçe “ olduğunuzu söyleyiniz. Daldıkça yeni bir İstanbul çıkıyor karşınıza.

     Yani bu şehir insana uzak duruyor.

     Yani bu şehir insanı hep kandırıyor.

     “ Benim şehrim “ diyebilmeniz için, orada yağmurun altında ıslanmanız, terinizi soğutmak için yaslandığınız duvara tanış gelebilmeniz gerekli. Kulağınıza “ Hemşehrim ! “ sesleri ne kadar sıcak geliyorsa da o ses yalnızlığın ve dayanışmanın endişeli yankısıdır. Belki uzak gibi duyduğunuz bir türkü sizi yakalar ya da siz onun içine sığınmak istersiniz. O zaman İstanbul hep uzaklaşır içinizden. Siz hepten kaybolursunuz…

     Bir Boğaz vapuru bağırır, dumanlarını tüttürerek…

     Bir tren geçer, Haydarpaşa’dan kalkmış, rayları titreterek …

     Bir uçak, bulutlara tutunmuş gider sılanıza doğru …

     Elinde koca bir bavul, şaşkın bakışlarla yürür bir adam …

     Bir balık, köprünün demirlerinden sarkıtılmış oltada çırpınmaktadır…

     Bir kadın, çimenlerin ortasında gölgeli ağacın altında  sıska çocuğunu

emzirmektedir…

     Bir simitçi …

     Bir dolmuş taksi …

     Bir boyacı …

     Bir halk otobüsü …

     Üstü açık lüks bir araba …

     Sizi İstanbullu yapmaz. Ancak İstanbul’da olabilirsiniz, o kadar.

     Sonra dudaklarıma şöyle bir şiir düşer.

 

             ADINI DÜŞLERİME YAZDIĞIM

 

             Ah sen İstanbul yürek ağrım

             Yalnızlığımın soluduğu minareler

             Sokaklarında yittiğim

             Gölgeme kimlik aradığım kalabalıklar kenti.

 

              Ah sen İstanbul

              Sende bir hüzün

              Sende sarışın bir rüzgar

              Sende ölünesi sevdalar var, arayıp ta bulamadığım.

 

              Ah sen adını düşlerime yazdığım

              Duraklarda uçuşan saçlarını aradığım

              Bahar kokan yar

              Ben yaralı bir kuşum Galata Kulesi’nde.

 

              Ah sen İstanbul

              Ah İstanbul’un koynunda saklanan yar

              Bana bir ses ver

              Ses ver ki gönül eyleyeyim Ordu yollarını.

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

KALBİN NEREDEYSE HAZİNEN ORADADIR

                                                                 “ İncil “

 

      Kalbiniz nerededir?

      Neden yapılmıştır ?

      İnsanlığın yönünün değiştiğinin farkındayız artık. Öteki insanlarla değil nesnelerle ilişkimiz önemsenmeye hatta öne çıkmaya başladı. Siyasal yapılar toplumun ekonomik gelişmesini birincil dert  olarak görünce, insani huzurun maddede olduğu söylenmeye başladı. Dünyanın herhangi bir yerindeki gelişmemişlik,az gelişmişlik yaşam sorunu olmaktan ziyade çıkar sorunu olarak karşımıza çıkıyor.

      Dolayısıyla soruyoruz:

      Kalbiniz nerede ?

      Sağ elinizi sol göğsünüze doğru yönelterek kalbinizi gösterebilirsiniz. İnsanın var oluşundan beri kalp hep orada durmaktadır. Ancak kalbin derinliklerindeki insansal duygular  zaman zaman kaybolmaktadır. İşte o zaman, yitik duyguların kalbine soruyoruz:

       Kalbiniz neden yapılmıştır ?

       Öyleyse kalbimizin yerini ve neden yapıldığını sorgulamak gerekir. Bu konuda yapılacak ilk iş, içimizde yapacağımız yolculuktur. Kendimiz hakkında bir düşünceye sahip değilken, ötekiler hakkında hüküm vermeyi terk ederek kalbimizi derin sulara açmamız gerekir. Korkmadan ve başka şeyler ummadan.

        Ancak o zaman kendimizle yüzleşebilir, düşmanımızın içimizde olduğunu fark edebiliriz.

        Ateşin tütmesi için ağaca gereksinimi vardır ama yayılmak için rüzgarı beklemelidir. Öyleyse önce ateşi aramalı, sonra gönlümüze esecek rüzgarı beklemeliyiz.

        Ateş kalbimizin içindedir.

Rüzgar, kapımızın arkasında kapımızı vuracak birisi gibidir. O vuruşu sevgiyle karşılayıp yüreğimizin ateşini fitillemeliyiz.

        Beş yaşında bir çocuk büyümek için müthiş bir istek duyuyor ve bunu annesine babasına belli ediyormuş. Bir gün onu, odasında yerde oturmuş hitap okurken görmüşler. Babası sormuş; Ne yapıyorsun, diye. Çocuk yanıtlamış; Büyümek için kitap okuyorum !..

         Çocuk dünyayı, yaşamı anlamak istiyordu.

         Bir gün bu anlamanın yürekle ilgili olduğunu anlayacak. Savaşları, öldürmeleri, bahtsızlıkları, yenilmişlikleri … kalbinden söküp attığı zaman !

         Limana ulaşacak sandalın kaptanı ve sandalı olmalıyız.

         Hem kararımızı ve hem seçtiğimizi biliriz. Birilerine bakıp “ denizi sakinleştir, sandalımı sağlam tut” demeyiz.

         Ufuk bizimdir.

         Yeter ki kalbimizin nerede olduğunu ve neden yapıldığını bilelim.

 Zaten bizim aradığımız da bu. Toplum buna gereksinim duyuyor.

         Farkında mıyız ?

         Farkında mısınız ?

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

Aaaa !

Alfabemizin ilk harfi.

       Ayrıca ilk sesli harfi de denebilir.

       Hayret ünlemi olarak kullanırız. (A)dedikten sonra, yanına küçük (a)’ları dizdiğimizde hayret ya da şaşkınlığımız artarak sürer. Sesimizin yüksekliği, yüzümüzün şeş beşliği dehayretimize canlılık katar.

       Son günlerde Başbakanımızın yüksek perdeden söylediği sözler karşısında, toplum %50’yi aşar nicelikte Aaaa! demeye başladı. Elbette devleti yönetmek kolay iş değil. Bunca sıkıntı arasında insanın kendini tutamayarak halkını hayrete düşürmesinde öyle pek sakınca da yok.

        Ama insanı çevresi azıcık uyarır.

        Verebileceğimiz örneklere bakalım:

        Sağlık Bakanı “ kürtaj “ konusunu çok iyi bilir. Başbakanını uyarabilirdi.

        Uyarabilir mi?

        Hadi ben (Aaaa!) diyeyim. Bence siz de (Beee!) diyerek bağırabilirsiniz.

        Meclis Başkanımız, tutuklu milletvekillerimiz için bir girişimde bulundu. Elbette Başkana yakışan bir davranıştı. Yol alındı, derken Başbakanımız “ Hukuk mukuk “ deyiverdi. Başkan bacak arasından gol yemiş kaleci gibi arkasına baktı, önüne baktı.

        Durdu.

        O da “ Hukuk mukuk “ demeye başladı.

        Bizim yörede buna “ Tırstı “ derler.

        Başkan tırsınca, beklentisi olanlar “Cupbadak “ suya oturdu.

        Hadi ben (Aaaa!) diyeyim. Siz de “ Ceee!” diyerek bağırabilirsiniz.

        Sınırda kaçakçılık yapan otuz dört vatandaşımız topla tüfekle, roketle kim vurduya gidince ilgili ilgisiz herkes açıklamada bulundu. Suçlu aranmaya başlandı. Arandı tarandı, baktı olmayacak Başbakanımız “ Ölü seviciler “ dedi.

        Sıkışmıştı.

        Habur’la kürtajı, hatta sezeryanla doğurmayı eşledi.

        Ülkenin bir vatandaşı olarak ben de otuz dört kişinin öldürülmesi konusunda birtakım endişeler taşıyordum. Merak ediyordum. “ Ölü seviciler … “ denince sıkıntılandım.

        Acaba ben de ölü sevici miydim ?

        (Aaaa !) diye sesli ve şaşkın halde bağırdım.

        Siz ne kadar hayret ettiniz, bilmem ama “ Deee!” diye bağırabilirsiniz.

        Diyeceksiniz ki, sen hep “ Aaa” diyorsun da, biz niye “ Bee, Cee; Dee “ diye bağırıyoruz.

        Doğrudur.

        Benim gibi “ Aaa” diyenler alanlarda; ellerinde bayrak, pankart çoluk çocuk; yaşlı genç demeden yürüyorlar. Cop yiyorlar. Biber gazı koklatılıyorlar.

        Ya siz, Bee diyenler.

        Ya siz, Cee diyenler.

        Ya siz, Dee diyenler.

Neredesiniz ?

        Bence siz tepkinizi “ Ğ “ ile yapın. Çünkü Türkçe’de bu harfle başlayan sözcük yoktur.

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 


TEK DENKLEM 

    
Şimdi de matematik mi, diye sormayın.

     Arkadaş Türkçe Sözlük’te   “ Denklem “ şöyle tanımlanıyor. “En azından koşullu olarak denk olan iki önerme arasına eşit imi (=) konularak elde edilen yeni önerme. “

     Kabul edilmesi dileğiyle ileri süreceğiniz görüş, düşünce ya da öneriniz olacak. Elbette bu konuda başkalarının da önermesi olacak. Bu iki veya daha fazla önermeler, bir denklem olarak ele alınıp tartışılacak.

Nerede ?

En azından Meclis’te.

     Yasa mı çıkacak, Anayasa mı yazılacak, bir durumla ilgili olarak görüşme mi açılacak …

      Meclis’teki partiler, milletvekilleri söz alıp konuyu görüşecekler. En azından bizim  dileğimiz bu yönde. Beklentimiz de öyle. Ama bakıyorsunuz “ Halkın sesi benim “ diyen iktidar, dediğim dedik diyerek önermeleri kabul etmiyor. Hatta o partinin milletvekilleri, düşüncelerini doğrudan açıklama yerine “ işaret “ bekliyorlar.

      Muhalefet istediği kadar önersin !

      Denklemin eşitlik iminin bir tarafı önemsenmiyor.

      Denklemin eşitlik iminin iktidar tarafı tutturmuş “ bu iş böyle çözülür “ diye.

      Yani ortada denklem filan yok.

      Denklem olmayınca önerme de yok.

      Önerme var da önemsenmesi yok.

      O zaman iş sıra kapaklarına vurmaya kalıyor.

Denklem tek yanlı.

      İktidar dayatmış; çözümde tek denklem var ve o da bizim denklemimiz. Yani bizim önerimize ait denklem.

      Şimdi siz, bu ülkede demokrasi var, diyebilir misiniz ?

      Sanki bu ülkede “ öncel  belirleme “ var. Felsefede  “ öncel belirleme “ şöyle tanımlanıyor. “ Tanrı’nı her şeyi önceden bildiği inanışına dayanılarak, her şeyin önceden Tanrı’ca belirlenmiş olması durumu.”

İktidar partisinin durumu da bu. Her şeyi bilen birisi var. O birisine tüm milletvekilleri kayıtsız şartsız biat etmiş. Onu belirlediği yapı üzerinden her şey; ülkenin, dış dünyanın, siyasetin, ekonominin, kurumların, futbolun, yatırımların, kültürün, inancın … toplum düzenini ilgilendiren her şeyin onun belirlemesi üzerinden yürütülmesi !..

     Uymayanlar zaten treni kaçırmış oluyorlar.

Ülkemizde  “ denklem “ böyle bir şey işte.

     Tek denklemli uygulama.

     Uyacaksanız, buyrun Halil İbrahim sofrasına.

Uymuyorsanız, yallah denklemin öbür tarafına.

     Gerisi size kalmış.

     Bizden söylemesi.

     Hani ne denir bu gibi durumlarda. Ya deveyi güdeceksin, ya deveyi güdeceksin.

      Gütmek istemiyor musun ?

      Ben ne bileyim kardeşim. Bakınız dünyada tek denklemli işlem kalmış mı ?

 

yildirim.gursel@gmail.com

 


SANSÜR

Gürsel Yıldırım

         Bu güzelim günde bunu mu yazmalıyım, diye düşündüm. 19 Mayıs güneşinin önünde kara bulut gibi duran anlayış, ulusal duyguların sansüre uğratılması hastalığını doğurduğundan başlığı böyle attım.

Sansür …

         Gerek Osmanlı’dan, gerekse Cumhuriyetten beri yakamızdan kopmayan bir illet !.. Padişah ve sarayın kendi korkusundan, Cumhuriyetin getirdiği demokrasinin yönetim anlayışından iktidarlar sıkışınca sansüre sığınmışlar ya da sansürü var olmalarının bir aracısı olarak kullanmışlardır.

Servetifünun’un Tevfik Fikret döneminde “Grev, suikast, ihtilal, sosyalizm, anarşi, dinamit, anayasa, hürriyet, vatan, eşitlik, Yıldız, büyük burun (Abdülhamit’in burnu), istibdat, cumhuriyet, mebus, Mithat Paşa, Namık Kemal, tahtakurusu, hasta adam (Osmanlı) …” gibi sözcükler Sarayca yasaklanmıştı. Buna uyulmadığında da gazete hemen kapatılıyordu. Emir beklenmeden “ Padişahın hoşuna gitmez” düşüncesiyle yasaklar günden güne de artırılıyordu. Halit Ziya’nın anılarına göre “ Tarihten, dinden, siyasetten söz edemezdik. İlk önce Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet gibi 50 ile 100 kelime yasaklanmıştı. Sonra bu kelimeler çoğaldıkça çoğaldı…’ Birader ‘ diyemezdiniz; çünkü bir yanda Abdülhamit’in biraderi Sultan Murat, öte yandan da Reşat Efendi vardı. ‘ Tepe ‘ diyemezdiniz; çünkü bundan Yıldız Sarayı anlaşılırdı. ‘ Boya ‘ diyemezdiniz; çünkü bundan padişahın boyalı sakalı akla gelirdi.

          Bu güne dönelim.

          Sokaklarda “ grev “ diye önlük takanların nasıl biber gazıyla darmadağın edildiğini görüyoruz. “ Eşitlik “ diye bağıra biliyor muyuz ?

          Nice “ suikast” planının deşifre edildiğini duyduk. Hangi planın , nerede işlediğini öğrenebildik mi?

          Anayasa var ama böyle yırtık pırtık bir anayasayı kendimize hak görüyor muyuz ?

          Cumhuriyet’ten, onun getirdiklerinden söz etmeye kalsanız “ Ergenekon “ denen bir cenderenin içinde boğuluyorsunuz.

          Mebuslar içeride.

          Vatanım demeye korkar olduk.

          Tepe sözcüğü bana Çankaya’yı anımsatıyor. O da Ankara’nın bir tepesinde. O Çankaya ki bu devletin kuruluşunun ölümsüz mirasıdır.

           19 Mayıs derken, geçmişte yüreğimiz gümbür gümbür ediyordu. Şimdi meydanlara çıkmak neredeyse suç olacak. Ama alacağız bayrağımızı, yeniden göndere çeker gibi yürüyeceğiz.

           Aynı Tevfik Fikret’in oğluna seslendiği gibi:

           Bu memlekette bir gün sabah olursa, Haluk,

           Eğer bu toprakların sislenen alın yazısı

           Sağlam ve güçlü bir elle silinir de

           Halkın donuk ve paslı yüzü bir parça gülerse

           O gün ben sağ bile olsam

           Hayatla bağım güçsüz olacak, şüphesiz

           O gün sen benden umudu kes;

           Acılarımla unut beni;

           Çünkü sakat ve dağınık bakışlarım seni geçmişe çekmek ister

           Oysa bütün kimliğin ve uzuvlarınla sen yarınsın;

           Kulaklarımda şimdi sesin çıkıyor.

 

           Evet, sabah olacaktır, sabah olur geceler

           Kıyamete kadar sürmez

           Sonunda bu gökyüzü, bu mavi gök size acır

           Boynunu bükme, güneş hayatın neşesidir

           Üzüntü içinde insan bizim gibi çürür…

           Siz, ey gelecek günlerin küçük güneşleri.

           Artık birer birer uyanın !

           Ufukların sonsuz özlemi var nura,

Aydınlık … Çağımızın özlediği şey

           Dağıtın bulutları, uğursuz gölgeleri,

           Aydınlık içinde koşun, kurtarın bu ülkeyi

           Umudumuz bu ; biz ölsek bile vatan mutlaka sizinle

           Şu zindan karanlığından uzak yaşar !

 

          Nice güneşli, aydınlık dolu, umutlarımızın her zaman yükseldiği, gençlerimizin yarınlara başarılar içinde koştuğu, özgür kutlamalarla yücelen 19 Mayıs’lı günlere !..

 

yildirim.gursel@gmail.com

 

 

    ŞART OLDU

 

    Masal bu ya !

    Ülkenin Başbuğ’unun canı sıkılmış. Geceleri uyuyamıyor. “ Ne yapsam ?” diye düşünürken vücudunu da kaşıntı sarıyormuş. Gecenin geç vaktinde uyanınca kitaplığına gitmiş. Raflardan gelişigüzel bir kitap almış. Aslında kitaplarla da arası hiç yokmuş ya; almış işte.

    Kitabın adı, Deli Dumrul Hikâyeleri imiş.

    İlginç gelmiş.

    Ne de olsa okuması var. Okumuş işte.

    Sabah olur olmaz Para Bakanıyla Asayiş Bakanı’nı çağırmış. “ Bakın “ demiş,    “ Size müjdem var. Oğluma liman yaptırırken paramız yok diyordunuz. Artık Deli Dumrul Vergisi çıkaracağız. Öten horozdan, anıran eşekten, gıdaklayan tavuktan, tilkiden ve çakaldan, süt veren inekten, meyve veren ağaçtan, köyden şehre inen adamdan, okula giden çocuktan, kaldırımda yürüyen kentliden, öksüren üniversiteliden vergi alacağız.”

    Hem Para Bakanı sevinmiş, hem Asayiş Bakanı. “ Evet efendim, harika bir buluş bu.” diyerek el çırpmışlar.

    Alkışı duyan diğer zevat, Bakanlar Kurulu Salonu’na dolmuşlar. Onlar da bin bir temenna çekerek bu buluşu kutsamışlar.

    Halk böyle zamanlarda zekice yol bulur. Öyle yapmışlar.

    Öten horozu kesip yemişler.

    Anıran eşeklerin semerlerini alıp kentlere sahipsiz bırakmışlar.

   Ne olur olmaz diye samanlıkta birkaç yumurta saklayıp tavukları tütsülemişler.

    İneklerin memelerini dağlamışlar.    

    Ağaçları kesip 2B alanlarına dönüştürmüşler.

    Şehre inmekten vaz geçmişler. Ya da inecekleri vakit hasta numarası yapıp önce Acil Servis’e yatıp, oradan ilaç almak bahanesiyle kent içine doluşmuşlar.

    Okula çocuk gönderme yerine Kuran kurslarına yazdırmışlar. Çünkü yasada kurs affı varmış.

     Başbuğ pencereden bakıp ve arada halkının içine karışıp ortalığı gözlemlerken içi hiç rahat olamamış. “ Ne yapmalıyım ? “ diye düşünürken Spor Bakanının çağırmış. Bakan kapıdan girer girmez “ Ah futbol, başımıza ne işler açtın ! “ diye feryat etmiş. Bel kırmış, etek öpmüş.

     Başbuğ, “ Benim dediklerimi yaptın mı ? “ diye soru verince “ Evet efendim, sepet efendim .. “ diye gevelemeye başlamış. Anlamış durumu bizimkisi. “ Hemen duruma müdahale ediyorum. A’yı filanca kulübün Yönetim Kuruluna atıyorum. Kupanın filanca kulübe verilmesi için gerekli önlemin alınmasını istiyorum. O Başkan denen adamın da biraz daha içerde tutulmasını bekliyorum. “ deyivermiş.

     Spor Bakanı bakmış koltuk elden gidecek, partide üçüncü adamlığa gönderilecek, hemen ilgili kurulları toplamış ve …

     Başbuğ yine rahatsız. İçinde kımıldayan; onu ezen, bezen ; gereksiz endişelere sürükleyen bir şeyler var.

     Baba memleketim, dediği yere koşmuş. Devlet erkânını karşılamak  Deli Dumrul Vergisi istisnasını kapsadığı için halk meydana koşmuş. Başbuğ konuşuyor ama ne alkışlayan var ne öksüren. Kiminin elinde horoz ibiği, kiminin elinde soyulmuş tavuk, kiminin elinde eşek semeri !..

     Başbuğ merak etmiş. Eşek semerini taşıyan vatandaşı çağırmış.

     “ Yuları nerede ? “ diye sormuş.

     Vatandaş ;

     “ Semer bana lazım. İsteyen çok oldu ama satmadım. Çünkü bunca yükü taşıyan omuzlarım çöktü. Semeri sırtıma vurursam daha rahat ederim diye düşündüm. Yulara gelince ! Nedense son yıllarda yularlar rağbet görmeye başladı. Galiba moda olmuş. Bir dedikodu var. Bizim köy kahvesinde de söylendi. Siyasete atılacaklar boyunlarına yular takmadan ortaya çıkmasınlar.

Muhtar öyle yaptı. Dedesinden kalma gümüş yuları boynuna takıp şehre iniyor ve her işi şıppadak görüveriyor. Benimki biraz eski olduğundan elimde kaldı. Belki bu gün alıcısı oluverir !..”

     Başbuğ, görevlileri çağırdı. “ Buna iki tane göztaşı gazı sıkın, beş cop vurun. Sonra bir kese gümüş lira vererek salıverin. “ dedi.

     Masal bu ya !

     Ben bu vatandaşı dere yolunda ağır aksak yürürken gördüm. Yanına yaklaştım. “ Satılık yularım yok. Ama istersen semeri veririm. “ dedi.

     Hayır, dedim. Bu semer sendeyken daha çoook !..

yildirim.gursel@gmail.com

 


   
ANAMA SELAM

 

    Kaç yıl oldu ellerinden öpemeyeli.

    Çünkü sen terk edip gittin bizi.

    Babamın yanına gömülmek isteğini sevinçle karşıladım. Her yaz yanına vardığımda ayak ucunda ellerimi açarak …

    Şimdi kavuştuğum olanaklara bakarak sizlerin olmasını istedim hep. Şimdi yanımda, kapıdan girdiğimde, torunlarının okuldan döndüğünde evimizde olmalıydın. Onları nasıl karşılayacağını, toz olmuş giysilerini nasıl çıkarıp silkeleyeceğini, karınlarının açlığını nasıl soracağını düşlüyorum hep.

     Bize de böyle mi bakmıştın ?

     Öğretmen Okuluna giderken hazırladığın tahta bavulumda, kim bilir hangi duaların gücü vardı ? Askere giderken yola döktüğün su çanağını, kim bilir kaç gece bağrında saklamışsındır ?

     Ben bu kadar özledim mi seni bilemiyorum !

     Ama şimdi !..

     Şimdi yanımda olsan; arabama bindirsem seni, gençliğinin geçtiği kente götürsem, baba evinin önünde beraber ağlaşsak …

     Şimdi yanımda olsan; babamla kol kola girip sahil yolunda yürürken arkanızdan baksam, bir yel esip kokunuzu taşısa bağrıma …

     Yatağımıza yatırırken okuduğun ninnileri, torunlarına tekrar tekrar yine söylerken dinlesem mahzun sesini; hiç kırmayan, biraz da gariplenmiş sesini; acaba çocukluğumu yakalar mıyım ?

     Hasta, ateş içinde titrerken …

     Kavgada başı yarılmış da eve dönerken …

     Yanımızdan geçen komşu kızının arkasından bakarken ayağım taşa takıldığında içten gülüşünü hatırlarken …

     Kalabalık sofrada çorba tasının dibini lokmamla sıyırırken …

     Düğün gecesi, oğlunu sanki birisine terk ediyor gibi sarılırken …

     12 Martlar, 12 Eylüller fırtınalarında başımıza gelecekleri fısıldarken …

     Ve ayrı kentlere, o kentlerin kalabalıklarına karışıp birbirimizden sanki kopmuşken …

     Babamın hastalığını duyurduğunda …

     Kız kardeşlerime görücü geldiğinde …

     Hani o derin acıları yaşadığımız günlerde …

     Hani o derin sevinçleri yaşadığımız günlerde …

     Ay gibi, dal gibi, çiçek gibi, yürek gibi  duran kadın !

    Özlüyorum seni.                                

    Nerde uzun boylu, hanım hanımcık bir kadın görsem arkasından bakıp …

    Nerde Pazar filesi elinde usul usul yürüyen bir bayan görsem …

    Nerde pencereden kilim silkeleyen birisini görsem …

    Hep sen geliyorsun aklıma.

    Sen;

    Kızartıp üzerine yağ sürdüğün ekmek dilimini uzatıp …

    Arkamdan bakarken …

    Yine arkamdasın.

    Diyorum ki, ben o kadının meyvesiyim.

    Seninle ne kadar öğünsem, senin hatıralarını ne kadar taşısam …

    Azdır.

    Anam benim.

    Bulutların ötesinden, dağların ardından uzat elini.

    Ellerinden öpeyim.

 

yildirim.gursel@gmail.com

(http://ordudegisimgazetesi.tr.gg/)

 


İSLAM DÜNYASININ HALLERİ

 

     Arap Baharı dediler.

     Arap dünyası karıştı.

     Bütün Müslümanlar “ Ne oluyor “ demeye kalkmadan sürülerine kurt girmiş gibi şaşkın şaşkın dağıldılar.

     Demokrasi sanki gökten zembille gelecekmiş te onlar muratlarına ereceklermiş, havası doğdu. Ama baktılar ki iş öyle değil.

     Kan gövdeyi götürüyor.

     Seçeneğin hangisi kendilerinden yana, anlamakta güçlük çekiyorlar.

     Çünkü, önce kendi tarihlerini bilmiyorlar.

     Çünkü, kendileri hakkında söylenenleri tam dinlemiyorlar.

     Dinlemedikleri için de anlayamıyorlar.

     İslamın çağdaş değişimini görmek, öyle yaşamak istemiyorlar. İslamın kültüründe var olan İcma,Maslama, Şura gibi kavramların çağdaş kavramlarla birlikte yorumlanabileceğini fark etmiyorlar.

     Nedir İcma ?

     Kamusal düşünce fikridir.

     Nedir Maslama ?

     Parlementer sistemdir.

     Nedir Şura ?

     Demokrasi kavramıdır.

     Bunları İslam kültürü içinde yorumlamak, ya da yorumlayan entelektüellere saygı göstermek zor mu ?

     Ama olmaz.

     Cehaletin kuşattığı Arap toplumları ancak despotlukla yöneltilir. Bakın Arap coğrafyasına, despotizmin onları nasıl sarmaladığı görülecektir. Yönetim kimlerin elindedir ve onlar kimlerle ortaktırlar ?

     Araplar, Osmanlıdan haince kopup bağımsız olduklarını sandıklarında, demokrasiye kavuştuklarını sandılar. Halbuki başlarına konan, onları köleleştirerek ülkeleri teslim aldılar.

     Fas’tan başlayarak Suriye’ye kadar uzanan Arap devletlerine bakın. Halkın nerede olduğu belli değil. Kendilerine sunulan, Osmanlıya ihanet projelerinin sonucu bağımsız olduklarını sandılar.

     Zaten bilim, çağdaş yorum, aydınlanma gibi kavramları hiç bilmediler.

     Ulus olma düşüncesine bile ulaşamadılar.

     Mısır’da özellikle yükselen  Arap Birliği düşüncesi onları birbirine düşürdü. Bu nedenle de İsrail karşısında çaresiz kaldılar. Aslında Nasır’ın başını çektiği  bu hareket, Arap aleminde kabul görseydi, şimdiki Ortadoğu coğrafyasının sınırları çok değişik olabilirdi.

     Bunu fark eden Avrupa adımını attı ve onları lime lime etti. Arap despotlarını destekledi, kucakladı.

      Afganistan, Pakistan, Endonezya  halkları neden sürünüyorlar ?

      Libya’da aşiret kavgaları niye yeniden başladı ?

      Irak ‘a demokrasi mi geldi ?

      Mısır’da halk şimdiki yönetimden memnun mu ?

      Suriye niye kaynıyor ?

      İran’a saldırı fikri hep, niye gündeme getiriliyor ?

      Gidin Birleşik Arap Emirliklerine; Coca Cola’dan başlayarak teknolojinin tüm nimetleri orada, tüm Arap devletlerinde bol bol var. Otoların en lüks olanı, hatta altın kaplamalı olanı göz kamaştıra kamaştıra tertemiz caddelerde fink atıyor...

       Çok iyi yabancı dil bile konuşuyorlar.

       Ama demokrasi yok.

       Ama çağdaş dünyanın insancıl değerleri yok.

       Batı onları dayak yemeye alıştırmış.

       Batı onların despotlarıyla işbirliğini iyi yapmış.

       Son sözü “ İslam olmak “ adına söylüyorlar. İslam cehaleti, din bilgisizliği onları öylesine sarmalamış ki körleşmişler.

       “ Ilımlı İslam “ denince korkuyorum.” Bize de mi lo lo ! “ diyesim geliyor.

       Baharı iyi koklayalım dostlar.

       Bizim coğrafyamız, baharı iyi anlamak zorundadır.

       Bize sahte çiçek demeti sunanların akıllarının ne olduğunu iyi bilmek durumundayız.

       Yoksa Arap Dünyası bizi içine çekip !...

 

yildirim.gursel@gmail.com

 


    
YİNE YEŞERDİ FINDIK DALLARI

 

     Belden yukarısı bütün.

     Bacaklarını kabadayı edasıyla ileri sallıyor.

     Konuşmasına diyecek yok; biraz pervasız ama olsun.

     Sesini iyi kullanıyor.

     Biraz tarih, biraz sosyoloji, biraz felsefe okumuş olsa kendini daha iyi satacak.

     Mahalle kavgasında yenileceğini hiç zannetmem. Hele horoz döğüşünde asla yenilmez.

     Ekip arkadaşlarını iyi seçmiş.

     Kendisine biat etmeyenleri hemen dışlayacak güçte.

     Hırçın.

     İntikamcı.

     Yüreğinde yenemediği acıları var.

     Sevdadan, aşktan nasibi yok. Eşinin elini şöyle kerhen tutuyor.

     Rize’ye gittiğinde horon bilmez.

     İzmir’de efe yüreği olmadığı için diz çökemez.

     Ankara’da Fidayda, Bitlis’te Nare, Tokat’ta Çayda Çıra oynayamaz. Çünkü gönülden kucaklamayı unutmuş.

     Yanında taşıdığı kızını bir kere sarmaladığını görmedim.

     Başkalarına okuttuğu oğlu, hiçbir karede yok.

     Cami kapısında bol bol resmi var.

     Ama hiçbir sanatçıyla …

     Hiçbir heykel yanında …

     Tiyatroda …

     Konserde yok .

     Bu ülkenin vatandaşı değil misin be adam !

     Çık ortaya.

     Bak fındık dalları yine yeşerdi.

     Bahar bu ülkenin insanlarının başına vurdu.

     Yürek istiyorlar.

     Sevgi istiyorlar.

     Barış istiyorlar.

     Geçmişle öc almak amacıyla hesaplaşmak, gelecekle yönlendirilmek istemiyorlar. Tarihleriyle gurur, yaşadıklarıyla sevinç duymak istiyorlar. Sen de omuz ver. Halay tut. Horona katıl.

      Mendil salla.

      Dağlara çık ; bu ülkenin temiz havalı dağlarına.

      Şimdi kar köpüklü derelerinde ayaklarını yıka.

      Bir sofra kur. Şairleri, erenleri, rakıya su katmadan içenleri, hoş sohbet olanları, balığı kokutmadan yiyenleri, gözünün içine bakarak konuşacakları, acıyı bal eyleyenleri çağır.

      İmamı unut. Sümüklüleri, tilki gözyaşı dökenleri, sözlerine “ Sayın “ diye başlayanları elinin tersiyle itiver.

      Kendini sıkma.

      Kendini saklama.

      Kendini unutma.

      Sen , sen oluver de varlığından utanma.

      Sen içimizden birisisin.

      Mesela, aynı yolda yürüdüğümüzsün.

      Mesela, aynı suyu içtiğimiz, aynı havayı teneffüs ettiğimizsin.

      Rüşvetsiz, merhaba demek istediğimizsin.

      Copsuz, el sıkışabileceğimiz ; biber gazsız mektup tutuşturabileceğimiz biri olmalısın.

      Bak, ne diyordum; Yine yeşerdi fındık dalları. Fındığımızın derdini anlatacağım biri olmalısın.

      Yoksa, yarın sandık kurulduğunda fındık kurdu gibi ortaya çıkmamalısın.

      Ben Türkiye kadar güzelken …

      Sen Türkiye kadar güzel olmalısın…

      Çünkü bu ülke bizim .


 

 

          ÇİÇEKLER AÇTI MI ?

 

          Kırmızı karanfiller, krizantemler, güller .. göğsünde ne kadar kırmızısı olan çiçek varsa toplandılar. 774 bin kilometre kareye yayıldılar. Tüm vatan toprağı al renge boyanmıştı.

          Gece oldu. Yıldızlar çıktı. Ay karşıdan şavkıdı. Yükseldi.

          Yıldızlar ve ay baktılar ki altlarındaki toprak kan kırmızısı; kıskandılar.

          Önce ay, hilal şeklinde düştü renklerin üzerine. Sonra pırıl pırıl bir yıldız hilalin önünde çöktü. Onun açık kolları arasına yerleşti.

          Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz coştu. İnce ince dalgalandı.

          Bulutlar tüm serinliğiyle manzaranın üzerine yayıldı.

          Güneş, Samsun ufuklarından doğdu.

          Kızılırmak, Sakarya, Meriç, Gediz, Menderes, Ceyhan, Seyhan, Dicle, Fırat, Aras, Zap, Yeşilırmak … cümle dereler, çağıl çağıl sular çiçeklerin altından nazlı nazlı akarak kökleri beslediler.

          Genç kızlar, analar boş durmadılar. Yakalarına beyaz güller, yeni açmış erik çiçekleri, beyaz laleler takarak yollara düştüler.

          Delikanlılar, eli silah tutanlar, Yemen’den, Şam’dan, Edirne’den, Kars’tan, Kastamonu’dan, Van’dan, Antep’ten, Aydın’dan, Urfa’dan; memleketin her neresinde vatan kokusu varsa oradan; alaylı olan, mektepli olan Sivas’tan başlayarak tozlu yolları aşarak, uyumadan …

           Ankara’da;  o bozkırın acımasızlığı içinde boy atmış bir bozkır çiçeğinin

gölgesinde toplandılar.

           Kocaman, dipdiri, özgürlük kokulu bir çiçek açtı, onca çiçek bürümceği içinden.

           Adını “ 23 Nisan “ koydu ulus.

           Yeni doğan çocuğun kokusu vardı.                                                               

           Yeni doğan çocuğun sevinci vardı.

           Heyet-i Temsili adına /  Mustafa Kemal  çağrıyı şöyle yapmıştı : “ Tanrı’nın yardımıyla Nisan’ın 23. Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılacaktır. “ .

            O Meclis açıldı.

            O egemenliği temsil eden Meclis açıldı ve onurla bugünlere geldi.

            O egemenliği besleyen akarsular hiç yüksünmediler. Bulutlar ıramadılar. Yıldızlar yıldır yıldır parlayıp durdu.

            Kırmızı açan çiçekler, beyaz açan çiçekler yarış edercesine en yüksek yerlerde, bayrağın bağrına yaslanarak her bahar ortaya çıktılar.

            Çocuklarımız gibi.

            O günü bayram armağanı ettiğimiz çocuklarımız gibi.

            Yıllar önce çocuklarımı, şimdi torunumu o çiçeklerin yumak yumak açtığı alana götürürken “ Hadi açan çiçekleri izleyelim “ demiştim. Torunum çok özlemiş ki  “ Hani Dede, çiçekler daha açmadı mı ? “ diye sordu bu sabah.

            Bayramını özlemişti.

            Çocukların bayramı ne güzel mutluluktur, değil mi ?

           

yildirim.gursel@gmail.com


 

HANGİ DUA KABUL EDİLMİŞ MİŞ …

 

          Küçük bir kasabada, adamın biri, tam caminin karşısına gelen kendi arazisi üzerinde genelev inşa etmeye karar vermiş. Elbette  imam ve cemaat karşı çıkmış. Yapmamasını istemişler. Ama adam, ısrarlı olunca yapabilecekleri bir şeyin olmadığını görmüşler.

           Genelev inşaatı devam ederken onlar da beddualar ederek neticeyi merakla beklemeye başlamışlar.

           Gün gelmiş. Yapım bitmiş. Ertesi gün genelev açılacak.

           O gece aşırı bir hava değişimi olmuş. Gök gürültüsü. Şimşekler, yağmur derken geneleve yıldırım düşmüş ve bina yanmış.

            İmam ve cemaat sevinçli. Adam üzgün.

            Mahkemeye başvurmuş adam. Binanın yanmasının nedeninin, imamın ve cemaatın bedduasından ileri geldiğini belirtmiş. Onlar ise, duanın böyle bir şeye neden olamayacağını söylemişler.

            Hakim dosyayı incelemeye başlamış. Bakmışki ortada garip bir durum var. Bir tarafta duanın gücüne inanan genelev sahibi bir adam, diğer tarafta duanın gücünün ol (a) madığını ısrarla söyleyen imam ve cemaat !..

            Hakim duruşmayı başka bir tarihe ertelemiş.

            Sonucu mu merak ediyorsunuz ?

            Çevrenize bakın yeter.

             61 yıllık köprü geliş için. Yanındaki yeni yapılan köprü gidiş için. Gidişler kolay olsun diye böyle uygun bulmuş yetkililer. Eski köprüyü de birazcık onarmışlar. Süslemişler. Kentli bu tarihi köprüyle gurur duysun, diye. Köprü dayanamamış ; 15 insanı da alarak Çaycuma/Filyos Çayı üzerine uzanıvermiş.

             Suçlu tarihi miras mı, yoksa ona sahip çıkmasını bilmeyen yetkililer mi ?

             Aşkale / Karasu Barajı Göleti’ndeki elektrik direğinin onarımı için 5 işçi, bisikletli botla gönderiliyor. Direğe doğru, görev yapmanın sevinciyle giden taşıt, buza çarpıyor. Devriliyorlar. Soğuk, buz tutmuş göletin içinde dakikalar,saatler boyu çırpınıp duruyorlar. Millet göletin kıyısında, film izler gibi bakıyor.

              Ama nafile. Beş can boğulup gidiyor.

              Gazetelerin ya da akşam TV haberlerinin özetini yazsak, ölüm haberlerinden geçilmez.

              Kimler ölüyor ?

              Bu düzende insanın, hele yoksul insanın değeri yok. Çünkü ölen, hep onlar. Fakat onlar suskun. Olayları, kaderleri olarak kabul edip tevekküllle bekliyorlar.

              Dua ediyorlar.

              Duanın gücüne inanıyorlar.

              Köprüyü onaranlar, işçileri gölete gönderenler duanın gücüne inanıyorlar mı; öğrenmek gerek.

              İnananlar, halkına bu denli zulüm etmez.

 

yildirim.gursel@gmail.com


BAY HASAN’A MEKTUP

      Öğretmenevi’nin karşısındaki binada ..

      Yıllar önce .

      Okula giderken.

      Kol pazuna güvendiğin arkadaşlarında kabadayı kabadayı yürürken. Çünkü o yıllarda Kasımpaşalı yürüyüşü keşfedilmemişti …

      Memur olduğun yılların rotasını da belli etmişken ..

      Küçüklüğünü siyaset sanatında büyüterek “ ağbi “ olmuştun.

      Devletin egemen kollarına güvenmiş nice memurun kanına girdiğin yıllardı.

      Yollarımız kesiştiğinde ..

      Sen ..

      Senin gibi küçük bir adamın ağzıyla “ Buyuran “ olmuştun.

      Kurbağalı göllerde vıraklayanlar çok olur.

      Yılanlar, böcekler, sülükler …

      Yüreğinde hiç acı duymadın.

      Yaptıklarının altından “ Vatan, Millet, Sakarya “ edebiyatıyla  kalkmaya çalıştın. Ruhun rahatladı mı bilmem ama rahatsız ettiklerinin tümü hayatına yerleşti. Geceleri heyula gibi uykularına girdi.

      Döndün durdun …

      Şimdilerde emekliliğini yaşıyorsun. Çocukların büyüdü. Eşinin o gizli rahatsızlığı azdı. Senin kafan bir türlü rahat değil.

      Çocuklarını ve eşini ayırıyorum.

      Huzurlu musun ?

      Kafanın rahatsızlığını hangi doktora  açık açık anlatabildin ?

      İlaç alıyor musun ?..

      Bu günlerde TV haberlerini iyi izle. Gazeteleri iyi oku.

      “ Ağbi “ olduğun ..

      “ Buyuran “ olduğun yıllar yargılanıyor.

      Bizler “ Hayır “ demiştik o yıllara.

      Sen koşarak “ Evet, evet “ diye bağırmıştın.

      Çünkü o yılların ..

      Adamıydın.

      Ajanıydın.

      Kendini yargı sandalyesinde oturuyormuş gibi hissediyor musun hiç ..

      Ya da yaptıklarından  ..

      Utanıp ..

      Sıkılıp ..

      Elbette bir nebze “ insanlık “ kalmışsa !..

      Sen ..

      12 Eylül çocuğu Hasan Bey ..

      Korkularından arınıp yaşayabiliyor musun ..

      Ben caddelerde ..

      Bizler caddelerde ..

      O günlerin çizdiği yüz çizgilerimizle ..

      Ama alnı açık .

      Gururlu ..

      Dolanırken ..

      Sen hangi bataklıkları arıyordursundur ; kimbilir …

      Vay be !..

      12 Eylül artığı ..

      12 Eylül sapığı ..

      Hesaplaşmaya var mısın ?..

 

yildirim.gursel@gmail.com

6 Nisan 2012 / ORDU

   


 


ADALET İLE ADAVET

GÜRSEL YILDIRIM

            Selçuk boylarının Müslümanlığı kabul ettiği yüzyılda yazılan ve ilk Türk mesnevisi sayılan Kutadgu Bilig’de vezir Alytoldi, Hakan’a “ Adalet ve dilin erdemleri, sözün değeri, mutluluğun gelip  geçiciliği, ikbalin vefasızlığı “ üzerinde öğütler verir.

       Hz. Peygamberin geleneğini sürdüren Hz. Ali, “ Devlet Yöneticilerine Öğütler “ adlı kitabında “ Sivil toplum, seçimli iktidar, eşit bölüşüm ve adalet “ konularında öğütlerde bulunur.

       Kınalızade,  “ Ahlak-ı Alai “ adlı eserinde “ adalet çemberini” şöyle tarif eder ; “Mülk ve devlet asker ve rical iledir / Rical mal ile bulunur / Mal reayadan husule gelir / Reaya adl (adillikle) ile muntazam olur.”

       Osmanlı sadrazamları valilerine sık sık “ halka adil davranmalarını “ emredermiş.

        Türk boylarının destanını yazan Dede Korkut, Oğuzların başı Bayındır Han’ı “ savaşa değil barışa “ özendirir.

         Orhun Yazıtları’nda Hakan, “ Türk halkı yoksuldu; açları doyurdum, çıplakları giydirdim, ama birbirine düşman etmedim. “ diye seslenir.

          Hz. Muhammed , “ Din nasihattir / İyi huy dinin kalıbıdır / Bir günlük adil davranış 60 yıllık ibadetten üstündür. “ buyurur.

          Hz. Ömer’in “ Adalet mülkün temelidir “ sözü Adalet Saraylarımızın duvarlarına yazılmıştır.

          Beypazarlı Havai adlı halk dervişi, “ Kindar olan olmaz dindar. “ diyerek kindar ile dindar arasındaki çizgiyi sergilemeye çalışmış.

          Yunus Emre, “ Adımız miskindir, düşmanımız kindir bizim “ diyerek kindarlığın kötülüğünü ortaya koymuştur.

           Adalet’i anladık ta Adavet nedir, diyeceksiniz.

           Adavet, “ düşmanlık, savaş “ anlamına geliyor.

           Adaletle kafiyeli düştüğü halde ne kadar ters anlama geldiğini görüyoruz.Ne yapalım ki günümüzde adalet diye ortaya çıkanların adavet diye milletin bağrında onulmaz yaralar açtığını fark edince üzüntüden kahroluyoruz.

            Geçmişiyle öğünmeye kalkanların, atalarından aktarıla gelen öğütlere kulak asmadığını da yaşıyoruz.

            Demokrasimiz apayrı çizgilere doğru kayıyor. Lider saltanatı,

Meclis’te çoğunluk sultası, tartışma ve görüş bildirme anlayışı yok olmaya doğru gidiyor. Toplumun güveni sarsılıyor. Geleceğimizle ilgili bir yasa yeterli tartışma ortamı bulmadan dayakla, dayatmayla kabul ediliyor.

            Benim vicdanım sızlıyor. Yüreğim endişeyle atıyor…

            Toplum suskun.

            Toplumun kendi geleceği ile ilgili kararlarda suskunluğunu anlamak oldukça zor. Her şey bilinmeyen, öngörülmeyen bir akışa terk edilmiş… Bu toplumun üstünden silindir mi geçti ne ?

             Bu nasıl silindir ?

             Mülkün temeli olan adaleti, adavet yapmayalım.

             Bizim dünyamız barıştan yana, dostluktan yana.


     O GÜN

     O gün tüccar A iyi satış yapmıştı. Akşam sevinerek kasasını kapadı ve evinin yolunu tuttu. Giderken çocuklarına çikolata aldı.

       O gün memur B amiri tarafından çağrıldı. Yıllardır yaptığı işten dolayı takdir ediliyordu. Kendisine arkadaşları önünde takdirname verildi. Ayrıca arkadaşlarının ortaklaşa aldığı kalem takımı hediye edildi. O da masasına döndüğünde kalem takımını gösterişli şekilde yerleştirdi. Memuriyet yaşamının en sevinçli günlerinden biriydi.

        O gün çiftçi C’nin ineği sevimli bir yavru doğurdu. O yavruyu kucakladı, sevdi. Anasının onu yalamasını izledi. Sonra köy kahvesinin yolunu tutarak arkadaşlarına çay ısmarladı.

        O gün polis D, evden çıkarken, hiçbir olayla karşılaşmamak için içinden dua etti. Nedense bugün daha hoşgörülü, daha sempatik görünmek istiyordu.

        O gün çöpçü E, süpürgesini sokak taşlarının üstünde gezdirirken biraz buruktu. Nedense kendini rahatsız edebilecek bir olayla karşılaşacağını sanıyordu. Teneke kutusunu ve süpürgesini dikkatle kullanmaya özen gösteriyordu.

         O gün lostra F’nin boyasında bir aksaklık vardı. Müşterilerinin ayakkabılarına vurduğu boyalar hiç parlamıyor, attığı fırçalar bir işe yaramıyordu. Allah Allah ! diyerek başını salladı durdu. Bu gün ara mı verseydi acaba ?

         O gün okula  koşan küçük çocukların neşesi alabildiğine gökyüzüne yükseliyordu. Baharın geldiği çocukların gürültüsünden, şen şakraklıklarından anlaşılıyordu.

         O gün lise yolunda gençler daha heyecanlı idiler. Dersanenin sınav sonuçlarını tartışıyorlardı. O gurup sıkı arkadaştılar doğrusu. Hepsi iyi yerleri kazanıp üniversiteye adım atacaklarına inanıyorlardı.

         O gün onları telaşlı bir şekilde uğurlayan anne babalar kendilerini mutlu hissediyorlardı nedense. Belki evin önündeki erik ağacının çiçek açması onları bilinmez bir şekilde gönendirmişti.

          O gün Valiliğin telefonları uzun uzun çaldı.

          O gün ilgili makamların odalarını ağır bir hava kapladı.

          O gün iki evin penceresinde Türk bayrağı asıldı. Görenler koşuştular. Feryat ettiler. Komşusunun acısını paylaşmak için onları kucakladılar. Ellerinden tuttular.

          O gün iki evin ocağına ateş düştü.

          O gün iki şehit veren Ordulular bir yürek oldular.

          O şehitler olmasaydı !..

          Acaba !...


HAYYAM

 

             “ Kısaca  4+4+4 olarak  anılmaya başlanan teklif bilimsel olarak geçersiz ve fiil olarak da Türkiye koşullarına uygun olmayan  hükümleri nedeniyle de derhal geri çekilmelidir. “ diyen muhalefet milletvekillerinin konuşturulmadığı bir Meclis’in vatandaşı olduğum için !..

     “ Mesleği yüzünden tutuklanan hiçbir gazeteci yok. Gazeteci kimliği taşıyan bazı kişiler var: birine tecavüz ederken yakalanan, banka soyarken yakalanan … Bu kişiler beğenmediğimiz yazılar yazdıklarından dolayı tutuklanmış değiller. Çok daha kötü yazılar yazmış olan gazeteciler var ve bu kişiler hâlâ bu haklarını kullanmaya devam ediyorlar. “ diye kendine sorulan soruya yanıt veren Sn. Egemen Bağış’ın bu sözlerini duyduğum için !..

     Bir belediye otobüsünde boş bulunan koltuğa oturan bayan yolcuya “ Hanım hanım, kalk o koltuktan! Az önce bir erkek oturuyordu orada. Henüz erkek sıcağı olan koltuğa kadın oturursa  günah olur ! “ diyen bir anlayışın hüküm sürdüğü toplumda yaşadığım için !..

      “Vergi ile medyayı hizaya getirmeye çalışan Maliye Bakanımızın, 213 Sayılı Vergi Usul Kanunu’na muhalefetten dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin iki ayrı dosyası var. “ yayınından altı yıl geçmesine rağmen hiçbir işlem yapılmamış olmasından dolayı, vatandaş olarak yasa hükümlerine ne kadar saygılı olabileceğim endişesini taşıdığım için !..

     Türban takmayı dinci erkek siyaset anlayışının dayatması olarak ülkemi  sıkıntılara sokan, bunun üniversitelerde değil liselere, oradan ilköğretime indirecek kara görüşün değer kazanması karşısında kadınlarımızın geleceği konusunu yüreğimde  taşıdığım için !..

     Başbakan Yardımcısı Sn. Bülent Arınç’ın “ Bir de İstiklal Mahkemeleri arşivi açılsa, orada daha ne Dersimler var…”sözünden yola çıkarak, Cumhuriyetin kurulmasına karşı çıkmak amacıyla kurulan Teali İslam Cemiyeti’nin kurucularından Damat Ferit, Mustafa Suphi, Sait Molla, Rahip Frew gibi kişilerle birlikte olan; Mustafa Kemal ve arkadaşlarının “ … vücudlarını külliyen ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur …” diye bildiri yayınlayan İskilipli Âtıf Hoca’nın İskilip Devlet Hastanesi’ne adının verildiği için !..

     Pozantı Çocuk Tutukevi’nde tutuklu çocuklara tecavüz edildiği iddiasını ortaya çıkaran iki gazetecinin haberi yapmaktan tutuklandığı için !..

     Nato Genel Sekreteri Rasmussen’in “ Bu füze kalkanını Türk hükümeti kendi istedi. Biz onun için buraya kurduk. “diye söylemesine rağmen üsse karşı çıkan yöre insanlarına yapılan eziyeti önemsemeyen ve bu konuda açıklama yap(a)mayan iktidarın tutumu için !..

     Ülkenin önemli bir sivil toplum örgütü olan TÜSİAD’a eğitimle ilgili görüş bildirdiği için azarlayarak “ Senin değil milletin arzusu olacak. Sen işine bak ve acilen değiş ..” diyen Sn. Başbakanımızın kendi dışında kişi ve kuruluşlara önem vermeyişi karşısında hayretimi gizleyemediğim için !..

     Adıyaman’da Alevi yurttaşların evlerine işaret konulduğunda “ Acaba Çorum, Kahramanmaraş  gibi yeniden mezhep kavgasına mı yöneliyoruz ? “kaygısını dostlarıma sorduğum için!..

     Bursa’da Hopa davasına destek vermek amacıyla saç kesme eylemi yapan dört  öğrenciye Osmangazi İlçe Belediyesi’nce çevreyi kirlettikleri gerekçesiyle 26’ şar lira para cezası verildiği için !..

     Dünyada adı saygıyla anılan Kemal Atatürk’ün gençliği iç ve dış düşmanlara karşı uyaran seslenişini okul sıralarından , ulusumuzun kurtuluşunun simgesi olan bayramları anmaktan kaldırmayı düşünebilen bir Milli Eğitim Bakanı’na tahammül edebildiğim için !..

    Nice acı olaylar zamanaşımına uğramazken 19 yıl önce 35 kişiyi Madımak’ta odalara sıkıştırıp yakanların suçlarının zamanaşımına uğramasını ve bunun memleketimiz için hayırlı olmasını dileyen bir anlayışla bu çağda yöneltildiğimizi yaşadığım için !..

     Siz utanmıyorsanız elbet bir bildiğiniz vardır.

     Ben bunları hak etmediğimizi ; bu ulusun daha iyi yöneltildiği, daha çağdaş bir yaşama kavuşması gerektiği sevdasını taşıdığımı belirtmek istiyorum.

     Hepimizin ortak vicdanı, Türkiye Cumhuriyeti olmalıdır.

 

 

 

  
BOKUN UYGARLIK YOLU

       Zaman zaman kitaplığımı kurcalayıp “ Ne var, ne yok “ diye eski defter sayfalarına bakar gibi kitaplarıma bakıyorum. Dün raflar arasında “ Bugünün Diliyle Hayyam / A. Kadir “ in kitabına rastladım. Hemen koltuğuma oturup sayfalarını kurcalamaya başladım.

       Önsöz’de  A. Kadir  genel olarak şöyle tanımlıyor şairi ;

       Babası çadırcıymış. O devrin geleneğine uygun ad takmak gerektiğinden “ Çadırcı” anlamında  “ Hayyam “  takma adını seçmiş.

       Kuran, Hadis, felsefe, matematik, astronomi ilimlerinde üstüne yokmuş.

       Melikşah’ın çevresindeki dalkavuk şairlere benzemeyince yadırganmış, kapısını kapamış herkese ve şöyle seslenmiş:

       “ Şu zamanda bir sürü dostun olacak da ne olacak ?

          Şöyle uzaktan bi selam, nasılsın iyi misin, o kadar. “

       Oysa dostluğa önem verirmiş. Tok sözlü, olduğu gibi görünen biriyken; bakmış hep yalan dolan, hep ikiyüzlülük; şöyle ünlenmiş:

       “ Bu Müslümanlık, gavurluk neden.

          Aşk içinde erimek varken. “

       İnsanın insana kulluk etmeden yaşamasını istermiş.

       “ Bir ekmek kapısı aç bana,

          Bir geçim yolu bulayım

          Kula kulluk etmeden. “

       Şiirlerinde geçen şarap, bir sembol, kötümserliğe karşı bir panzehir, hür insanların düşüncelerini saran bir huzur hissinin timsali olarak değerlendirilmeliymiş.

       “ Yarın bu bacaklar ayrılık dağını aşacak

          Önümde şarap, çek babam çek

          Saçlarım ne güzel, kar gibi ak

          Yaş yetmişe dayandı, laf değil

          İnsan bugün yaşamazsa, ne vakit yaşayacak. “ 

                    Meyhaneyi , yobazların hiç anlayamayacağı bir yer, insanın insanca yaşayabileceği bir yer olarak gören; dünyaya neden geldiğini, bu dünyada işinin ne olduğunu anlayamadığını söyleyen, insanların acısıyla yaşamış bir ozan olarak görülmüş.

        “ İster Müslüman olsun, ister gavur olsun, bana ne,

           sımsıcak olsun yürek dediğin,

           sevgiyle dolu olsun ağzına dek.

           Bizim deftere adın hele bir yazılsın, kardeş,

           o zaman cennet te vız gelecek sana,

           göreceksin, cehennem de vız gelecek.” diye söylenmesi boşuna değildir.

           İnsanlarda, toplumda ikiyüzlülüğü görünce duramamış, seslenmiş. Kabul  edilmemesi bu yüzden olsa gerek.

          “Bir sürü ite kopuğa kulluk

            daha ne kadar sürecek ?

            Konma ordan oraya sinek gibi,

            kimseye eyvallah etme,

            yeter iki günde bir somun ekmek

            iç yüreğinin kanını, ellerin aşını yeme. “

            Tertemiz ak yüreğini dünyaya bir gökyüzü gibi açmak, insanoğlu için varını yoğunu cömertçe harcamak,  galiba Hayyam gibi büyük ozanlara vergi bir erdem. Yaşadığı günlerde böyle erdemli insanlara ne kadar gereksinim duyuluyorsa, günümüzde de fenerle arıyoruz böylelerini. Günümüzün şairi olsaydı, aynı söylerdi. Çünkü onun şiirleri aradaki zamanı unutturuyor. Şu iki şiiri buna eşsiz bir örnektir:

          Özgürlük yoluna girmezsen,

            bu yolda koşmazsan var gücünle,

            yıkamazsan yüzünü kanında yüreğinin,

            yarın avucunu yalarsın.

            Er dediğin kendini yok bilmedi mi,

            cayır cayır yanmadı mı yürek dediğin,

            hadi öyleyse, uğurlar olsun. “

            “ Aldırma “ başlıklı şiiri de şöyle:

            Çalıma bak şu zibidilerde.

            Geçirmişler ellerine bu ülkeyi,

            en bilgini sanıyorlar kendilerini buranın.

            Aldırma, serin tut sen içini,

            bilmezsin öyle eşektir ki onlar,

            eşek olmayana dinsiz imansız derler. “

            Hani “ Ben söylemedim, öyle diyorlar. “ denir ya, aynen öyle. Bu şiirleri ben yazmadım. Ta yüzyıllar öncesinden Hayyam diye bir ozan yazmış ve şiirleri de günümüze yuvarlanıp gelmiş.



  

 

     “Güzel koku yoktur, güzel olan kokmaz “ diyor yetkililer. Güzel olan kokmayacağına göre kötü olan kokacak. “ Her kötü kokar mı ?” diye de ayrıca düşünmek gerekir.

     Kötü olan kokunun sağlığımıza verdiği zararı bilince, kötü kokunun ortadan kaldırılması gerekiyor. İşte burada başlıkta yer verdiğimiz bokun,  kokusunun yok edilmesi için uygarlıkta gelişmeler gösteren toplumların aldıkları yolu anlamak gerekiyor.

     “ Bok yolunu bulur “ der büyüklerimiz. Onun için evlerinin hemen kenarına yaptıkları kuyularla hem boku yok etmek, hem de ondan faydalanmak yolunu seçmişlerdir.

     Bokun evcilleştirme sürecini incelemek için köylerimizdeki ya da kentlerdeki değişmeyi iyi görmek gerekiyor. Nereden nereye geldiğimizi evlerimizde bok yolunda yaptığımız değişikliklerle fark edebiliyoruz.

     Uygarlığımızı “ temizlik, güzellik ve düzen “ le eşleştirdiğimizde temizliğe varmak ve güzelliği bulmak için, bok yolunda neler çektiğimizi görürüz. İşte burada “ Devlet” denen güç ortaya çıkar. Devlet, bok için düzenlemeler yaparak uygarlık yolunda adımlarını atar.

     “ Buraya çöp dökülmez “ diye nasıl diyorsak,  “ Buraya bok akıtılmaz “ diye de artılarımız vardır. Elbette bu doğrudur.

     Devlet kanalizasyon yaparak temizlik, güzellik, düzen yolunda akıllı adımlarını atmıştır. Ama bu adımlarının ucu, atığın paraya yöneltilmesine neden olmuştur. Artık bokun arıtılması ve ondan yararlanılması söz konusudur. Yani uygarlığın adımları sayesinde bok, altına dönüşmüştür.

      Hele yerel yönetimler bir de “ Temizlik vergisi “ koymazlar mı; alın size bokun uygarlık yolundaki başarısı !

      Boku yok et, kokusunu sav ve ondan para kazan !

      Dili temizlemek, arındırmak ta aynı işlevdedir. Dili temizlemenin yolu, dildeki pisliklerin arındırılması, atılmasıdır. Devletin burada da “ kanalizasyon “ yapma gibi görevi olmalıdır. Dilin güzelleşmesi ve uygarlık düzenine erişmesi için kanallara ihtiyaç vardır. Uygarlık yeni buluş ve teknoloji demektir. Her buluşun adı o dilin alfabesinde kendini göstermelidir. Böylece yabancı diller boyunduruğundan kurtulmuş olur.

      Siyaset te böyledir. Dışkısından, dışkısının kokusundan arındırılması gerekir. Arındırılmış siyaset, uygarlık yolunda güzellik gösterir. Siyasetin kanalları bize yardımcı olduğu süreçte toplum olumlu adımlarını atar.

     Bizim de beklediğimiz budur.

 

FARKINDA OLMALI İNSAN

 

  “ Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı.

     Fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen.

     Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.

     Anne karnına sığarken, dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metrekarelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.

     Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.

     Henüz bebekken “ Dünya benim “ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu, ölürken de aynı avuçlarının “ Her şeyi bırakıp gidiyorum işte ! “ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.

     Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.

     Baskın yeteneğini fark etmeli sonra.

     Azrail’in her an sürpriz yapabileceğini, nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan.

     Hayvanların yolda, kaldırımda, çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef sofrada yemek yediğini fark etmeli.

     Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.

     Gülün hemen dibindeki dikeni, dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.

     Evinde kedi, köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.

     Eşine “ Seni seviyorum !” demenin mutluluk yolunda müthiş gücünü fark etmeli.

     Dolabında asılı yirmi beş gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama sokaktaki komşusunun, o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.

     Zenginliğin ve bereketin, sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.

     Annesinin doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, fark etmeliyiz çok geç olmadan.

     Ömür dediğin üç gündür, dün geldi geçti, yarın meçhuldür.

     O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür…”

 

     Can ( YÜCEL) baba böyle diyor.

     Onun dediği öyle de biz nasılız ?

     Ömrünün bitmeyecek gibi olduğunu düşünenler, keselerini ha bire dolduranlar, haramı helal gibi yutanlar, komşusunun derdini dağların ardında arayanlar, zulüm etmeyi beyliklerinin düzeni olduğunu savunanlar, çıkarcılar, yalakalar, düzenbazlar, aymazlar, toplumun kaymağını yiyip yalan gözyaşı dökenler, fesatlar, hilebazlar, demokrasi deyip tango yapanlar, siyasetteki hacıyatmazlar, düşüncedeki yobazlar, kutsal dinimizdeki sümüklüler, yaşamımızdaki sülükler …

      Ah, insanlar !..

      Yurdumun insanları !..

      Orman gönüllü, dağ bakışlı, deniz ufuklu, dere coşkulu, toprak giyimli

insanları !..

      Sizi sevmekten öte derdim yok.

      Sizin sevdanızı bu ömre sığdırmaktan başka sıkıntım yok.

      Dün öyleydi, bugün öyle, yarın da öyle olacak.

 




 
    DEMOKRASİ SANAT MIDIR ?

 

 

     Bir örnek :

     Yaklaşık yüzyıl önce ABD’de çiftçiler ve hayvan yetiştiricileri “.. Hiçbir yararı olmayan kurtlar, ceylanları, geyikleri avlıyorlar.  Bu canavarların hiçbir yararı yok . Bunları yok edelim ki geyikler rahat etsin. “ şeklinde karar alıp uyguluyorlar. Zamanla çoğalan geyikler çevrelerindeki otları yiyerek eko sistemde erezyon, su dolaşımı gibi dengeleri bozuyorlar. Akılları başına gelen ilgililer, yeniden kurtları sisteme uydurarak denge sağlıyorlar.

     Bir örnek daha :

     İtalya’da, bir kasabada çiftçiler tarladaki ürünleri korumak için fareleri ilaçlama yaparak öldürüyor. Bir zaman sonra çevreyi yılanlar sarıyor. Çünkü farelerle beslenen yılanlar, beslenecek fare bulamayınca kasabaya iniyorlar. Aslında fareler de yılan yumurtalarını yiyerek denge sağlıyorlardı.

      Başka bir örnek :

      Ülkemizde Fenerbahçe- Galatasaray rekabeti çok meşhurdur. Taraftarların maçlar sırasında gösterdikleri aşırı tepki polisiye önlemlere kadar uzanmaktadır. Daha tehlikeli sonuçların görüldüğü de bilinmektedir. Şimdi ilgililerin iki takımdan birini ortadan kaldırarak çekişmeyi ortadan kaldıracağını söylemeleri doğru mudur ? Rakip takımın bilmesi gereken şudur; Onlar olmasa biz de olmazdık !

     Başka bir örnek daha :

     Arap Baharı, o toplumdaki bireylerin yönetimde söz sahibi olma düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ancak Arap toplumlarını yöneten liderler, kendilerinden başka değer görmediklerinden, karşı düşünceleri baskı altına alma yoluna sapmışlardır. Son görünümde de toplum halen sıkıntı içindedir.

     Doğada ve sosyal yaşamda sürdürülebilir kaliteli yaşam için çeşitlilik önemlidir. Doğa kendi yapısı içinde kendini koruyarak gelişir, değişir ve canlılığını devam ettirir. Sosyal yaşam da doğa kurallarından farklı değildir. Farklı düşüncelere fırsat vererek, kendi düşüncemizin özgünlüğünü savunabiliriz. Demokrasi bu açıdan fırsatlar rejimidir. Günümüzün diğer yönetimlerinin, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, zaman içinde kendilerini yok oluş sürecine sokacakları bilinmelidir.

       Demokrasi, toplumun kendini küçük yanlışlarla tekrarlayarak yenilediği en önemli yöntemdir. Küçük yanlışlıklar yaparak, büyük hatalardan kendimizi korumuş oluruz. Yani demokrasiyi oluşturmak için karşıt fikirlere, yanlış bilinen fikirlere fırsat vererek, kişilerin ya da rakip toplulukların kendilerini ifade etmesine izin vermeliyiz.

       Yoksa sadece kurtlar, yılanlar ya da farelerin olduğu ortama doğru sürükleniriz. Taraftarlar gibi birbirimizi boğmaya doğru gideriz.

       Bu bakımdan, demokrasiyi aynı zamanda sanatsal bir eylem olarak düşünmemiz doğru olacaktır. Ancak sanatın içine tüküren, heykelleri yıkan, resimleri yasaklayan anlayışla, bu sanatı ne derecede gerçekleştiririz, düşünmek gerekir.

       Herhalde toplum olarak son yıllarda yaşadığımız sıkıntı bu olsa gerek !..

 

DİKMETAŞ

 

     Köyün düzlüğünde, yol üzerinde tek parça bir taş var. 5-6 metre yüksekliğindeki bu taşın görünümü, tarlalardaki ot yığını şeklindedir. Efsaneye göre bu görünüm, taş değil de ot yığınıymış zaten.

     Vaktiyle bu taşın bulunduğu yerde Ermeni mahallesi varmış. Karşı tarafta da Türk mahallesi bulunuyormuş. Çok ağır geçen bir kış olmuş. Yeygisizlikten davarlar kırılmaya başlamış. Bir gün bir Türk çiftçisi, çaresiz kalmış, karşı mahalledeki Ermeni komşusundan saman istemiş. Ermeni komşu “ Olur ama kızını isterim “ demiş.

      Zaten istemeyerek komşusuna giden çiftçi, bu istek karşısında bin pişman olmuş ve geriye dönmüş. Dönmüş ama hayvanlarının acı acı bağırmasına dayanamamış. Bağrına taş basarak Ermeni komşusunun yanına gitmiş, isteğini kabul ettiğini söylemiş.

       Durumu kızına anlatmış. O gece kız, sabaha kadar ağlamış. Allah’a yalvarmış. “ Allah’ım, sen ot yığınını taş kestir. “ diye yakarılarda bulunmuş. İsteği kabul olmuş ve ot yığını taş yığını olmuş.

       O günden beri, o taş yığınını da “ Dikmetaş “ olarak anılmış.

       Dikmetaş’ın bulunduğu yerin adı da “ Dikmetaş Köyü “ olmuş.

       O yörede halkın ağzında söylene gelen bir tekerleme duyulmaya başlanmış. Çünkü halkımız bu tür olaylar karşısında duyarlıdır. Tepkisini alır, söze yatırır.

       “ Estir kaba yel estir

          Beye verme destur

          Beyin otlarını

          Hak emriyle taş kestir. “

 

          Elbette ülkeyi yönetenlerin bu tür öykülerden alacağı dersler vardır. Halkımızın sessizliğini, ülke gidişatının olumlu olduğu yönünde değerlendirilmesi, onları yanılgıya götürür. Biz hep sabrederiz. Sonuna kadar sabırlı oluruz. Ama birden patlarız. Son kertede inanılmaz davranışlar gösteririz. Aslında pek te uygun değildir bu tür oluşum. Zamanı gelince tepkiyi göstermek, isteği vurgulamak en doğrusudur.

         Ancak kör gözlü iktidarlar, tepkilerden hoşlanmazlar.

         Yumurtadan kıl çıkarırlar.

         Aba altından sopa gösterirler.

         Gözleri hiçbir şey görmez.

         Kendilerini zemzemle yıkanmış gibi gösterirler.

         Her şeyin altında bir Çapanoğlu ararlar.

         Halkımız n’eylerse güzel eyler. Bu duruma da bir söz yakıştırmıştır.

         “ Akşam Hacı Mehmet, sabah eskici Yahudi ! “ .

         Bizden söylemesi.

         Gerisi Dikmetaş !..

 



     
ACININ BAHANESİ

 

      Cuma günü sancı vurunca, önce dayanırım sandım. Olmadı. Devlet Hastanesi Acil Sevisi’ nin, sonra Ameliyathane’nin sevgi ve sağlık dolu kollarına bıraktım kendimi. Böylece böbrekteki taş, inşaat ustalarına teslim etmek üzere çıkarıldı. Birkaç günün devamında eve geldim.

         Kendi acısı içinde kıvranırken, insanın başka acıları ya da sevinçleri değerlendirmesi zor oluyor. Bu nedenle bu haftaki yazımı Temel fıkralarıyla tamamlamak istedim.

        Bakalım beğenecek misiniz ?

          Avcılar, Temel’in önderliğinde ormanda ilerliyormuş. Karşılarına küçük bir delik çıkmış. Temel “ Yatın tavşan deliği “ demiş. Yatmışlar. Delikten tavşan çıkmış. Avlayıp yollarına devam etmişler. Yolda bakmışlar, daha büyük bir delik. Temel “ Yatın tilki deliği “ demiş. Yatmışlar. Tilki çıkmış, vurmuşlar. Yollarına devam ederken, önlerine biraz daha büyük delik çıkmış. Temel yine bağırmış.” Yatın ayı ini ! “. Beklemişler. Ayıyı da avlamışlar. Temel’in her şeyi bildiğini gören arkadaşları rahatlamış şekilde, yollarına neşe içinde devam etmişler. Bir süre sonra karşılarına kocaman bir delik çıkmış. Temel’e bakmışlar. Temel “ Uşaklar, siz yatın. Ne çıkacağını bilemeyrum. Bahtımıza !.”. Hepsi yüzü koyun yatıp uzanmış … Ertesi gün gazetelerde şu haber çıkmış ; “ Dört avcı tren altında kaldı . “

          Her delikten ne çıkacağını bilen politikacılarımız, inşallah Ergenekon deliğinden ne çıkacağı konusunda Temel kadar bahtsız olmazlar.

          … Temel birkaç arkadaşıyla çukur açıyor , ilerleyip belli aradan sonra çukur açmaya devam ediyormuş. Arkalarından gelen başka gurup da açılan çukurları kapatıyormuş. “ Ne oluyor ? “ diye soranlara Temel demiş ki ; “ Pi grup daha vardu, onlar fidan dikeydu. Bugün celmedular. Biz de boş kalmayalım diye devam ediyruz…

          Bizim siyasette adet böyledir. İktidara gelenler, geçmişin çukurlarını doldurarak devleti yönettiklerini sanırlar.

          … Temel KPS’yi kazanınca Ulaştırma Bakanlığı’na vermişler. Hızlı trene makinist olmuş. İlk görevinde treni devirmiş. 400 yolcu ölmüş. Bakan “ Nasıl oldu bu iş ? “ diye sormuş. Temel “  Raylara pi adam çıktu. Onun yüzünden oldi” demiş. Bakan “ Oğlum, bari adamı ezseydin de 400 kişi ölmeseydi. “ demiş. Temel boyun bükmüş. “ Pen de eyle düşünmüştüm. Ama adam raydan kaçınca peşine düştüm, tren devrildu. “ demiş.

         Nice insan biliriz. Kafalarına taktıkları işi gerçekleştirmek için önlerine bakmadan yol alırlar. Yaptıkları kötülüğü fark etmek istemezler. Devletler, ne yazık ki bu tür kişiler tarafından kör kuyulara sürüklenirler.


 

HAMAMA NELER GİDER

 

      Hamamı özgün şekliyle “ yıkanılan yer “ olarak biliriz. O hamamların ısısı odun yakılarak sağlanır. Soyunur, peştamalı giyer, takunyelerle kalın kapıyı iteliyerek içeri girersiniz. Bedeninizi buğu kaplar. Hele göbek taşına uzandınız mı yavaş yavaş terler, o terlemeyle bedeniniz  gevşer.

      Gerisi tellağın bileceği iştir artık.

      Hamamı bilmeyenler ilk kez gittiklerinde şaşırırlar ve sonradan da aşık olurlar. Böylelerine “ Hamama gider kurnaya, düğüne gider zurnaya aşık olur “ diye yakıştırma yapılır. Yani bunlar şıpsevdidirler. Yaşamın her anında şıpsevdidirler. Bunların elinden “ Hamamın namusunu kurtarmak “ gerekir.

       Diyeceksiniz ki  “Bu hamam muhabbeti nereden çıktı ?” .

       Dışarıda üşütüp evde terleyince aklıma “ hamam “ geldi. Hani derler ya  “Hamam giren terler ! “.

       Yolumuz hamama düştü.

       Hamamın önünde bir yığın odun.

       O an aklıma 12 Eylül dönemi geldi. Bir yığın kitap ! Biz o kitapları hamamın önüne yığmadık ama sobalarımız kitap külleriyle dolup taştı. Velhasıl kitabın yakıldığı ülke olduk. Kitap yakılınca elbette gerisi gelecek.

       Geldi de !..

       Osmanlı döneminde de kitap yakılmış. Hem de hamamlarda. Cumhuriyet döneminde de bu iş devam edegelmiş.

       Ünyeli Hacı Ahmed  Efendi dışarıdan aldığı kitapları Ünye’ye götürmek için bir sandığa doldurmuş. Üzerlerini  şeker, makarna gibi erzaklarla kapatmış. Fakat  gümrüğe takılmış. Böylece sandıktaki 590 kitaba el konmuş.

       Daha nice kitap !

       El konulan kitaplar 150 çuvalı bulunca Muayene Heyeti’nin raporuyla, önce Kâğıthane’de yakılması kararlaştırılıyor. Sonra iyi bir fikir olmadığı anlaşılınca Milli Eğitim Bakanlığı’nın arkasındaki depoya gönderilip orada yakılması uygun bulunuyor. Ancak açık alanda yakılacak kitapların dumanlarıyla birlikte içindeki düşüncelerin de yayılması olasılığı fark edilince vazgeçiliyor.

        150 çuval nereye gönderiliyor, dersiniz ?

         Elbette hamama !..

        Çemberlitaş Hamamına götürülerek günde 15 çuval yakılabilmek suretiyle kül haline getirildikten sonra üstüne su dökülüyor.

        Cumhuriyet döneminde Hocapaşa Hamamı’na götürülen kitaplar, hamam sahibinin “ Kitapları hamamda yakarsak hamamın külhanı tıkanır “ gerekçesiyle geri gönderiliyor.

        Kitaplarla ısınan hamam suyunda hiç yıkandınız mı acaba ?

        Yıkandınızsa o kitap  sayfaları içindeki muzır düşünceler de  bedeninize girmiş, münafık biri olmuşsunuz demektir.

        Sonrası ?

        Bundan sonra hamama girerken ısı kaynağını sormak gerekir. Yoksa örgütlü kitap yakmaktan …



 

         HAKARA MAKARA

         Başbakanımız “ tweet” kullanımı için böyle bir argo söz kullandı. Meraklılar bu sözün anlamı için açmadık kitap, girilmedik site koymadılar. Sonuç alınamayınca bu konuda yetkili, uzman Filiz Bingölçe’ye başvurulmuş. Onun analizi şöyle;  “ Sayın başbakan bir argo kullanıcısı olduğu kadar argo üreticisi de … Konumu dolayısıyla ağzından çıkan olağandışı her sözcük anında ülke çapında dolaşıma giriyor, ilgi çekiyor. Ağızdan ağıza dolaşmaya başlıyor. Argo denen olgu de bu zaten. Hakara, kakaret kökünden Arapça bir sözcük . Makara da sardığımız şey. “

           Yani anlayacağınız,  Başbakanımız  “ Hafif hakaretle karışık dalgasını geçmek “ anlamında kullanmış bu ifadesini.

            Yani Başbakanımız tweet’tire hafif hakaret ederek dalga geçmiş.

            Niye olmasın ?

            “ Her devrin argosu; Her argonun kullanıcısı, üreticisi ve elbette bir de tarihi var “ mış.

           Aslında siyasette küfür ya da hakaret yerine kullanılacak ince ayarlı bir argo, tansiyonu düşürür. Hatta gülümsemeye yol açar. Toplumumuzun da böyle bir tavıra ihtiyacı var. Kürsülerde yumruklaşma yerine hoşgörülü argolarla olayı geçiştirmek topluma da yansır. Haberleri kahvelerde dinleyen halkımız da bu argo sözlerle birbirlerine sataşarak yaklaşım sağlarlar.

           Daha önce söylenen “ Ananı da al git “ ifadesi de hakara makara türünden bir yergidir. Toplumumuz bunu hakaretten çok ince ayarlı bir uyarı olarak kabul etmiştir.

           Yıllar önce seçimlerde Halil Tekkaya  adlı bağımsız bir adayımız vardı. Kürsüye çıktığında ya da kahve kahve dolaştığında söylediği sözler, kulaklarımızda inci gibi takılı kalmıştır. Hele “ Tık tık Tekkaya, Tekkaya Ankara’ya “ ünlemesi meşhurdur. Ama rahmetlinin argo takıntısı, duyduğumuza göre ufak bir sandık oyunuyla Ankara yolunu tıkamıştır.

           Yine rahmetli Bölükbaşı’nın kürsüsü, hem öğreti hem siyaset okuluydu. Argoyu en uygun biçimde kullanarak gönüllere ferahlık verirdi. Ne yazık ki hınçla dolu ve kendine ait anlayışı yürütmekten yoksun bugünün politika adamları siyaset üretemedikleri gibi toplumun dikkatini çekebilecek argo da kullanamıyorlar. Parmakla siyaset yapmak yerine argo zenginliğinden yararlanılsa daha çok tutunacaklar. Meclisimizde küfür ve hakaret var ama ortamı yumuşatacak argo yok. Çünkü argo kullanımı özel bir yaratıcılık gerektiriyor.

           Sayın Başbakanımızda bu var.

           Milletvekillerimiz  azıcık ondan örnek alsalar, ülkemiz siyasetine diyecek olmaz doğrusu.



 

GÜÇ DENEN ŞEY

     Stalin cinayetlerini planladığı çalışma odasında, dostlarını toplamış sohbet ediyormuş. Votka şişelerinin biri gelip biri giderken kafalar iyice dumanlanmış. Dalkavukluk yarışına giren adamlara seslenmiş;

     -Saçını ihtilalde, devlet yönetiminde ağartmış dostlarım. Söyleyin bakalım; halkın yönetime baş eğmesi, kayıtsız şartsız uyması için ne yapmalıyız ?

      Her kafadan bir ses çıkar. Haktan, adaletten, demokrasiden, sürgünden, sehpadan, hapisten bahsedilir. Ama Stalin beğenmez. Onlara ders vermek istemektedir.

      -Yönetimi ele geçiren hükümdar en yücedir. Ne yaparsa meşrudur. Bunu size şöyle anlatmalıyım, der ve masalara  hizmet eden garsonları çağırır. Aceleyle bana tavuk bulup getirin, diye emreder.

       Tavuk bulup getirilir. Stalin, adamların şaşkın bakışları önünde canlı canlı tavuğun tüylerini yolmaya başlar. Bütün tüyler yolunulup tavuk cascavlak kalınca, salonun ortasına fırlatır.

* Söyleyin bakalım, bu tavuk nereye gidecek, diye sorar.Zavallı tavuk,

 masaların altından kapının arkasına; oradan duvar diplerine, yanan şöminenin yanına, masaların ayaklarına sürtünerek kaçışır durur. Her tarafı yara bere içindedir. En sonunda Stalin’in bacakları arasına saklanıp durur. O zaman Stalin, cebinden bir avuç yem çıkarıp tavuğun önüne tane tane atar. Bir yandan yürümekte, tavuk ta onun arkası sıra gitmektedir. Salondakilerin ağızları açık, durumu izlemektedirler.

        Stalin post bıyıklarını oynatarak şöyle seslenir:

        -Gördünüz mü; halk dediğiniz topluluk, tavuk gibidir. Tüylerini yol ve serbest bırak. O zaman yönetmek kolay olur.

        …                                                               

        Bir zamanlar çoğumuzun rüyalarına giren o dünyanın anlayışı böyle dostlar; neylersiniz. Ama sorun, sadece komünist sistem sorunu değil. Geçmişte ve zamanımızda görüyoruzki yönetimi ele geçiren bazı kişiler, kendilerinde üstün meziyetler zannedip Stalin gibi davranmaya çalışmışlardır. Dünyanın dört yanında bu tür yönetimler vardır. Kimi krallık, kimi demokrasi, kimi ihtilaller yoluyla iş başına gelip halklarını, yukarıdaki tavuk örneğindeki gibi yönetmeye

çalışmışlardır.Bu anlayışın sürekliliği  mümkün değildir. Olmamıştır.Herhalde Arap Baharı derken, dünya halklar platformuna bahar rüzgarları daha anlamlı esecektir. Zannederim, bunu aşmanın yolu, yönetimlerin halkına güvenidir. Halkını sevmesi ve onu can-ı yürekten kucaklamasıdır.

        Türkiye Cumhuriyeti böyle bir anlayışın ürünüdür. Aksini savunanlar, sapaklık edenler hak ettikleri, halkın cezasını bulur ve çekerler.

 

 




 

        

 PENCEREDEN KAR GELİYOR

           “ Noel Baba diye birisi yok. “ demiş efendinin biri.

           Hayallerimi  kırdığı için kırıldım bu adama. Olsa ne olur ? Finlilere göre, dünyanın patırtısından sıkılan ve kendisine sessiz, sakin bir yer arayan Noel Baba, kutup bölgesine yakın bir yere ( Rovaniemi) yerleşmiş. Zamanla adresi unutulmuşsa da II. Dünya Savaşı sırasında şehirin yıkılmasıyla ortaya çıkmış.Kulaktan kulağa yayılmış ve onu görmek için Rovaniemi’ye insanlar akın etmiş. Böylece şehir de  kalkınıp kendine gelmiş.

            Eh, bundan sonra da Noel Baba bir umudun, bir isteğin, hayata bağlanmanın, bir dala tutunma isteğinin sembolü olmuş. Yılbaşı akşamı başını soğuk cama dayayarak, gelecek yıl için umutlarını bir mucizeye, olsa olsa bir Noel Baba umuduna bağlayan insanların umudunu kırmaya ne gerek var ? Varsın o akşam, o saatler düşleriyle yaşasın insanlar.

            Kimbilir, hangi umutlarımızı sıralayacağız, o gelecek diye !..

            Umutsuz da yaşanmıyor ki; bırakın beyler, umutlarımızı yok etmeyin hiç olmazsa. İnsanların umutlara, yaşama sarılmak için nedenlere ihtiyacı var. Onları engellemeyin .

           2012 ‘de umut dolu yıllar, şiir dolu saatler, türkü dolu gönüller, sağlık dolu günler dileğiyle 2011’e veda etmek istiyorum.

Bu

Yılbaşı

Ağacımı

Hediyelerle

Donatmak yerine,

Her dalını bir dostumun

Adı ile süslemek istedim.Yakın

Dostlar, uzakta olan arkadaşlar. Eski

Arkadaşlar, yeni dostlar. Hergün gördüklerim

Ve arasıra görüşebildiklerim. Hep aklımda olanlar.

Ve sıkça unuttuklarım… Bu ağaçta hepsinin kökleri sağlam,

Dalları uzun ve güçlü olacak.

İYİKİ VARSINIZ .


FRANSIZ GUYANASI

 

GÜRSEL YILDIRIM

       Resmi adı, Fransız Guyanası Denizaşırı İli’ dir.

       Güney Amerika’nın  Okyanus’a bakan kuzey tarafında.

       Devlet Başkanı, Fransa cumhurbaşkanı’ dır.

       Resmi Dili, Fransızca’ dır.

      “ Fransa nire, Güney Amerika nire” diye düşünebilirsiniz.

       Bir de Fransız Polinezyası var. Tahiti Adaları’nın ta orda. Onunda Devlet Başkanı, Fransa Cumhurbaşkanı’dır. Resmi Dili hem Fransızca, hem Tahiti dili.

       Gabon.

       Resmi Dili Fransızca.

       Gine.

       Resmi Dili Fransızca.

       Guadeloupe.

       Böyle bir devlet  var mı, diye sorabilirsiniz.

       Var. Açın Dünya Atlası’nı; Küba’nın alt ucuna doğru gidin. Elbette Resmi Dili, Fransızca.

       Hatay.

       Yahu, orası bizim vilayetimiz ya, diyeceksiniz. 1938’ den önce Fransızlar orada fink atıyordu. M.Kemal yatağından şöyle bir doğrulup kalkınca tası tarağı topladılar.

       Yeni Kaledonya.

       Atlas’ta yerini bulursanız arkadaşlarınıza gösterin. Resmi Dili’ni söylemeye gerek yok.

       Vanuatu.

       Fransa’nın Mururoa Mercanadasında giriştiği nükleer denemeleri ve Yeni Kaledonya’da izlediği politikayı eleştirince Fransa’yla işleri bozuldu. 1980’de bağımsızlığını kazanınca elçiyi sınırdışı etti.

       Açın Sevr Antlaşması’nı; Trakya, İzmir Yunanistan’a verilecekti. Doğu Anadolu’da bağımsız Ermenistan Devleti ve özerk Kürdistan kurulacak; ülkenin güney sınırlarından Antalya, Antep, Urfa, Mardin Fransa’ya kalacak biçimde düzenlenecekti. 

       Oldu mu ?

       Olmadı.

       Ama  Antep, Gaziantep oldu.

       Urfa, Şanlıurfa oldu.

       Maraş, Kahramanmaraş oldu.

       Arada bir  tarihini unutan siyasetçilerce İzmir’ “ Gavur İzmir “ olsa da, orası ülkenin yüzakı, batıya açılan önemli penceresi oldu.

       Sevr yırtıldı, Lozan’da bir devlet doğdu.

       Çok yıllar önceydi. Osmanlı’nın sarıklı elçisi Paris’e gidince Fransızlar şaşırdılar. Elçimiz yakışıklıydı da. Madamlar sıraya girdiler. Farfarlı eteklerini kaldırarak  sarıklı elçimizi görmek istediler. Görenler görmek istediğini gördüler de devlet  erkânları ne olduğunu anlayamadı. Elçimiz yemekten sonra sıkışınca onların diliyle “ Tuvalet” i, yani “ yüznumarayı”, Osmanlı diliyle “ kenef” i sordu.

        Yine anlayamadılar.

        Saraylarında, evlerinde kenef yoktu. Çömelip ediyorlar, sonra sokağa fırlatıyorlardı. Bizimkiler tarif ettiler. Affedersiniz,  s.çmasın öğrendiler. Yaşamın en temel gereksinmelerden birini bizden öğrendiler. O günden bu yana ne iyi iş yapsalar, bir süre sonra üzerine s.çıyorlar.

        Aynı  “ Ermeni Soykırımı “ gibi iddianın üzerine de böyle yaptılar. Koskoca tarihin üzerine oy avcılığı nedeniyle …!

        Bizim Türk Halk fıkrasındaki gibi; daha sonra dönüp “ Biz bu haltı niye yedik ? “ diyebilirler.

        Yanıtımız hazır olmalı.

        Mesela, Lozan Antlaşması’nın fotokopisi Paris’e doğru fırlatılabilinir. Okusunlar da iyice anlasınlar, diye.


OSMANLI DONANMASI NİYE YANDI ?

 

        1768 yılında Osmanlı ile Rusya arasında savaş çıkar. Baltık Denizi’nde bulunan Rus Donanması, savaşa katılmak üzere Akdeniz’e hareket eder…

           Sorabilirsiniz ; Baltık neresi, Akdeniz neresi ?

           Baltık Denizi, Avrupa’nın kuzey üst karası ile İskandinav yarımadası arasında bir deniz. O zamanlar Rusya Devletinin deniz sınırlarına dahil bir yer. Rusya’nın denizlere açılma emellerinin taşıdığı bölge. Dolayısıyla donanmasının beklediği, yetiştirildiği, denizlere açıldığı özellikli bir yer. Ruslar ta oradan Akdeniz’e gelip Osmanlıyı yenmek istemişler.

           Coğrafya bilgisinden yoksun o zamanki Osmanlı yöneticileri “ Baltık Denizi ile Akdeniz arasında bağlantı olmadığı “ için, denizden gelecek bir tehlike yoktur, diyerek önlem alma gereği duymamışlar. Osmanlı Donanması  Ege sularında gezisini tamamlayarak İstanbul’a geri dönerken bir kalyonu Çeşme Limanı önünde arızalanmış ve demirlenmek zorunda kalmış. Elini kolunu sallayarak Ege’ye kadar gelen Rus Donanması, Çeşme  Limanı’nda tıkış tıkış duran Osmanlı Donanması’nı ateşe tutar ve sonuçta Donanmanın tümü yanar.

            Yanan donanma olsun !

            Halbuki o tarihten 250 yıl kadar önce Piri Reis adlı bir denizci , Dünya haritaları ve yazdığı “ Kitab-ı Bahriye “ adlı eseriyle denizcilik konusunda çok önemli bir adım atmıştır. Çizdiği haritalar zamanının o kadar ilerisindeydi ki bugün, “ bu haritaları Piri Reis’in çizmesinin olanaksız olduğu, ancak dünyaya gelmiş akıllı uzaylıların çizmiş olabileceği “ öne sürülüyor.

           Bu kitap Pargalı Sadrazam İbrahim Paşa’nın önerisiyle 1525’te muhteşem Sultan Kanuni’ye sunuluyor. Osmanlı’da üst memuriyet ve Kaptan-ı Deryalığa getiriliyor. O makamda önemli görevler ve başarılar yapıyor. Ancak başarılarını çekemeyen Basra Beylerbeyi’nin suçlamasıyla İstanbul’dan gönderilen fermanla Kahire’de kellesi vuruluyor.

          İşte Dünya Denizcilik Tarihi’ne damgasını vurmuş bir adamın bizdeki öyküsü. Elbetteki bilim tarihi bunun gibi nice olaylarla süslüdür. Ama Avrupalı durmamış, bilim alanında adımlarını atarak, sürdürerek uygarlığın doruğuna ulaşmaya çalışmıştır.

         Aslında 8. Ve 12. Yüzyıllar arasında bilimin ışığı İslam dünyasında yükselmişti. Harizmi, Ömer Hayyam, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşt, İbnül Heysem gibi bilim adamları yaptıkları buluşlarla evrensel bilime önemli katkılarda bulundular. Daha sonra Haçlı Seferleri ve Moğol istilalarıyla bunalıma girilmiş, bilim ve bilim adamları saygınlıklarını kaybetmiş; bunu önlemek için devlet adamları din sömürüsüne başvurmuşlardır.

         Gerisini biliyorsunuz. İslam dünyası ve Osmanlı’da zaman zaman parlayan yıldızlar etkili olamamış, bugünkü sömürülen düzeye indirgenmiştir. Özellikle İslam dünyasının halen kendini bulduğunu, hatta ileride de bulabileceğini söylemek olanaksızdır. Atatürk gibi bir dâhinin, devrimler yaparak Osmanlının üzerinde kurduğu Türkiye Cumhuriyeti bu ortaçağ karanlığını yırtmıştır.

        Ulusların tarihinde geri dönüşümler ya da geçmişten körbakışlı intikamlar almak vardır. Son zamanlarda da ülkemizde de bu anlamda çıkışlar görülmektedir. Ama bilim ve akıl, ilerleyen zamanın yol göstericisi olarak daima rehberdir. Bu rehberi kendimize ışık olarak kabul ettiğimizde Dünyanın saygın ulusları arasına gireriz.

           Yoksa İmam Gazali’nin akıl ve bilim karşıtı görüşüyle parelel yürüyen, halen günümüzde var olan “ mele “ lerle bu işi sürdürmek olası değildir. Ne yapalım ki siyasal iktidar, nedendir bu yolu seçmiştir.

           Bekleyeceğiz, göreceğiz.


HAYDİN  “TURKİSH “  OLALIM

 

 

      “Baba artık uçakla gelin.” dedi oğlum. Atladık Samsun’a. Bindik uçağa. Pencere kenarında değilim ki aşağıları seyretsem. Baktım önümde albenili bir dergi. “Skylife “ diye yazıyor. Olsa olsa adıdır dedim. Sayfalarını açmaya başladım. İngilizce, Türkçe, Fransızca, tekrar İngilizce … İnince sordum oğluma, “ Skylife” nedir, diye. Türkçesi “ Gökyaşam “ imiş!

        Yahu bu uçak Van’dan Ankara’ya kalksa ya da benim gibi Karadeniz’den İstanbul’ gitse , uçarken okunan derginin adı Gökyaşam olsa bir acayiplik mi olacaktı da Skylife koydunuz ?.. Bu uçağın Türk uçağı olduğunu nasıl fark edeceğim ? Yoksa önemli değil mi ?

        Bir zamanlar  demiryolları, denizyolları yabancıların elindeydi. Bizimkilerin bu konudaki beceriksizliğinden mi nedir, önemli işletmeleri onlara teslim etmişiz. Ama onlar akıllı adamlar. İsimlerinin Türkçe olması, Türklerin gururunu okşayacağından Denizyolları, Demiryolları A.Ş. aynen kaldı da işletmesini kendileri sürdürdüler. Hani ne derler; Davul bizim boynumuzda, tokmak onlarda !..

         Önceleri banka adlarında da bu işlemi uyguladılar. Adlara dokunmadılar ama bankaların içini teslim aldılar. Olsun, dedik. Bankamızın adı Ziraat ya, İş ya, Deniz ya !... Aaa, bir baktık , bu da aşılmış. Her köşenin başında İnterbank, Bank Ekspres’ten levhalar. Koş vatandaş koş !... Artık para taşıma devri bitti. Al sana  Taksit card ! Al sana Vord card !..

         Allah Allah, C harfi ne zaman K yerine kullanılmaya başlandı da biz geride kaldık!.. Evdeki “ card “ ları Cardbanklara iade ederek işe başladım. Ama Allahı var; kibar adamlar. İade işleminde adamı kırmıyorlar. Belki biraz dil döküyorlarsa da o da insanın gururunu okşuyor. Ne de olsa gurur sahibi milletiz. İyi tanıyorlar bizi. Ne yalan söyleyeyim.

        Evin pencerelerini plastik yaptıracağım. İyi olur, dediler. Ses geçirmezmiş. Isı yalıtımını sağlarmış. Araştırdım ; Pen’siz, Window’suz, Win’siz marka bulamadım. Demek ki pencere plastik olacaksa bunlardan olmalı. Herhalde daha ses geçirmiyor, daha çok ısı yalıtımı sağlıyor. Böylece çook çook dışardan gelecek sesleri duymaz, rahat rahat uyuruz. Adamlar bizim nasıl rahat uyuyacağımızı, nasıl güzel güzel ısınacağımızı düşünmüşler. Hatta bunun için, Türk er alınmasınlar diye yerli işbirlikçilerini da bulmuşlar !..

         Fidangör’den başlayıp Otogar’a kadar yürüdüğünüzde gördükleriniz sizi rahatsız ediyor mu, bilmem. Bizim, çocuklarımızın ülkeleri olan bu topraklara yabancı kalmaya mı başladık acaba ? Yoksa  kendinizin dışlandığını mı hissediyorsunuz ?

         Nereye baksam yenilmişlik, terk edilmişlik, gıcıklanma, boyalı gösteri şatafatları, şiddet, baskı, yalnızlaşma, tükenmeye doğru adım adım gidiş, azalmışlık, beraber olamama, paylaşamama …  duyguları ağır basıyor. Biz bir yerlere doğru gidiyoruz da farkında mıyız acaba ?

         Bir ulusun batışı nasıl olur, diye düşünüyorum. Başımı dayadığım buğulu dolmuş camından dışarıyı görmeye, anlamaya çalışıyorum. İnmem gereken durakta inmedim. Son durağa kadar baktım durdum camdan. Camın buğusu sırtımıza yapışmış asalakların vitrinlerini görmekten alıkoymadı beni.

        Yoksa hepimizin gözü önüne sisler mi çöktü ?


CAN ÇEKİŞEN TÜRKİYE

 

     “La Turguie Agonisante” diye bilinen kitabın Türkçe çevrimini yazımın başlığı yaptım. Batılının canı öyle istediği için Türkiye’yi can çekişen ülke konumuna sokmuş. Zaten 1915’ten beri her fırsatta Türkiye’nin canına okumak için yapmadıklarını bırakmıyorlar. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki isyanlar bu isteklerinin göstergesidir. Günümüzde gündeme gelen Dersim ise Cumhuriyetle karşıtlarının son hesaplaşmasıdır. Cumhuriyet galip gelmiştir. Osmanlıdan beri gelen kangrene neşteri vurmuştur.

         Aslında ulusal kimlik sahibi olmaya karşı koymadır. Unutmayalım; sınırlarımız içindeki Kürtler,Çerkezler,Lazlar, Gürcüler, Boşnaklar ve diğer Balkan göçmenleri, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Araplar … kendilerini değişik ifade etmeye çalışsalar da Türkiye’de yaşayan  toplumu oluşturan tarih kimliğinin dışında kalamazlar. Çünkü çok geçmişten gelen Anadolulu bir kimlik söz konusudur.

         Bu Anadolulu kimlik içinde Türkler, Türk dilli insanlar olarak dışarıdan gelmişlerdir. İslamla tanıştıktan sonra dilimize giren Farsça ve Arapça’yla birlikte Türk dili zenginleşmiştir. Yani Türkiye insanlarını Türk dili ve İslam dininin bütünleşmesi olarak görmek gerekir. Ancak Osmanlıyla birlikte ortaya çıkan dil bir tür esperantodur. Yani yapay bir dildir. Böylece Osmanlı da kendini Türklükten ayırmıştır.

         Cumhuriyetle birlikte ulusal kimlik oluşurken dil de halkın kullandığı konuma oturmuştur. Yani, Türk halkı Türkçeye özgün şekilde kullanmaya başlamış ve zaman içinde gelişmiş, zenginleşmiştir. Dil de kendi yapısına kavuşan Cumhuriyet, çağdaş devlet olmanın ekonomik, siyasal, kültürel değerlerine de ulaşmıştır.

         Osmanlı Türk’ü dışlamışken Cumhuriyet Osmanlıyı asla dışlamamıştır. Türkleşme aslında bir batılılaşma hareketidir. Bu hareket elbette gerici,dinci ve Osmanlıcı olarak kendini gören, feodal yapıyı kendi varlığı için gerekli bulan çevrelerce her zaman onay görmemiş; fırsatı bulunduğunda karşı konulmaya çalışılmıştır.

         Dersim bu oluşumun bir göstergesidir.

         Günümüzde de halen Cumhuriyeti benimsememiş, anlayamamış olanlar kendilerine bir çıkış noktası aramaktadırlar. Güya tarihle yüzleşmek yoluyla, aslında hesaplaşmaya yönelmektedirler.

         Kişi olarak ben  hesaplaşmaya hazırım. Cumhuriyetçiler de aynı görüşteler elbette. Kendilerini Yeni Osmanlıcılar olarak ifade edenler ise buyursun gelsinler karşımıza. Aymazlıklarını yüzlerine açık açık vurmaya hazırız. Dersim’i kullanarak Cumhuriytten intikam almaya çalışmaları boşuna çabadır. Orada olan olayları incelemek ve yanlışları söylemek ayrı bir konu; Dersim başkaldırısını tarihçi olarak değerlendirmak ayrı bir konudur.

TAŞ MUSTAFA

 

GÜRSEL YILDIRIM

             Çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları köyünde geçti. Tarlalar, hayvan gütmeler, yayla yolları derken günü geldi askere gitti. Zaten gidiş o gidiş…

            İstanbul’u mekân etti.

            Çocukluğunda ilk kez köyden başka yere adım atarken yürüdüğü yolların taşlı,tozlu oluşu pek garibine gitmedi. Ancak ağbisinin  “Şeher ekmeği gibisi var mı ? “ diye  görüp övündüğü pazara merak sarmıştı. Şeher ekmeğinin bir gıdımlık tadı yanında büyük büyük evlerin nasıl olduğunu şekillendiremiyordu. Hele o ekmeğin yapıldığı fırın, doğrusu görülmesi gereken bir yerdi.

             Babası, amcası , diğer köylüler ördükleri gıdıkları,sepetleri, şelekleri oraya götürüyorlar; dönerken tuz, gaz… ne varsa  alıp geliyorlardı. Bir gün o da tutturdu. İlle oraya gideceğim, şeher ekmeğinin fırından çıkmışını ben de yiyeceğim, diye .

              O sabahın gün doğuşuna kadar gözü uyku tutmadı. Erken kalkıp yol hazırlığı yapanları, yorganın altından gizli gizli izledi. Kendisi çoktan hazırdı. Onlar yola koyulunca peşlerine düştü. Babası geri kovaladı. Olmadı. Amcası sahiplendi. Hadi sen de gel, dedi.

             Amcası bi hoş adamdı. Yeğeninin kolundan tuttu, kendine çekti. “ Bak “ dedi. Pazara gideceğiz. Sen şeher ekmeği isteyeceksin. Ama fırıncı herkese ekmek vermez. Bak, geçeceğimiz derenin kenarını iyi gözle. İyi bir kaylık taşı bul ve omuzla. O taşı fırının kapısına kadar götürecek, fırıncıya vereceksin. O zaman ekmeği hak etmiş olursun.”.

            Diğerlerine göz kırptı.

            Taşı fırının kapısına kadar götürdü. Amcası selam verip içeri girince kapıya önlüklü bir adam çıktı. Mustafa’yı yanına çağırdı. Taşı yan tarafa bırakmasını söyledi.

            Öyle yaptı.

            Sonra  çıkıp yan taraftaki çınarın dibine oturdu.

            Biraz sonra amcası elinde ikiş ekmekle göründü. Birini Mustafa’ya, diğerini ağbisine verdi. Fırıncı gönderdi, dedi.  Sevindi Mustafa. Buğuluyan, sıcak şeher ekmeğini kucakladı. Sarmaladı. Kokladı. Ucundan ısıra ısıra yemeğe başladı.

           Tadı damağında yayıldıkça kendinden geçiyordu.

            O günden sonra adı Taş Mustafa oldu.

             Sepet örmeyi öğrendi. Pazara götürdü. Hayvan alım satımı yaptı. Kepekli buğday ununu çuvala yükledi, kapış kapış satıldı.

            Askere gitti. Sınırlarda  soğukta, tehlikede nöbet tuttu. Mayına basan arkadaşlarının şehitliğini gördü. Günlerce yürüyüşlerden usanmadı. Tezkeresini alınca köyde onu davul- zurnayla karşıladılar. Yavuklusu uzaktan uzaktan el salladı. O da  halay çekerken, verdiği oyalı mendili çıkardı; salladı, salladı ..

           Babası  meydandaki taşın üstüne çıktı. Köylülerine seslendi:

           “ Oğlum bedelli askerlik yapmadı. Hem bizim köyden kimse bedelli askerlik yapmadı. Ben oğluma, kasabadaki Hikmet Ağa’nın oğlu gibi “ otuz binlik ”  dedirtmem “ dedi.

           Herkes alkışladı.

           Taş Mustafa  ertesi yıl İstanbul’a gitti. Köylüsü işe çağırmıştı. Kadıköy’de deniz kenarındaki büfede çaycı olarak işe başladı. İş sahibi ve aynı zamanda köylüsü onu “ Taş Mustafa “ diye çağırıyordu. “ Niye ? “ diye sorduklarında yukarıda okuduğunuz öyküyü anlatıyordu.

           Herkese.

           Tekrar tekrar.

           Taş Mustafa da “ otuz binlik” olmadığı için gerine gerine çayları masalara taşıyordu. Öyküsünün her anlatılışında daha gururla işine sahipleniyordu.

           Ben onu büfenin önündeki masada Kadıköy İskelesi’ne gelen yolcu vapurlarını izlerken tanıdım. Çayını tada tada içtim.

yildirim.gursel@gmail.com

      BÜYÜK HARFİN BAŞINA GELENLER

 

      Hani derler ya; başıma gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmedi. Son haftaların dikkat çeken olayından sonra (USLU) sözcüğünün yazılışı ve anlamı ya da anlamından doğan yazılış şekli kafamı alt üst etti. Çalmadık kapı, sormadık aklı eren bırakmadım. Baktım olacak gibi değil Türkçe Sözlüğe ve Dil Derneği’nin Yazım kılavuzuna başvurdum.

     USLU’yu yazarken baş harfini nasıl kullanmalıydım ?

     Yazım Kılavuzu diyorki;

a)     Tümcelerin ilk harfi her zaman büyük yazılır.

b)     Bütün özel adlar.

c)     Kurum ve kuruluşların adlarının her sözcüğü .

d)    Yapı,yapıt,ören adları .

e)     Kitap, dergi , yasa adları.Tarih yazılırken gün, ay adları.

f)      Yer,yöre adları.

g)     Devlet, ulus adları…gibi.

Harfin yazılışından hareket edersek :                                                                           1- (Uslu ) şeklinde yazarsam bir kişinin özel adını yazmış olurum. O kişi kim olursa olsun, önemli değil. Türkçe’ye saygımızdan bu kurala uymak zorundayım

2- (uslu ) şeklinde yazarsam, sözcüğün anlamına uygun şekilde hareket ederek hata yapmamış olurum.                                                                                                    Bu şekilde yazıldığında da iki anlam çıkıyor. Birisi “ Uslu otur” dediğimizdeki gibi “ Yaramazlık yapma “ anlamında oluyor. Diğeri “ Us= Akıl “ olduğundan “ Akıllı ol “ anlamı bize göz kırpıyor.

Şimdi …

          Biliyorsunuz, Büyük Millet Meclisi’nde soyadı USLU olan bir zat-ı muhterem, belki kendisinin demokrasi anlayışına uygun olarak, belki de soyadının anlamına ters gelecek şekilde davranışta bulundu. Uslu oturması gerekirken, kürsüdeki konuşmacıyı uslu olmayan şekilde iteledi.

Bu davranışı elbette tartışılır ve tartışılacak ta !

Acaba hareketini us’lu olarak görmek mümkün mü ?

Bağlı olduğu partisi de hiçolmaması gereken şekilde sahip çıktı ve

davranışını olumluladı. Acaba diyorum, bizim mi bir eksikliğimiz var ? Demokrasilerde kürsüye çıkmış hatibi iteleme,kakalama gibi davranışların olabileceğini biz mi akıl edemiyoruz ?

Hani seçimlerden sonra Meclisi tanımlarlar; Halkın meclisi diye. İktidar da

partisinin mensuplarından kararlarına uymasını bekler. Olmazsa trene bir daha binemezsiniz, diye kulaklarına  su kaçırır. O zaman seçilmiş milletvekillerimize bir görev düşer.

Uslu olmak !

O Meclisin kapısına da bir levha asmalı;

Uslu Olanların Meclisi, diye.

           Belki o levhadaki yazının baş harfleri küçük te yazılabilinir:

           “ uslu olanların meclisi “

           Sakın ha, yazım hatası yapıp “ us’lu olanların meclisi, diye yazıvermeyin. Başınıza uslu olmadığınızdan dolayı neler geliverir !

           Gördünüz mü büyük harfin başına gelenleri ! Siz siz olun, bundan sonra büyük harfi kullanırken 

         “uslu “

        “ Uslu “

        “ us’lu “    

 oluverin. Yoksa kendinizi harmanda itelenmiş bulursunuz.

 

 

 

 

 

 

 

 


     
GÖRECEĞİZ

       Gürsel Yıldırım

            Padişah Murad Hüdavendigar zamanında Konya ve Aydın’dan getirilmiş Oğuz Türkmenlerinin yerleştiği Manastır- Kocacık, atalarının Balkanlardaki yurduydu.

            Bilinen en uc dedesine Kırmızı Ahmet Hafız derlerdi.

            Babası Ali Rıza Efendi, O doğduğunda, 1877 Rus Savaşı’ndan kalan kılıcını başucuna astı.

            Okula ilk gittiğinde başında sırma işlemeli bir sarık, sırtında beyaz bir mintan vardı. Molla Kadın Mektebi’ne dualarla başladı.

            12 yaşında yetim kalınca dayısı kâhya Hüseyin Ağa’nın yanında, Selanik yakınlarındaki çiftlikte tarlalardaki kargaları kovalarken, Osmanlı İmparatorluğu’nun dört yanında çakallar, çaylaklar,çıyanlar hep birlikte devletin tarlalarına saldırıyordu.

            1894’te Selanik Askeri Rüştiyesi’ne kaydoldu. O’nun zeka ve bilgi birikimini fark eden öğretmen subaylar, okula üçüncü sınıftan başlattılar.

            1896’da Manastır Askeri İdadisi’ne girdi. Namık Kemal’in şiirleriyle tanıştı.

            1902’de 21 yaşında teğmen oldu.

            1903’te Harp Akademisi’ne girdikten sonra kafasında yeni düşünceler, siyasi fikirler gelişmeye başladı.

            1905’te 24 yaşında yüzbaşıydı. Şam’daki 5. Ordu’ya “..bir daha memleketlerine kolaylıkla dönmemeleri için …” sürgün edildi. Maaş alamayan, doyurulamayan, giydirilemeyen askerlerle Osmanlı ordusunun çürümüşlüğünü gördü.

            1906’da arkadaşlarıyla birlikte, padişaha karşı Vatan Cemiyeti’ni kurdu. Daha sonra gelişen ve genişleyen, vatansever subaylar arasında değer kazanan dernek, Vatan ve Hürriyet     Cemiyeti olarak Selanik’te çalışmaya başladı.

            1907’de Makedonya’daki 3. Ordu’ya atandı.

            23 Temmuz 1908’de Kanuni Esasinin ilanına katıldı. Ama bunun çare olmadığını “ Yeni idare şekli, köhnemiş bir imparatorluğun hasta gövdesi üzerinde değil, aksine Türk Milletinin yaşadığı topraklar üzerinde kurulmalıdır…” sözleriyle belirtti.

            31 Mart 1908 olayında 28 yaşındadır.

            27 Eylül 1911’de İtalyanlara karşı savaşmak için Trablusgarp’tadır. 30 yaşında Binbaşı’dır.

            Edirne’nin düşmesi,Selanik’in verilmesi karşısında şaşkındır.

            1913’deki 2.Balkan Harbi sıkıntılarını yaşar.

            1 Ağustos 1914 1.Dünya savaşı’na Almanya yanında savaşa katılmamızı kabul etmez.

            1915’te Çanakkale’dedir. Destanın büyük kahramanının yaşı 34’tür.

            1917’de Paşa olarak 36 yaşında 2.Ordu Komutanıdır.

            1918 Mondros Mütarekesi yüreğini yakan bir ateştir. İstanbul’da düşman gemilerini görünce haykırır: “ Geldikleri gibi giderler ! “.

            1919’da sisli,karanlık,teslim olmuş saltanat yönetimi karşısında “ Tek çare Anadolu’ya gitmektir ! “ der.

            Sonrası mı ?

            Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş günleri !

            Yaşadığı ihanetler !

            Tek dayanağı olan ulusuna güveni !

            Devrimler !

            Çağdaş Türkiye !

            Cumhuriyet !

            Bir 10 Kasım sabahı daha bunları düşündüm. O’na özenenleri; O’nun yaptıklarını inkar edenleri; O’nun kurduğu, başkanlık yaptığı Meclis’te, O’na  “diktatör,faşist” diyenleri ….

Yaşım yaşım ağlayan bulutları,sarı yapraklarını döken ağaçları, çırpınan denizi,dağları tepeleri, kıvrım kıvrım yolları ve uygarlığa açılan pencereleri !..

            Yine bir 10 Kasım sabahı, bu ulus, kendine ne demek istediğini, Nutuk’u bağıra bağıra okurken anlayacak; Kuruluş’un aydınlım üzerinde yürümeye başlayacaktır.

            Göreceğiz !..


ERDEM

         Karşıdaki ordu sınıra kadar geldi. Tankların ve askerlerin geçeceği öprünün malzemeleri ırmağın kenarına yığıldı. Çadırlar kuruldu. Askerler savaşa hazır; düşman komutanı karargahını denetliyor. Bu tarafta ise bir hareketlilik yok. Sadece askarlkiğini 20 ay yapmış Başkomutan ülkenin başkentinden bağırıyor.

-         İntikamımızı sonuna kadar alacağız.

         Düşman komutanı, subaylarına “ Bunların paşaları nerede? “ diye soruyor. Subaylar çoktan istihbaratlarını yapmış, “ Silivri’de komutanım “ diyorlar.

Komutan soruyor:

-         Silivri neresi ?

-         Bir tür hapishane, komutanım.

“ Öyleyse toplanın “ diyor düşman komutanı. “ Ben paşaları hapiste olan orduyla savaş etmem ! “.

       Meclis başkanı, milletvekillerinin önlerindeki düğmeye basarak işaret buyurmalarını istiyor. Sayım sonucu 550 bulunamıyor. “ Çağırın salondakileri “ diyor Başkan. Girenler oluyor. 423’e  ancak ulaşılıyor. Başkan oldukça kızgın. “ Yeni Anayasa oylamasında Meclis üyelerinin tamamının burada olmasını arzu ediyorum. Milletimiz de bizden bunu bekliyor. Oylama yapılıyor. 541’ de kalınıyor bu kez. Başkan soruyor:

-         Nerede bunlar ?

Divan kâtibi yanıtlıyor:

-         Galiba tutuklu milletvekilleri katılamadı, başkanım.

-         Neredse tutuklu bunlar ?

-         Silivri’de.

      “ Öyleyse “ diyor Meclis Başkanı “, “ Seçilen milletvekillerinin Meclis’te     olamadığı bir Meclis, ulusunu tam temsil edemez. Oylamanın tam sayı sağlandığında yapılmasını arzu ediyorum…”

        Yerinden kalkıyor, Başkanlık kürsüsünü yorgun ve düşünceli adımlarla terk ediyor.

   ...

          TV’de Şampiyonlar Ligi maçı var. Kentin takımının başkanı günler öncesi    seyircinin katılımının azlığından rahatsız. 20 milyona yakın sevdalısı olan diğer bir takımın üyeleri ise ülke çapında ilgisiz. Hatta rakip Avrupa takımının destekleyicisi durumunda. Kentin takımı ligi ikinci bitirmiş ama birileri kolundan tutmuş Şampiyonlar Ligi’ne göndermiş onları. Seni şampiyon ilan ettik, demişler. Fakat şampiyonluk kupaları ellerinde değil. Yani paşa olmuşlar ama apoletleri omuzlarında yok. Hiç kimse apoletimiz, kupamız nerede diye soramıyor. Kupasız takımın başkanı ne yapacağını şaşırmış. Teknik Direktörünün ağzı düğmelenmiş…

Bu üç olay nerede mi gerçekleşti ?

        Arkadaşlarla “ Erdem “ üzerine tartışıyor, yaşanılanlardan örnekler veriyorduk. Gece rüyama da girdi bu tartışma. Sonra tiyatro oyunu şeklinde tan ağarmasına kadar üç perdelik oyun halinde sürdü. Dekor olarak 4000 yıllık bir coğrafyanın doğa,tarih,sosyal yaşam, savaş,kıyım,barış, inanç, kucaklama, ihanet, türkü … görüntüleri vardı.

O ülkeyi siz tanıyor musunuz ?

 

NEDİR SENDEN ÇEKTİĞİMİZ

 

          Adamın biri, Cumhuriyet’in gayrimüslimleri, Kürtleri, Alevileri, Köylüleri, dindar insanları ötekileştirdiğini yumurtlamış. Cumhuriyetten önce bu insanlar Osmanlının yanında özgür, eşit ve dostça yaşıyorlarmış. Alt kimlikler unutulmuş. Osmanlının tüm kimlikleri kucaklayan yapısı yerine ulusçu anlayış getirilerek tek millet oluşturulmaya çalışılmış. Lozan tarihin en büyük toprak kaybına neden olmuş. Sözde ortaya konan çarpık tarihle geçmiş unutturulmaya çalışılıyormuş. Ne din kalmış ne dil. Nesiller birbirini anlayamaz olmuş. Laiklik denen illetle dini öğretim yok edilmiş. Herkes kendi inanç çerçevesinde ibadetini yapma hakkı yoluyla camiler terk edilmiş. Kuran kursları kapatılmış. Sarıklı hocalar yerine okuldan yetişmiş güya din yobazları kanalıyla Kuran anlaşılamaz, herkesin istediği yoruma açık hale getirilmiş. Yetmemiş okullardan zorunlu din dersleri kaldırılmış.

           Vay bunları yapan sensin he mi Cumhuriyet !

           Bir Anayasa tutturmuşlar. Vatandaşlık denecek ortak bir kavram, yurt bütünlüğü, insan hakları, kadınların hakları, çocukların hakları, işçi hakkı,grev, toplu sözleşme  filan filan ! Yahu ortada bir şeriat varken senin arattığın nedir ? Bizi elin gavuruna esir ettin; yetmedi gurbet ellerde perişan eyledin. Neyine yetmiyordu bu milletin bir avuç arpası buğdayı ? Şükürler edip yatıp uyuması.

          Vay bunları yapan sensin he mi Cumhuriyet !

          29 Ekim 1923 ‘ ten sonra arkası kesilmez şekilde gelen devrimleriyle toplumu helak edivermişsin. Fese karışmış, ezana karışmış, kıyafete karışmış,alfabeye karışmış, evliliğe karışmış, güya bizi ortaçağdan kurtarmaya çalışmışsın. Bizi ilim ve irfan sahibi yapmaya and içmişsin.

           Vay bunları  yapan sensin he mi Cumhuriyet !

           Alacağın olsun. Bunu yanına komayız. Altını oyar, yavaş yavaş yaptıklarını yıkar, o beklediğimiz düzene elbette kavuşuruz bir gün. Halkıyla el ele tutuşup çağdaşlığa doğru yürüyen liderinin önüne geçer, karanlık bir bulut gibi çökeriz elbet tepene. Bak ABD’li Obama ne diyor;” … Türkiye farklı bir gelecek benimsedi. Kendisini yabancı kontrolden uzaklaştırdı. Bir Cumhuriyet kurdu. Bu Cumhuriyet  hem ABD’nin hem de diğer dünya ülkelerinin saygısını kazandı.”

         ….

         Bu karanlık sesi duyunca bağırıyorum.

         Bağırıyorum ve çağırıyorum.

         Ey kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyet ! Sesimi duyuyor musun ?

 

AKINTIYA KÜREK ÇEKMEK

 

        Bir Bektaşi ile yan yana oturdukları komşusu iyi anlaşırlar ve pek sevişirlermiş. İkisi de uzun yaşamış ve sonuçta dünyayı terk etmişler. Nekir melekleri gelmiş, hesaplarını görmüş ve komşu cennete, Bektaşi cehenneme yollanmış. Aradan yüzyıllar geçmiş … Bir gün görevli olarak gittikleri toplantıda karşılaşmışlar. Birbirlerine durumlarını sormuşlar. Bektaşi “ Bizim orası hem çok kalabalık, hem de yapılacak iş çok değil. İşimiz iki saatte bitiyor. Ondan sonra yan gelip yatıyoruz.” Diye açıklamış. Komşu ise şaşkın. “ Yapma yahu ! Bizim orası pek tenha. İşim de bitmek bilmiyor. Sabah kalkıyor önce güneşi uyandırıyorum, sonra yıldızları parlatıyorum. Devamında yağmur bulutlarıyla ilgileniyorum…” Bektaşi  neden bu kadar iş düştüğünü sorunca, adamcağız yakınmalı sesle bağırmış ; “ Adam yok, adam ..!

          Bir Bektaşi babası kendine göre yaşayıp gidiyormuş. Yaptıklarını da inancı belleyip günlerini geçiriyormuş. Elbette sürekli içmekten  vaz geçtiği, hatta sevap-günah diye hesap yaptığı da yokmuş. Ancak arada bir “ Affet beni Allah’ım “ diye niyazlanıyormuş. Bir gün yine “ Affet beni Allah’ım “  diye söylenince, yanından geçen komşusu, “ Bre melun ! Allah hangi suçunu affetsin ki  yalvarıyorsun ? “ diye karşı gelmiş. Bektaşi babası adamı yanına çağırıp açıklama yapmış ; “ Allah’ın işine karışmak haddimize değil. Allah affedicidir, kusurlarımızı affeder. O Allah’tır. Sana ne ?...”

         Bektaşi sofrasına haddini bilmez biri düşmüş. Biraz demlenince başlamış hayat felsefesine. “ Ben yaşamın nasıl bir şey olduğunu kuru soğanı yerken anlıyorum. Soğanı bıçakla kesmek adaba uymaz. Yumruğu vurup soğanın başını dağıtmak gerekir. Yedikçe acısı artar ve adamı ağlatmaya başlar. Yaşanan zaman daöyledir; zaman küçüldükçe adamı daha da çok düşündürür …” Masada oturanlardan biri adama dönüp “ Sen soğan doğramaktan başka bir nedenle ağladın mı ? “ . Adam yanıtlamış ; “ Ben kendime hakim olan bir kişiyim. Hiç ağlamam ! “. Soru soran ; “ Sen asıl buna ağlamalısın ! “ diye uyarıvermiş.

           Kişinin ne zaman ağlayacağını bilmesi önemlidir. Ağlamak ta elbette insan yaratılışının bir özelliğidir. Soğan soyanın ağlamasıyla çevresinde olup bitene insanca duygu içinde bakanın ağlaması farklıdır muhakkak. Bunun ayırdına varmak ta önemlidir. Erdemliliktir.

           Ha ! Bunları bilmek, öğrenmek gerekir. Öğrenmek için bir çaba gereklidir. Aslında öğrenmek, akıntıya kürek çekmek gibidir. Bırakıldığı anda geriye sürüklenirsiniz. Bir politikacı ; “ Önceleri çok şey bilmiyordum. Dolayısıyla korkmuyordum . Şimdi çok şey öğrendim, çok korkuyorum “ demiş.

          Bizim halkımız ve özellikle politikacılarımız öğrenmekten uzak duruyorlar. Acaba ,öğrenince korku yüreklerimizi sarar diye korkuyorlar mı ?

VUVUZELA

 

         Bu aleti hepimiz biliyoruz. Dünya Futbol Şampiyonası’nda Güney Afrika yerlileri öttürdü ve dünya tanıdı. Pek sevilen bir ses değildi. Hele ötüp zoraki dinlenince bıktık.

         Bizim zurnaya benziyor ama sesi o kadar hoş değil. Zurnayı öttürmekte zor elbette, ustalık ister. Vuvuzelayı ağzınıza alıp üfleyice biraz tuhaf ses çıkıyor. Zurnada ise ses çıkarmak için sadece üflemek yetmez, son deliğini bulup parmağınızla ritim tutmak gerekiyor. Yoksa olmaz.

         Hani ne demişler; Zurnanın son deliği misin, diye.

         ABD Başkanı Obama oraya gidince bizimkilere bir heves geldi. O giderse biz de gideriz, diye tutturdular ve gittiler. Hem de iyi ettiler. Böylece ABD’nin ne denli dümen suyunda gittiğimizi ispatlamış olduk.

         O üfle (ye) memiştir. Her ne kadar zenci kökenliler bu konuda başarılı da olsalar, Obama koskoca başkan, uzatılanı hemen üfleyecek değil ya ! Bizimki de ona özenmiş. Uzatılan vuvuzelayı üflememiş. Vekâlet verip Bakanına uzattırmış. O da, derin bir soluk alıp üflemiş.

         Bir ses çıkmış alkışlar arasında ama nasıl bir ses ! Diyorlarki bazı sesler de karışıklığa gelmiş, duyulamamış. Ya da anlaşılamamış. Öyle ya, bakan üfleyince alkışlar arasına her türlü ses duyulamazki.

         Olsun, üflendi ya !

         O üfürük sesini dünyaya duyurduk ya !

         Sonra sesin arkasından kükredik. Sesimiz Libya’yı, Mısır’ı aşıp Suriye’ye uzandı. Demokrasi, dedik. Halkına baskı yapma , dedik. Özgürlük , dedik. O sırada aklımız vuvuzelada olduğu tutuklu gazeteciler aklımıza gel (e) medi. Halkın seçip Meclis’e gönderdiği Balbay, Haberal ve diğer tutuklu milletvekilleri gel (e) medi .

         Olsun, biz üfledik ya !

       Sadece doğu tarafımızdan inlemeli bir ses geldi. Kendine güveniyorsan bizim zurnayı üfle, diye. Aslında iktidarımız zurnayı öttürmek için çaba gösteriyor da, üfleyince nasıl bir ses çıkacağından endişeli. Muhalefet ise yan gelmiş bekliyor. Onlar bir üflesinler de biz ona göre üfleriz, diye. Öyle ya, önce bakacaklar; iktidarın üflemesini halk beğenmedi. Hemen eleştirecekler ve kendileri üfleyecek.

         Püff !

         Aslında kimsenin ne vuvezelayı, ne zurnayı tanıdığı yok. Tanımadığın şeyi nasıl öttüreceksin ?

        Onun için üfleyince garip sesler çıkıyor.

        Halkımız da o garip sesleri duyup birbirine bakıyor. Yahu, diyorlar. Biz çalsak daha iyi öttürürüz.


    
YUH OLSUN

 

    Sılaya varınca önce büyüklerin elleri öpülür. Sevinirler. Gönenirler.

    Bu kez öyle olmadı. Doğru köyün mezarlığına gittim. Bayrağımız kapı girişinden görünüyordu. Köyümüzün şehit mezarının başucunda gururla ve belki de hüzünle dalgalanıyordu. Bir başka bayrak ise köyümüzün kalesinde upuzun direğinin üstünde şerefle dalgalanıyordu. Köylüler, o toprağın bağrında yaşayanlar, o topraklarla gurur duyanlar dikmişti o bayrağı. Her ikisinin gölgesinde oturduk. Dualarımızı ettik. Yiğidimizin anılarını yaşattık.

     O şehidin kızı yıllar önce bir düzenlemede Türkiye Güzeli olmuştu. Babası her yıl gönlümüzün güzelidir.

     Ülkemizde nice köyün, nice kentin mezarlıklarında bayraklar dalgalanır. O bayraklar o yörenin, vatana sahip çıkma duygusunun haykırışıdır. Gökyüzüne seslenişinin işaretidir. Annenin, babanın, eşin ve çocuklarının, köyün, tüm halkın ve ulusun hıçkırıklı duruşunun mihenk taşıdır.

    Sabrının ölçümüdür.

    Ey halkım; şimdi koşma vakti gelmiştir. O şehidin mezarındaki bayrağı alıp dağ dağ, ırmak ırmak koşma vaktidir. Bu kana susamışlara yumruğu sallamanın vaktidir. Vatanın bölünmezliğini anlamayanlara dersini iyi okutmanın vaktidir…

    Önce Ankara’ya bir selam göndermek gerek. Koltuklarında rahat oturuyorlarsa selamı da geri alıp cepheye yönelmek gerek. Cephe “ Sathı Vatan” dır. O vatanın insanlarına seslenmek gerek. Oyuna gelmeyelim. O oyun ki yıllar önce M.Kemal’in önderliğinde Kurtuluş’la bozuldu. O oyun ki o bozulmanın hıncı için yeniden yöneldi bize. Farkına varalım.

     Tek Türkiye var; bunu unutmayalım.

     Tek bayrak, tek Türkçe ve tek Cumhuriyet var; asla aklımızdan çıkarmayalım.

     Ne öğretmen kaçırma, ne askeri şehit etme, polise saldırı, yağma, yıkma … bunlarla bir yerlere varılamayacağını anlatalım. Anlayalım. Birlikte yaşamanın ön koşulu olan “Yaşam hakkına saygı” yı unutmayalım. Sorunlarımızın konuşarak, tartışarak çözme yollarını görelim. Siyasi yaşamın bunun için gerekli olduğunu bilelim.

    Yapılanlara “ Yuh ! ” demek yetmez elbette.

     Ama ülkemi seviyorum. Ülkemde barış içinde yaşamak istiyorum. Ülkemin insanlarının mutlu olmasını, toplumun refah içinde yaşamasını istiyorum. Elimi aklı şaşmışlara tekrar tekrar uzatıyorum.

          Köyüme gittiğimde mezarlığı gezerken öc içinde değil, orada yatanların huzurunu duyumsayarak yaşamak istiyorum.

 

     GÖVDE BİZİM

              Köylerden uçtuk kentlere.

            Kuş uçar konar da acaba biz konduk mu ?

            Onlar konduklarında yuvalarını yaparlar. Yavrularını doğururlar. O dönemi o yuvada geçirirler. Sonra yine o mevsim gelene kadar göçerler. Bizim göçümüz ne zamana dek sürecek ? Hep göçecek miyiz ?

            Kırlar, bozkırlar ıraklaştı bizden ya da biz ıraklaştık oralardan. Gittik, kentlere konduk. Apartmanlara konduk. Asansörle çıkmaya başladık dairelerimize. Ama ayakkabımızın topuğuna basmaktan vazgeçmedik. Zile basmak yerine ayağımızın ucuyla vurduk kapımızı. Sigaramız elimizden düşmedi.

            Arabamız oldu. Kornasına doyasıya bastık. İzmaritlerimizi, burnumuzu sildiğimiz kâğıt mendili sokağa fırlattık. Paspasımızın çöpünü park yerine boca ettik.

            Belki inanmayacaksınız; ev sahibim kente yaptığı dört katlı apartmanının çatısına ineğini çıkardı. Orada beslemeye başladı. Gün geldi, yaylaya çıkarken, ineğiyle merdivenleri yularından çeke çeke indi. O mu öndeydi, yoksa inek mi; kestiremedim !

            Kapı önlerinde birikerek sohbetlerimize devam ettik. Yorgan-yatak yünlerimizi  sitemizin giriş betonunda suları şaldır şaldır dökerek yumduk.  Güneşlettik . Komşuları çağırdık, bir güzel diktik.

            Hoşumuza giden türküleri komşumuz da dinlesin diye sonuna kadar çığırttık. TV’ lerimiz yüreğimizin sesi oldu, istediğimiz kadar açtık.

            Hastane  sırası, dolmuş sırası, kasa sırası mı bilemedik. Koştuk en öne. Açıkgözlük yaptık.

            Yani, o doğacı alışkanlıklarımızı, o kendimize özgü kır yaşantılarımızı kente taşıdık.

            Kat kat apartmanların yükseldiği, türlü türlü taşıtların boy gösterdiği, geniş caddelerinde sallana sallana yürüdüğümüz kentlere taşıdık.

            Hani o bizim olan kentlerimize !

            Hani o kendi disiplinini içinde taşıyan ama uymamakta direndiğimiz kentlere.

            Hani gövdemizin orada olduğu ama aklımızın orada olamadığı kentlere.

            Keçi gibiyiz galiba.

            Belki de koyun gibi.

            Kedi gibi uysal ya da köpek gibi sadık !

            Kullanım süresi çoktan geçmiş otomuzla öndekini geçmek için zorladığımızda, belki keçi gibiyiz. Çalıştığımız yerde sosyal haklarımızı aramakta koyun gibi, seçim sürecinde kedi gibi, dünyayı yorumlamada ….  Gibi !

            Toplumun ortak aklını kullanmaktan çok uzağız.

            Evrensel kapitalizm kendini var etmenin ve gücünü sürdürmenin yollarını biliyor. Gelişmemiş ülkeleri de kendi bataklığında bocalamasını sağlıyor. Toplum uyandığında ortak aklı elbette fark edecek. Bunun yolu da eğitim, eğitim, eğitimdir.

            Ama bunu anlayana !


ALTIN BİR KUPADA TAŞIYORUM GÜNEŞİ

 

         AYI İSE GÜMÜŞTEN BİR TORBADA

 

       

        2009

        2010

        Rakamlar değişiyor. Sayılar kendine özgü bir şekil alıyor.

        İnsanoğlu zamanı kendine göre sınırlandırmak için sayıları kullanıyor. Halbuki zaman,  başlangıcı ve sonu belli olmayan bir süreç. Yıl, ay, gün, saat … bu sürecin insan tarafından belirlenmiş etapları.

        Niye koyarız bu etapları ? Yaşamımızı zamanın kalıplarına niye sokarız ?

        Çünkü ölçütlerimiz vardır bizim. Geçmişin deneyimlerinden gelen ve geleceğimize yön veren bu ölçütler, kişinin değerinin göstergesidir. Zamanın sınırlandırılması, aslında insanın var olma değerinin ortaya konulmasıdır.

         “Ben değerliyim.”

         Niye ?

         Önce “insan” olduğum için.

         Sonra zamanın bu ölçütlerinde şu, şu işleri yaptığım için.

         “Yaptıklarımla onur duyuyorum.”

         Zaten sorun da bu. Kişinin yaptıklarıyla onur duyması. Bir tür kendisiyle hesaplaşması.

         Zaman zaman yapmalıyız bunu.

         İşte yılbaşı günü. Geride bıraktığımız yıllar. Önümüze serili yeni bir zaman parçası.Neyi, eksik bıraktık ya da neyi gelecek bu güne aktardık ? İnsanın kendisiyle hesaplaşması kolay bir şey değildir elbet. Daha çok esrik bir kafayla ve iyi bir dost bulmuşsak yapabiliriz bunu.

          Gelin değiştirelim bu alışkanlığımızı ve kendimize sığınarak adımlarımızı atalım.

          Gecenin geç bir vaktinde, ne kadar sorunumuz varsa o kadar taşı elimize doldurarak sahile koşalım. Gümüşi parıltılarıyla bizi kucaklamaya çağıran denize fırlatalım taşları. Her birini fırlattıkça yükümüzün azaldığını duyumsayalım.

           Örneğin, gökyüzünde bir yıldız belleyelim. O yıldız sizin yıldızınız olsun. Bir saat sonra o yıldızı yeniden gözlemleyelim. Yerinde duruyor mu ? Ona sığınalım ve dertlerimizi, umudumuzu, arzularımızı, isteklerimizi ona söyleyelim. Gökyüzü çok derindir. Sesimizi duyar ve bize işaretler verir.

           Çocuklarımızla ya da eşimizle bir türkü söyleyelim. Sesinizin fa majör tonunda çıkması önemli değil, Yeterki beraberliği yaşayalım. Bir umuttur seslerin kaynaşması.Sabahleyin sadece horozlar ötmüyorki; sabahın er vaktinde bülbüllerin, sığırcık kuşlarının seslerini dinlediniz mi?

            Bu sabah eşinizin elini avuçlarınız arasına alıp el içini, en içten ve isteyerek öpünüz.

Onun size hayran bakışlarına “Bana emek veren ey kadın ..” diyerek sesleniniz.

            Neyiniz eksilir ?

            2010 umutlarınızın ışığı olsun.

            Bu ışığı yüreğinizde duyumsayarak şairin dizelerini yeniden okuyunuz.

          “Yere serilinceye kadar

            Altın bir kupada taşıyorum güneşi

            Ayı ise gümüşten bir kupada”

            Nice yıllara.

 

 

SAYIN EROL

 

            Gönderdiğim yazıları, sorumluluk bende de olsa, okuma hakkın var. Elbette okuduktan sonra gazetenin oto sansürüne takılabilir. Ne var ki ben böyle yazıyorum. Duyduğuma göre bazı dostlarımıza yazılarım hakkında  serzenişte bulunmuşsun. “ Keşke böyle yazmasa” gibi laf etmişsin. Bu  kadarla kalsa iyi. Bak neler demişsin.

          Libya hakkında yazmasaymışım. Hükümet her ne kadar önce Kaddafi’ye, sonra birleşik güçlere sahip çıkıp hata etse de, Nato gücü altında gemiler gönderse de önemli değilmiş. Sonunda Ankara elçiliğinde yeni Libya bayrağı dalgalanmış. Onlar bize “ ağabey” gözüyle bakıyorlarmış. Sahip çıkarsak yatırım payımız, petrol payımız artabilirmiş.

           Mısır’daki Hürriyet meydanı yeni bir rüzgar oluşturmuş. Bize her daim karşı çıkan o eski lider şimdi kafeste ifadeye geliyormuş. Tarihte buna benzer olayı biz de yaşamışmışız. Halkını dinlemeyen liderlerin sonu bu olurmuş. Hükümetimiz bu konuda uyarısını yapmış ama dinleyen olmamış.

          Suriye’ye gelince; başkalarının kışkırtmasına ayak uyduran halka sahip çıkmak pek doğru görünmüyor gibiyse de Sam amca bir rota çizince ona uymak zorunda kalındığını kalın kalın çizgilerle anlatmışım.

          Irak’ın bombalanmasına karşı çıkan üslupta yazılar yazıyormuşum. Daha dün, yani yıllar önce yakıp yıkılan, yağmalanan Müslüman Irak halkı kendi yönetimini kurma becerisini gösteremeyince bizim sınıra doğru yığılmalar başlamış. Ayrılıkçı hareket orada yoğunlaşmış. Hükümet ne yapsın, değil mi? Öyle diyor muşsun.

         Belik sırada İran var, Yemen var …

         Oraları da kurcalayan yazılar yazmamalıymışım.

         Olur.

         Peki; ülkem hakkında yazsam, yayımlar mısın ?

         Örneğin; basına yapılan baskıyı, uzun tutukluluk sürelerini, milletvekili olup ta olamayanları, basılmamış kitapların yayımlanmamasını, telefonların dinleniyor oluşunu, üniversite öğrencilerinin haykırışlarını, Hopa’daki uygulamayı, çocuk pazarlarını, üç çocuk doğur(a) mayan kadınlara yapılan işkenceleri … yazsam, ne dersin ?

         Bilirsin ki her yazarın bir Nuriye  yiyişi vardır. Ben tatlının böylesini seviyorum.

         Sen  dondurmalı kadayıf isteyebilirsin.

         İyisi mi, gel Tuncer’i de yanımıza alalım. Çambaşı yolunda delibal yiyelim. Ya senin dediğin olur, ya benimki. Sakın ha yumurta getirme. Bilirsin, yumurta yüzünden çocukların başına neler geldi. Bal bizi tutarsa Giligili de soğuk su içeriz.

         Zaten bu yazıyı okuduktan sonra soğuk su içmek en iyisi.

       Hem bayramı da kutlamış oluruz.

 

 

 

 

 

 

 

EYVAH YAĞMUR !

        Karadeniz bu.

        Yüksek bir tepeden denize doğru baktığınızda, denizin üstü pır pır ediyor, renkler yeşilden, açık maviden, kirli kiremitten koyu maviye doğru gidiyorsa, bilinki yağmur gelecektir. O zaman Boztepe’ye  bakmak gerekir. Başı dumanlanmış, koyu bulutlar şaha kalkmış, karanlık kentin üzerine doğru çökmeye başlamışsa damlaları artık hissedebilirsiniz.

        Çamaşırlarınızı toplayın, pencerelerinizi kapatın…

        Ama bu kez böyle olmadı. Bardaktan boşanırcasına değil de kazanlar dolusu sular, saatlerce gökyüzünden aktı durdu. Dereler taştı. Alt katları çamurlu sular doldurdu. Cadde ve sokaklardan geçilmez oldu. Sel suları arabaların boyunu aştı…

        Bir felaket yaşadı Ordu.

        Yaşlılar anımsar elbette; bu tür felaketleri özellikle sahil kentleri zaman zaman yaşamıştır. Ordu da yaşadı. Ama ders alınmadı, anılamadı.

        Hep suçluyu ötekinde aradık.

        Örneğin, Belediye’yi suçladık. Valiliğe kızdık, söylendik.

        Hiç kendimize bakıp, benim de suçum var mı acaba ! diye söylendik mi ?

        Secdeye vardığımızda; Ey Allah’ım, bu nedir, hangi günahı işledik ? diye sorduğunuzda, başımızı öne eğip günahın nerede işlenmiş olduğunu düşündük mü ?

       Elbette hayır !

       Çünkü suçlu ya da günah veya sorumluluk duygusu bizden ötededir hep. Alışmışız başkalarını suçlamaya. Tenekeleri, beyaz eşya ve ev artıklarını dere yataklarına kaldırıp attığımızda; dolu naylon poşetleri sınırımızdan öteye fırlattığımızda; bahçeleri temizledikten sonra artıkları değerlendirme yerine bir köşeye yığdığımızda; çöplerimizin bizim çöplerimiz olduğunu görmediğimizde ya da anlayamadığımızda; evlerimizi şehir planlaması dışında kat kat yükseltme eyyamcılığına düştüğümüzde ve bunun için oy kullanma seçeneğimizi rüşvet olarak  öne çıkardığımızda; kentleşmenin ne demek olduğunu bilmeden akın akın gelerek köyleştirme yaptığımızda …

      Ve .. ve .. ve !..

      Sonra “ Eyvah yağmur ! “ telaşı kaplar yüreğimizi.

      Ne olur, azıcık düşünelim yaşadığımız yeri. O yerin doğasına sahip çıkalım. O yerin bizim ortak yaşam alanı olduğumuzu bilelim.

      Pencerenin önünde sigarayı tüttürmek kolay da,  sigaranın dumanının nereye doğru savrulduğunu hesap etmek, külünün nereye döküleceğini düşünmek biraz akıl, biraz vicdan, biraz öngörü ister. Felaket önce kendi ayağımızın bastığı yerde başlar. Felaket önce kendi vicdanımızın köreldiği anda ortaya çıkar. Felaket öngörüsüz insanların yaşadığı toplumlarda kendini gösterir.

       Yaşanan doğal bir yıkım, felaket değil, akılsız başa basit bir doğa anımsatmasıdır.


OSMANLI  HANEDANININ  YAPISI

 

      Bazen elimdeki belgelere bakınca ilginç bilgilerle karşılaşıyorum. O bilgiler beni farklı düşüncelere alıp götürüyor. Tarihi doğru okuma konusunda kendimi zorluyorum. Zaten “ Faldaca” adlı köy kitabımı yazarken öyle yerlere, öyle kitaplara, öyle belgelere ulaştım ki bildiklerimin ne kadar yanlış olduğunu üzüntüyle fark ettim. Şimdi de “ Osmanlı Hanedanının Yapısı/Alderson” un kitabını okuyunca sizlerle paylaşmak gereğini duydum.

      17.yüzyıldan beri şehzadeliklerini uzun yıllar kafes hapsinde geçirdikten sonra tahta çıkma şansı yakalayan padişahların sonuncusu Abdülmecid’in babası II. Mahmud’ tur. Astığı astık kestiği kestik, fevri, acımasız ama yenilik yanlısı, ancak kadın ve içki müptelası bir padişahtır. 11 kadını, 9 ikbal hanımı,bir düzine gözdesi varmış.18 şehzadesinin 16’sı ve 17 kızından 13’ü babalarının sağlığında ölmüşler. Yani anlayacağınız II. Mahmud 55 kişilik bir aileye reislik etmiş. Yaşayan iki şehzadenin adları Abdülmecid ve Abdülaziz’dir.

     Şehzade  Abdülmecid babasının öldüğü sabah (1 Temmuz 1839) tahta çıkıyor. 22 yıllık saltanattan sonra 38 yaşında ölüyor. Sakin, sağ duyulu,yenilik taraftarı bir kişiliğe sahipti. Onun zamanında Tanzimat-ı Hayriye Fermanı ve Islahat Fermanı ilan edildi. İlk nüfus sayımı onun zamanında yapıldı. Padişahların en müşfik ve merhametlisi olarak bilinir. Ne varki o da babası gibi kadın ve içki sevdalısı idi. Ölümü de bu sevdaya bağlı veremden olmuştur. Abdülmecid’in 26 eşi, 19 şehzadesi, 22 kızı, kendisi ve annesi olarak 69 kişiden oluşan ailesi vardı. 26 eşi; biri nikahlı 12 kadınefendisi,10 ikbal hatunu, 4 gözdesi şeklinde oluşuyordu. Ancak bu eşler 22 yıllık zaman içinde eşlik görevlerinde bulunmuşlar ve çoğu veremden ölmüş. 19 şehzadesinin 8 tanesi yetişkinlik çağına ulaşmış, diğerleri ise çocuk yaşlarda ölmüş.

      Abdülmecid’in anadan üvey kardeşi  Abdülaziz, annesi Bezmialem Valide Sultan tarafından, sarayın geleceği düşünülerek  Çerkes ve Gürcü cariyelerin koynuna atılmış, art arda şehzadeler, sultanefendiler doğmaya başlamıştır. Bu hareket Abdülaziz’in ölümüne kadar sürmüş, ancak çoğu, verem ve çocuk hastalıklarından ölmüştür. Sağ kalan dört şehzade 1922 yılına kadar padişahlık iktidarını sürdürmüşlerdir.

      Şimdi “ Cumhuriyeti bırak, Osmanlıya bak” diye şak şak dalkavukluğu yapanları  anlamaya çalışalım. Hepimizi sarmış gibi görünen bu sevdanın bizi nerelere götüreceğini düşünelim.

     Arap Baharı yaşayan Arap devletlerinin “ Osmanlılar geliyor” diye bizi nasıl karşılayacaklarını hesap edelim.

     Osmanlıcıların aklının gerisinde ne olacağını da kestirmeye çalışalım.

     Sonrası mı ?

     Biz ulus olarak göbeğimizi kaşımaktan, akılımızı karıştırmaktan ne zaman kurtulacaksak, o zaman sonrasını da düşünürüz.

      Değil mi efendim !

yildirim.gursel@gmail.com

04 Ağustos 2011/İstanbul


           
BİR ÖYKÜ VE SONRASI

 

 

         Eski zaman hükümdarlarından birisi kılık değiştirerek yurdu içerisinde bir inceleme gezisi yaparken okuldan eve dönen bir öğrenciye rastlar ve onunla şöyle bir konuşuğa tutuşurlar:

-         Oğlum, adın ne ?

-         Hasan Hüseyin.

-         Kimin oğlusun ?

-         Demirci Bektaş ustanın.

-         Nereden geliyorsun ?

-         Okumadan.

-         Dersin neresi ?

-         Vedduha …

-         Aç bakayım kitabını.

          Çocuk kitabını açtığı zaman dersinin “ Abese ..” konusu olduğunu işaretli kâğıdından anlar ve çocuğa:

-         Oğlum dersin “ Abese ..” olduğu halde niçin “ Vedduha “ dedin ?

Çocuk ta:

-         Dervişim, abes söz olmasın diye söyledim.

Bu hazırcevaplılık hükümdarın hoşuna gider, çocuğa bir avuç altın ihsan eyler. Çocuk buna karşı:

-         Biz sadaka dilenmiyoruz derviş baba.

Hükümdar çocuğun kulağına eğilir:

-         Ben padişahım. Bunu sana ihsan ediyorum.

Bu söze karşılık çocuk şu sözde bulunur:

-         Padişahların ihsanı böyle sadaka şeklinde olmaz ! Vurduğunu öldürür, yedirdiğini doyurur.

Bu sözden daha çok hoşlanan hükümdar çocuğun çantasını altınla

 doldurarak evine yolcu eder.

 

Bu öyküyü öğretmen Hasan Tahsin OKUTAN’ın “ Ş.Karahisar ve Civarı/

1949 “ adlı kitabından aldım. Niye yazdığımı beni izleyen değerli okuyucularım elbette fark etmiştir. Ortada bir padişah vardır ve ihsan sahibidir. Çocuk ise halktan bir kimsedir ve  “ akıllı, zeki, padişahına bağlı” olduğundan ihsana layıktır.

         Aslında öykünün devamı var. Hükümdar çocuğun babasını çağırır ve ona da sorular sorar. Baba da çocuğu gibi “ akıllı, zeki , padişahına bağlı “ olduğundan ihsana layık görülür.

         Geçenlerde yapılan Türkiye Değerleri Araştırması’ndaki çarpıcı ve o derecede kuşku verici sonuçları görünce geriye doğru gittim. Hemen bu öykü geldi aklıma. Kulluk ve ihsan sahibi olmak anlayışı yıllardır nasıl da işlenmiş kanımıza. Dadaloğlu’yla Hükümdar arasında gidip geliyoruz. Son yıllarda ise Dadaloğlu olmayı terk ederek Hükümdara, iktidar sahibi olana yanaşmayı, kulluk etmeyi tercih eder olduk.

         Onlar da “ Biz “ yerine “ Ben” diyor.

         Ülkemin kullarına, ihsana layık olmayı düşünenlere hayırlı olsun !

Yildirim.gursel@gmail.com

İstanbul/29 Temmuz 2011


      
ON ÜÇ ŞEHİT

 

            Dağlarda şehit oldular. Atalarının kendilerine emanet ettiği, VATAN denen bütünün kapsadığı dağlarda.

            Dağların ormanları,koyakları, dereleri, yemyeşil çayırları vardı.

            Ormanın içinde ağacın gölgesine yaslanmış, günün yorgunluğunu içine çekecekleri iki nefes atacaklardı.

            Ezilmesini bile istemedikleri otların üstüne şöylesine uzanmışlardı. Mataralarında ki suyu yudumluyup sılayı gözlerinin önüne getireceklerdi. Yükleri sırtlarında, silahları yanıbaşındaydı., Kahpe kurşunun nereden, nasıl geleceği belli olmazdı. Bu dağlar kendi köylerinde de vardı. Dağın tepesindeki gözeden çıkıp nazlı nazlı akardı. İnekler, koyunlar sularından içerdi. Çayırları yemyeşil yapardı bu sular. Ala balıkları, dere sazanları oynaşıp dururdu.

            Çiçekler ah, hele ah o çiçekler yok mu ?

            Tutiyalar, kündügüzelleri, papatyalar, gelincikler… daha niceleri.

            Ha oradakiler, ha buradakiler. Hepsi güzeldi. Hepsi özgündü bu vatanın çiçekleri. Hepsi yiğitleri bağrında saklardı bu dağların. Bu derelerin hepsi gönülleri serinletirdi.

            Onları, hepsini korumak için bu dağdaydılar.

            Bu vatanının dağlarında , bu vatanın evlatları olarak.

            Korumak istedikleri dağlarda şehit oldular. O dağların koyakları, tepeleri kahpe kurşun sesleri ile inim inim inledi.

            S esler baba ocağına vardı.

            Baba sordu şehit oğlunun tabutuna.

            “Ey tabut! O dağlarda sadece kurşun sesleri mi duydun, yoksa satılan dağların, ovaların inleyen seslerinimi de duydun?”

            Dağ suskun.

            Dere suskun. Toprak suskun.

            İnsanı bir hoştur bizim memleketin. Vakurluğu suskunluğundandır. Suskunluğunun altında patlayacak çağlayan yatar. Yeter ki “Ha!” diye duysun

            Öküzüyle , çapasıyla, topu, tüfeğiyle yola çıkarı.

            Gerisini hak getire!



    
“GİT” DİYE BAŞLAYAN YAŞAM

 

     Ellerini salladığında hayretle bakıyorum. “Bana mı ? “ diye soruyorum.

     “ Evet, sana ! “ diyor.

     Küskün, saçlarına akşamın güneşi çökmüş. Elleri yanlarında, öksüz bir kuş gibi.

    “ Yaşadıklarımız “ diyorum.

    “ Benimle yaşadığın yok ki; sadece bir zamanlar ay ışığında soluduk, yakamozları seyrettik. O kadar.”

     “ Denizin köpüklü dalgaları ayağımızı ıslattığında eteklerini tutup bana koşmuştun ! “ diyorum.

     O suskun, gözleri umutlarını kaybetmiş şekilde bakıyor. “ Demek ki ben sadece koşmuşum, ama senin sarılmanın sıcaklığı umut vermemiş bana; ya da !.. “

     “ Ama, ya’ sı yok bu işin “ diyorum.

     Kiremetci Burnu’nun  kayalıklarına oturup İason’u konuk eden dalgalara sesleniyorum.

 GİT

Kalbimin aklı diyor ki

Git, kaybetmek istiyorlar seni

Git, dumana dönüştürüp

Öylece bakacaklar uzaktan.

Git, kızıl ufkun içinde-

Bekle, gümüş sözlerle geceyi.

Git, ardında ala bir dağ

Git, ardında şakacı bir rüzgar

Git, ardında binlerce yıllık tanrı’nın evi.

Git, ıslak sabah ayazında-

Dolaş sokaklarında göçler tarihinin.

Git, anlamını yitirmiş sözlerle

Olmadığın şeye dönüştürecekler seni.

     Kalkıp gidiyorum.

     Kavuşamamışların yolu uzun.

     Dertlilerin  yolu dumanlı.

     Sevdiğinden uzakta olanların yolu sisli…

yildirim.gursel@gmail.com

ORDU/ 15.07.11

     TÜKÜRMEK ÜZERİNE

 

   Başbakanımız “ Tükürdüklerini yalayacaklar” demiş. Kime dediği açıkça belli değil.

   CHP’ye olabilir.

    BDP’ ye olabilir.

    Engin Paşa’ya da olabilir. Malum, o ayağa kalkmamanın cezasını ödüyor (muş) .

    CHP’den milletvekili seçilen Balbay ve Haberal  Silivri’den salıverilmeyince tepki olarak CHP’li vekiller yemin etmediler.Ortam gerildi. Sonra Başbakanımız o sözü söyledi. Balbay üzerine alındımı, bilmem. Çünkü daracık odasındaki kokuları defetmek için arada tükürebilir. Lavabonun yönü ne tarafadır acaba ? Ankara’dan tükürük sesi duyulamayacağına göre kamera kayıtları devreye girmiştir.

     Vay sen misin tüküren; hücreye devam öyleyse !

      Haberal koskoca Prof, hiç tükürmüş müdür,sanmam. Tükürse bile yanında hemşeriler var; yardım etmiştir. Tükürük hokkasına veya tükürme bezine nazikçe  “ tüü’ “ demiştir. O ses pencereden dışarı çıkıp, hapishane duvarlarını aşıp yola çıkamamıştır elbet.

     Bence o söz, ne hikmetse yemin etmeyen milletvekillerine aittir. Milletin vekilleri tükürür mü? Tükürürse yalar mı ? Yalayacaklarsa onlara kim “ Hele yala, gerisini sonra düşünürüz” diyecek !

     Başbakanımızın balkon konuşmasından sonra “ Tükürdüklerini yalayacaklar” söylemi biraz ağır kaçsa da demokrasimiz için olsa gerek. Bacanağımı kızdırınca arada bana “ Sen benim yağdanlığım olabilirsin” diye söyler. Yağdanlık, bel kemerinde taşınan bir şey.  Lazım olunca kullanılır. Çalışanlar arada ellerine tükürürler de gayrete gelirler. Laz Temel’in “ Sıkı tutun, tüküreceğim” söylemini hepiniz bilirsiniz.

      Demek ki tükürmek eylemi “ İşe sarılmak, gayrete gelmek” amacıyla söylenmiş olabilir. Ama “ yalama” sözcüğü niye söylenmiştir, bilemedim. Çünkü demokrasi yönetimi karşılıklı anlayış, barışım, adım atma ve birbirini kucaklama rejimidir.Başbakanımız bunu zaten biliyor.

     Bence barışmak için söylemiştir.

     Tükürüğün ise bu ülkede kargaşa yaratmaya çalışanlara ait olduğu açıktır. Baksanıza Ankara varken başka yerlerde toplanan vekillere! Ne diyor onlar.

     Beyler ! Bu ülkenin insanları Ankara’da birbirleriyle kucaklaşan, ama ülke için gerektiğinde birbirleriyle fikir mücadelesi yapan vekiller istiyor. Sorunları ise dargınlık ve hakaretlerle değil karşılıklı anlayışla çözmenizi istiyor. Tükürüğü çıkarın aradan, bakın nasıl beraber olacaksınız.

yildirim.gursel@gmail.com

8 Temmuz 2011/ORDU

 

 

 

 

 

 

İÇİM ACIYOR

            Seçim sürecinde yaşananlara bakınca bu ülkeyi yönetmeye sahiplenmiş partilerimizin birbirlerine karşı ne kadar acımasız davrandıklarını gördük. Ülkenin temel sorunları şöyle dursun, en güncel konularda bile nerdeyse birbirlerinin boğazlarına sarılacak duruma geldiler. Bu gerilim seçmene yansıdı. Korkum, toplumun giderek küçük bölünmeler içinde ortak paydadan uzaklaşmaya doğru yönelmesidir. Halâ ülkenin temel anlayışı üzerine mutabakata bağlanmamış olmamız, partilerimizin halâ Cumhuriyetimizin ana sorunları karşısında çözümsüzleşmesi, ayrı havalardan dem vurmalar, dinsel ve etnik yapıyı çıkar amaçlı sömürmeler … bizi korkulu bir ayrışmaya doğru itmektedir.

       Seçilen TBMM’nin üyelerinin bunları görmemezlikten gelişi de ayrı bir endişe konusudur. Meclisimiz bizi rahatlatacak düzenlemeler yapabilir mi;şüpheliyim.

      A partisinin zort demesine, B partisi zırt demekte, C partisi zart diyerek ateşi körüklemekte, diğer teferruat partileri de bir pay kapmak için hepten cartlatmakta ve ortalığı pis, karanlık, güvensiz, yazgısız bir hava kaplamaktadır.Dış güçlerin ise yangına körükle gideceği, gittiği hepimizce bilinmektedir.

       Bölünmüş, parçalanmış bir Türkiye, yeni dünya düzeninin hatta BOP’un en büyük sevdasıdır. Onların yaşadığımız olaylar karşısında şıkır şıkır oynadığını sanıyorum.

       Milletvekillerimizin parlamentoda nasıl bir araya geleceklerini merak ediyorum. Yoksa kayıkçı kavgası mı yaptılar; zannetmem. Meclisimizin çağı yakalayacak yeniliklerle örnek olması, vatandaşlarımızı güvensiz ortamdan kurtaracak adımlar atması, hepimizin paylaşacağı ve benimseyeceği Anayasa’yla öne çıkması, seçim meydanlarında yaptıkları konuşmalardan dolayı  özür dilemeleri hepimizi gönendirecektir.

      Günlerdir düşünüyorum ve içim acıyor.

      Türkiye bu görünüme layık değildir.

   Birliği, dayanışmayı yaşamak zorundayız.

   Galiba ilk adımı da iktidar kanadının atması, ana muhalefetin kendine yakışır biçimde bu atılıma katılması gerekmektedir. Sn.Erdoğan’ın ve Kılıçdaroğlu’nun birbirini kucaklamış şekilde halkın önünde görülmesi bizleri mutlu edecektir. Lütfen diyorum, lütfen bizleri sevindirin.

      Bu güzel ülkede yaşarken sevinçlerimizi de paylaşalım.

yildirim.gursel@gmail.com

26 Haziran 2011 /Yukarıgökçe

 

ŞAPKADAN OY ÇIKTI

 

       Sn. İ. Naim Şahin seçim çalışmaları sırasında kasketi başına takarak seslendi:

       “Bu kasketi tüm muhtarlara göndereceğim…”

       Gönderdi mi bilmem; ama amaç yerine ulaştı.

       Bilirsiniz Sn. Demirel’in de fötrü vardı. Kürsüde sallayarak halkı selamlardı. Bu fötrü kapmaya çalışan çok oldu ama Sn. Demirel fötrü kaptırmadı.

       Fötr sosyal yapıda köylülükten kente geçmeyi temsil ediyordu. Bu geçiş kırsal kesimde kabullenildi. Halkın hamle yapması, statü değiştirmesi hatta devlet erkinde söz sahibi olması anlamına geliyordu. Kasket ise halâ köylülüğün devamı anlamını taşımasına rağmen, belki özgüveni göstermesi bakımından yadırganmadı.

        Toplumumuz bir değişim yaşamak istiyor. Ona öncülük edecek güç ise ortada yok. Var olan güç kendisini değişimin sahibi olarak göstermesine rağmen çok tutmadı. Ama iktidarı ele geçirdi. Peki, sormak gerek; İktidarı ele geçirmek değişimin motorunu yönetmek mi oluyor ?

       Çünkü çağcıl bir değişimi yaşayamıyoruz. Bilimi, sanatı, özgürlüğü, hukuku yabancıllaştıran bir anlayışla karşı karşıyayız. Çağ bilişim, teknoloji, kültür, sanat çağıdır. Özgürlükleri kendi anlayışlara göre sınırlamak olası değil.

       Ama bunlar kimin neyine. Hatta vatandaşı pek ilgilendirmiyor galiba. Onlar bugünkü yaşayışı doğru buluyorlar ve sandıkta onaylamışlar. Demokrasi elbette sandıkla ölçülemez. Halkın seçimini de yadsımak doğru olmaz.

      Siyasiler kendi anlayışlarını söylemleriyle, topluma kabul ettirebilecek sembolleriyle ortaya çıkarlar. Propagandalarını yaparlar. Sn. Şahin’in ilginç atağı kabul görmüştür.

      Ve kasketten oy çıkmıştır.

      Vatandaş altı ok ’tan, kurt bakışlı ifadeden ve diğer sembollerden kendine yakınlık, iletişim sağlayamamıştır. Şapkanın altına sığınmıştır. Sığınmak çare midir ? Yoksa çareyi kendinde mi aramalıdır ? Demek ki çareyi aratacak sunuşlar yapılamamış ve vatandaş mevcudu tercih etmiştir.

     O zaman partilerimizin bu doğrultuda değerlendirme yapmaları gerekecektir. Fakat ne yazık ki görüyoruz; parti içi çalkalanmaya doğru gidilmektedir. Vatandaş çekişmeden muzdariptir. Vatandaş kendi adayını aramaktadır. Vatandaş oy vereceği adaya sahip çıkmak istemekte, kendinden biri gibi görmek istemektedir.

      Başarılı olanı da, eleştiri hakkımızı saklı tutmak kaydıyla, ne olursa olsun kutlamak görevimizdir.

      Yeni sabahlara, yeni gündemlere doğru yol almaktayız.

      Şapkayı ortaya attığımız kadar, yeni rüzgarlara doğru yelkenler açarak ülkemizi aydınlık günlere ulaştırırız. Çünkü görülüyor ki çağ bizimdir. Gelecek bizimdir.

           

 

 

MAKSAT KAHRAMANLIK OLSUN

            Kahramanlık genimizde var.

            Kahraman olmanın örnek yönünden çok yaptırım sahibi olmak hoşumuza gidiyor. Kişinin kahramanlığının yarattığı efsane yerine o an gerçekleştirdiğimiz yaptırım bizi tatmin ediyor. Neye mal olursa olsun dediğimizi yaptırmış olmak, kahramanlık aritmetiğimize işlenmiş.

           Her zaman olduğu gibi kahramanların derdi kişiye, topluma, karşı guruba meydan okumaktır. Meydan okurken aklımız bizden uzaklaşır. Yerini şiddet, öfke, hınç, abartı … alır. Söylenen sözün tonu, anlamı olmaz. Ağızdan kurşun gibi çıkar.

           “ Birisi de kalp krizinden ölmüş, üzerinde durmak istemiyorum … “ gibi.

           Bunu sokaktan birisi söylese öfkesine bağlarız. Kültürü budur işte, deriz. Ama hepimizin Başbakanı söyleyince duraksamak, düşünmek gerekir. Acaba kendisine karşı çıkmış bir anlayışa tahammülü mü yok. Onlara karşı kahramanlık sevdası peşinde mi ?

            Seçim heyecanı parti liderlerini sarınca, yukarıdan aşağıya doğru, liderden vatandaşa doğru akıl almaz sözler, suçlamalar ortalığa dökülüverdi. Konuşuldukça “ Acaba abartı mı var “ diye düşünmeye başladık. Ama yok. Ortaya konan tezgahtan yararlanıp, ben böyle değilim diyerek kahraman olma sevdası var. Seni gidi seni, diyerek hınç alma ve rakibi aşağılama duygusu benliği sarıyor.

           “ Ben onlar kadar edepsiz ,alçak, ahlaksız değilim … “ gibi.

           Söylenenleri şöyle sıralamak mümkün:

           Alçak …

           Edepsiz …

           Gâvur …

           Besleme …

           Çılgın …

           Ustalık …

           Açılım …

           Demokrasi …

          Fuhuş …

         Zıbarmak …

         Bu sözcükler arasına oklar çizerek birbirleriyle bağlantılar kurabilirsiniz. Sonrada ne anlama gelebileceğini düşünmek serbest. Ta ki 11 Haziran’a kadar.

        Sonrası !..

        O tarihten sonra yaratılacak kahramanın peşine düşerek ya “ Van münit “ deriz ya da “ Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek  yollara düşeriz.

        Yoksa kahraman olmak kolay mı sandınız ?

 

          Es sual’u nısf-ul-ilm

 

          Toplumumuzun kalkınmışlığını ifade derken kullandığımız araçlar otomobil, televizyon, telefon, buzdolabı, elektrik süpürgesi, internet …  ve en  övünçlüsü apartmanda daire sahibi olmaktır. Bunlarla çağ atladığımızı zannederiz. Hele horoz tüylü fötr  şapkamızı başımıza geçirdiğimizde, yabancı adlar yazılı ama ne anlama geldiğini bilmediğimiz tişörtleri sırtımıza geçirip volta attığımızda, köy halkının bize imrendiğini düşünerek Avrupalı olduğumuzu kanıtlamaya çalışırız.

           Avrupalı olmak !

          Acaba, hepimizin bildiği öyküdeki gibi “ Vezir olduk ama adam olamadık” mı duygusu endişelenmemize neden olmaktadır ? Yoksa adam olmanın ne demek olduğunu bilemiyor muyuz ?

          Adam olmak !

         Paçası yırtık çocuklarımıza, binemeyeceği otoların markasını saydırmak; açıp kapamasını beceremediğimiz televizyonun renkli dünyasına kapılıp Brezilya dizileri önünde kahırlanmak; ineği satıp aldığımız,  kullanım özelliğini pek bilmediğimiz telefonla olur olmaz yerde lanlı-lunlu konuşmaya çalışmak; içi boş buzdolabını konuklar önünde açıp kapayarak gösteriş yapmaya çalışmak; ahır pisliğini temizlemeye çalıştığımız elektrik süpürgesiyle ne kadar modern olduğumuzu kanıtlamak ve hele penceresinden kilimlerimizi, yatak örtülerimizi salladığımız apartman penceresinden nerden nereye geldiğimizi göstermek … gibi üstünlüklerimiz bizi Avrupalı ya da Adam Olma derecesine mi yükseltmektedir, sorgulamak gerekir.

           Sorgulamak için de soru sormak gerekir.

           Elde ettiğimiz araçları yapma eğitimine kavuşamamış; bilim alanında parmakla bile gösterilecek bilim adamlarına kavuşamamış; yetişmiş sanatçısının eserine tükürmüş;  kitabını yasaklamış; toplumun aynasını çıkarmaya çalışan gazetecisini sorgusuz hapse attırmış, musikisine sahip çıkamamış; ressamının, ustasının horlanmasını kınamamış yapının oluşturduğu toplum sorgulama yapabilir mi?

           Ayrıca doğru soruyu da sormak gerekir. Doğru soru için yeterli bilgi, deneyim ve önemlisi cesaret gereklidir. Siyasilere karşı boynu bükük duran, örgütlenmeden korkan birey ne soru sorabilir, ne de doğru soru sorabilir.

         Öyleyse soru sormasını da öğrenmemiz gerekmektedir.

        Konya Karatay Medresesi’nin kapısında bir yazı vardır. Günümüz Türkçesiyle şöyle der; “Sormasını bilmek bilimin yarısıdır.” Yazımın başlığı ise bu anlatımın Arapçasıdır.

        Onun için diyorum ki, ne zaman soru sormasını bilirsek, o zaman uygar oluruz. Adam oluruz.


    
ŞİMDİ HESAP ZAMANI

 

     Şimdi oturup hesap yapalım. Hesap deyince 2+2=4 şeklinde işlemle yola çıkmayacağız. Seçimler yaklaşıyor ya, biz de nerede, nasıl, niçin yer aldığımızın hesabını yapacağız. Onun için sorular soracağız kendimize.

     Örneğin; Sağlık Bakanı, “ Kör olduğun halde sana iş verdik. Daha ne istiyorsun ?” diye vermiş veriştirmiş engelli bir vatandaşımıza. Vatandaş körlüğünden utanmalı mı, yoksa iş verildiğine şükür mü etmeli ?

     “ Evet “ derseniz yolunuz hayırlara vesile olsun, diyorum.

     Bu Bakanımızın tozlu ayakkabısı, havaalanında uğurlanırken, ev sahibi vali tarafından temizleniyorken bir gazeteci tarafından yalvarılarak engellendi. Kör vatandaşı n’apsın bu anlayış!..

    Kürt açılımı yapıldı. Nereye kadar açıldığımız ortada İktidar açtığı kadar açtı da muhalefet açılamadı İkisi arasında açılım ikilemi yaşıyorsanız, buyurun siz de istediğiniz kadar açılın. Ancak fazla da açılmayın. Yolunuz Silivri’ye düşer. Haa, endişem yok, bu açılım Türkiye’yi bölmez, diyorsanız desteğe devam !..

     Geçen yıl Evet-Hayır için sandığa koştuk. Evetcilerin bir bölümü 12 Eylül’den hesap sorulacağı sevinciyle mühürü bastılar. Sonunda 12 Eylül kahramanı Evren’in maaşı arttı. Siz bu maaş ta yetmez, hesap sormaya devam diyorsanız, yolunuza devam ediniz. Elden ne gelir ki !..

     Diyelim ki çocuğunuz sınava girdi. Sınavın sonuçları açıklanınca ortaya bir koku yayıldı; güven kokusu. Bu koku 1.700 bin genci rahatsız etti de sizi etmedi. Hatta “ Gidin, elini öpün” denilince koştunuz, alıştığınız şekilde el öpmeye yöneldiniz. Gelecek melecek neymiş, önemli değil. Yeterki devran sürsün. Yani kokudan rahatsız filan olmuyorsunuz. Buyurun koklayın !..

     Telefonunuzdan cızırtı geliyor; şüpheye düştünüz.

     Bir kitap okudunuz; birileri sizi izledi .

     Okuduğunuz gazetenin yazarı tutuklandı. Üyesi olduğunuz derneğe sabaha karşı baskın yapıldı.

     Rahatsız oluyor musunuz ?

     Kasetler havada uçuşuyor.

    İktidar bir konuya açıklık getirmek için ulemaya başvurma yolunu gösterdi.

    Seçim meydanlarında çocuklarımıza bile izin veremeyeceğimiz sözler bağıra bağıra söyleniyor. Haber bültenlerini kapatma yolunu tercih etmeye başladık.

    Her gün kadın cinayeti, açlıktan çocuk ölümü ve bunlara abuk sabuk gerekçeler.

     Rahatsız oluyor musunuz ?

     Kömüre, kullanım süresi geçmiş makarnaya, haksız paraya el açmak sizi rahatsız ediyor mu ?

     Buyurun, hesabınızı yapın.

     Bu ülkenin toprağına taşına sahip olmak için; özgür birey olarak yaşamak için; yüreğinizin sesini dinlemek için; onurlu bir yurttaş olmak için; din bezirganlarına fırsat vermemek için; yarının aydınlığını beyninizde tadabilmek için …

      Buyurun, hesabınızı iyi yapın.


EDEP YAHU !

 

          Siyaset tatlanıyor mu, ballanıyor mu; yoksa tüm acımasızlığıyla aklımızı mı karıştırıyor ? Şaştık kaldık.

          Sandığa giderken partilerin seçmenlere gelecekle ilgili projelerini sunması gerekirken birbirlerine saldırmalarını seçmen olarak anlamlandıramıyorum. Aslında bu davranışları, bizi hiçe saymaktan geçiyor.

           Ne yapalım ?

           Örgütlü toplum olamadığımız için bireysel çıkışlarımız sonuç vermiyor. Onlar da bunu bildikleri için bize örgütlü olabilme olanağı tanımıyorlar. Derneklere,  sendikalara saldırı ondan. Ama para sahibi iseniz konuşabiliyorsunuz. Bu da her zaman olası değil. İktidara yönelik eleştiri yaptınız mı, gelsin vergi denetimi. Defterlere el koymalar, sabah sabah bürolara baskınlar … Bakıyorum da Ergenekon’a karışmamış, yasaya uymamış kişi, kuruluş yok. Bizden değilsen vay haline !

            Belgeler, kasetler, aslı belli olmayan haberler havada uçuşuyor. Merak ediyoruz; bunlar ne kadar doğru !

            Örneğin; kasetlerin seçimle ne ilgisi var ? Liderlerin “ Bak, biz daha namusluyuz.” anlayışı içinde başkalarına saldırmasını kabul edemiyorum. Öğrencilerin sınavlarıyla bunca yanlışlık varken onlar üzerinden siyaset yapılması beni rahatsız ediyor. Yetkili kişiler sanki iktidarı arkalarına almış gibi söylemlerde bulunuyorlar.

            Hele hele içimi acıtan kadın olayları karşısında, ne yazık ki çağın çok gerisinde kalmış anlayışla fetva verilişini üzüntüyle izliyorum.

            Çevremizdeki ülkelerde olan olaylar giderek bizi çembere alıyor. Hatta içine çekiyor. PKK ile mücadele etmekte  bile başarılı olamamışken çok daha engin öngörüyle siyaset geliştirmemiz gereken ateş çemberinde ne yaptığımızı, neler yapabileceğimizi kuşkuyla karşılıyorum. Bu konuların vatandaş olarak bilgisine erişmemiz gerekiyorken Meclis’te bulunan diğer partilerin bile bundan uzak kaldıklarını görüyoruz. Hani nerede o meşhur birlik beraberlik ifadeleri ?

             Üzülüyorum.

             Izdırap duyuyorum.

           Ülkemin geleceği konusunda kuşkularım var.                                    

           Gelecekle ilgili olarak birtakım seçmenin kömüre, kokmuş tavuğa, avanta paraya önem vererek değerlendirme yoluna gitmesi beni endişelendiriyor. Güzel dinimizi kullanarak kürsülerde naralar atmak yok mu; bitiriyor beni.

           Bu yazımı yazarken TV’de YÖK Başkanının YGS sınavlarını ağzına burnuna dolandıran kişi için “ Güzel insan” demesi hepten çıldırttı beni. Ne diyeyim, güzellik bu mu ?.. En iyisi Aşık Veysel gibi söylenmek ; “Güzelliğin on para etmez ! “.


BABAM AĞLAMADI AMA ANNEM …

 

     Yıl bin dokuz yüz altmış üç ; Siirt’e ilk atamam yapıldı.

     Elimde zarf, önce babama koştum. Daire arkadaşları beni sandalyeye oturttular ve ilk memur çayımı  ısmarladılar. Sonra eve gittim. Anneme müjdemi verdim.

     Kucaklaştık.

     Ağlamaya başladı. Halbuki babam ağlamamıştı.

    “ Hemen hazırlıklar yapalım” dedi. “ Oralar soğuktur. Sen dayanamazsın” dedi.

   Elimde tahta bavulumla yatak dengimi arabaya yüklerken yeniden kucaklaştık. Annem “ Trenle yolculuk nasıl olur, bilmem ama kendini pencerenin rüzgarına verme “ dedi. Arabaya bindim,el salladım.

       Yaşam yolculuğu başlamıştı.

       Birinci mektubumda hep hasretimi yazmıştım. O “ Yattığın yer serin mi? “ diye yanıtlamıştı.

       İkinci mektubumda okulumu, öğrencilerimi ve beni merak etmemelerini yazmıştım. O palto alıp almadığımı soruyordu.

       Birinci yıl böyle geçti.

       Tatilde çarşıyı beraber  gezerken yün bir hırka gördüm. Almak istedim. O “ Hayır “ dedi. “ İstersen önce babana bir gömlek alalım” dedi.

       O gün elimizde fileler ve paketlerle eve dönerken çalımlıydı. Eve bildik yerden değil de ara sokaklardan döndük. Niyeydi, anlayamadım. Sonra kız kardeşlerim anlattı. Beni evlendirmeyi düşündüğü kızın evinin önünden geçmişiz.

       İkinci yılın sonunda daha olgunca mıydım neydim, bilemiyorum. “ Aslanım “ diye sardı, öptü beni.

      Askere giderken yün çorap, yünlü fanila koydu paketime. Halbuki yaz aylarıydı.

     Birgün evde banyoda sırtımı keselerken “ Sen artık evlenmelisin “ dedi.

     Babam öldüğünde yan odadaki divana yatmıştı. Gittim, ipek saçlarını okşaya okşaya geçmişten konuştuk. Beni büyüten Cicianneme ne kadar da benzemeye başlamıştı.

     Kızlarını evlendirirken biraz acele etti galiba. Nedenini çok sonra anladım.

     Son nefesini verirken başındaydım. Kur’an okudum. Melek yüzü gözümün önünden hiç gitmedi. İsteği üzerine onu da köye, babamın yanına koydum.

     Su böreğini O’nun kadar güzel yapan yoktu. Benim sevdiğimi de bildiğinden her gelişimde su böreğini yapardı.

     Arada dertlendiğinde kısa kısa türküler söylerdi.

       Kucağına, benim oğlum olan ilk torununu aldığında kurban kesmişti.

       Yedi çocuk annesiydi. Zaman zaman başı ağrıyor, hastalanıyordu. Başına yuvarlak patatesler sarar, saçlarını komşusuna çektirir, arada bir kendini yaşlı kocakarılara okuturdu.

       Yoksula hiç dayanamazdı. Kapımızda çok insanın doyduğunu bilirim.

       Babama “ Efendi “ derdi. Annesi de Efendibabama öyle söylermiş.

       Ben ev sahibi olduğumda, otomobil aldığımda O ölmüştü. Ne evimde oturtabildim, ne otomobilimle gezdirebildim.

       Şimdi yazımı yazarken de benden çok uzakta. Ancak iç geçirerek dualarımı gönderebiliyorum.

       Sokağa çıktığımda bir anne bulursam ellerinden öpeceğim. Belki annemin kokusunu duyabilirim.      Tüm annelerin kokusu aynı değil midir ?

BİR BOĞAZ YETER

 

 

     Çılgın projeyi gördük.

     Ben ülkem adına utanıyorum. Benim hükümetimin çılgınlık yerine aklın, bilimin, teknolojinin egemen olduğu bir projeyi halkına sunmasını beklerdim.

     Olmadı.

     “ Yahu Hocam, sen Ordu’dasın. İşin ne İstanbul’la ? “ diyebilirsiniz. Ama unutmayınki bu dünya kenti herkesi ilgilendiriyor. Ülkemizde yaşayıp ta orada bağı olmayan var mıki? Elbette yok. İstanbul’un taşı toprağı altın, diye oraya koşma yerine artık orada yerleşme düşüncesi, hatta eylemi yer aldı yaşantımız içinde. Çoğumuz tası tarağı toplayarak oraya gitti. Gecekondu derken şimdi apartman katı oldu evler. Araziler yağmalandı. Ormanlar yakıldı. Herkes gücü oranında bir paylaşım içine girdi. Sonunda sorunlarıyla boğuşan bir dünya kenti, kendi özellikleriyle karşımıza çıktı.

       17 milyonluk kentte hepimiz “Anadolu Hemşehrisi” olarak yer aldık. Orada oturanlar “ Boğuluyoruz ! “ diye bağırıyor. Yazbahar gelende köylere müthiş bir dönüş başlıyor. Anadolu hemşehrileri köy kültürlerini bu kente taşıyarak, kentleşme yerine köy-kent anlayışıyla yer ediniyorlar.

      Ve Anadolu boşalıyor.

      İstanbul’un büyük il haritasına bakın. Hangi yerden gelinmişse, oradakiler mahallelerini, hatta semtlerini oluşturmuşlar. Geldikleri yerin adını da vermişler.

      Artık İstanbul, kış kenti olmuş.

      İş kenti olmuş.

      Ev kaçıklarının kenti olmuş.

      Lüksün kenti, sömürünün kenti, ölümün kenti olmuş.

      Aşağılanmanın, başkaldırının kenti …

      Yozlaşmanın kenti …

      Ama yine de içimize yerleşmiş özlemin, tarihin, gururun kenti olarak duruyor.

      Şimdi yanına bir kent daha konulacak. Yeni bir boğaz, yeni köprüler, yollar, yeni kat katlı apartmanlar kenti doğurulacak. Ve milyonlarca insan, Anadolu insanı buralara tıkıştırılacak.

      Tıkıştırılacak…

      Anadolu’nun yanık bağrından kopartılıp iş-aş uğruna !

      Coğrafyası bilinmeden …

      Yaratacağı kaos düşünülmeden …

      Sadece “ çılgınlık olsun” diye …

      Halbuki bir (İstanbul) boğazı bizi ne hale koydu; görüyoruz. Biliyoruz.

      İkinci bir boğaz bizi hepten boğacak. Alıp götürecek eşi dostu; Anadolu’yu !

      Ordu,Giresun,Trabzon,Erzurum,Kars, Van, Bitlis … nüfusu yirmi milyonu bulan cümle Anadolu kenti boşalacak. Çılgın boğazda boğulacak.

      Geriye kim mi kalacak ?

      Mezarlarımız !...

ULUS DEVLET

 

 

                Bir 23 Nisan yazısı yazmayı düşünüyorum.

                                 Ama çoğumuz hamasi nutuk ötesinde bayramla ilgili doğru ve açık şeyler söylemediğimizden ikileme girdim. Ben de aynı tür söyleme geçmemeliydim. Biliyorsunuz ki bayramla ilgili nutuk ve söylemlerde en öznel cümle bayramın “ Çocuk Bayramı “ oluşudur. Ayrıca M.Kemal Atatürk’ün bu bayramı çocuklarımıza armağan edişinin nedenlerine pek  inilmiyor. Oradan atlanarak “ Dünya ulusları arasında çocuklara armağan edilen ilk bayram “ vurgusuna geçiliyor ve artık diğer devletlerin çocukları bayrama davet edilerek  eğlenceye, karnavala dönüşüm başlatılıyor.

                                  Egemenlik yok.

                                  Meclis’in  önemi yok.

                                  Ulusallık yok.

                                  Makamlara oturtulan çocuklarda bir endişe var.Hatta büyüklerimiz, onlar bir pot kırar ayıp olur öngörüsü içinde yol gösteriyor. Ne yapalım; çocuklarımıza ve gençlerimize halâ güvenemiyoruz.

                                  23 Nisan yazısı dedim de …

                                  Önümde Zülfü Livanelli’nin son kitabı Serenad var. Onu okuyorum. 200-201’ inci sayfalardan alıntı yapmak istiyorum.

                                  “ … Demek ki Türkiye’nin yakın tarihi böyleydi. O büyük altüst oluş yıllarında ırklar, dinler, diller, ,katliamlar,sahte kimlikler birbirine karışmış ve her evin bir sırrı olmasına yol açmıştı..Bizim aile bir istisna değildi. Tipik bir Osmanlı hikâyesiydi. Zaman zaman aile soyağacını bulmak için devletin nüfus kayıtlarına girdiğimde ancak iki kuşak geriye  gidebilmemin, ondan sonrasını görememenin nedeni buydu demek ki. Devletin oluşturduğu kayıtlar ancak  anne babalarımızı ve dedelerimizle ninelerimizi kapsıyordu. Daha ileri gitmiyordu. Bu işe hayret etmiştim ama sebebini ancak şimdi anlıyordum. Ağabeyim “ Bu kayıtlar açıklanamaz “ diyordu. “ Çünkü kıyamet kopar. Birçok devlet büyüğünün kökeni ortaya çıkar. “.

                                     Osmanlı gibi çok kültürlü, çok dinli, çok dilli bir toplumdan hep birbirine benzeyen bir Türk ulusu  yaratma çabası,böyle zorlamaları da beraber getiriyordu işte. Devlet bu yüzden Türk kimliği üzerinde bu kadar hassastı. Çünkü yine ağabeyimin deyimiyle, biz diğer mevcut uluslar gibi kendimize bir devlet yaratmamıştık. Yani tam olarak ulus-devlet değildi kurulan, devlet kendine bir ulus yaratmıştı.Yeni kurulan Cumhuriyetimiz için daha çok, devlet-ulus denebilirdi.Bu yüzden de devleti eleştirmek ulusa darbe vurmak anlamına geliyor ve bağışlanmıyordu. Demek ki her sabah milyonlarca öğrencinin “ Türküm “ diyerek başlayan ve “ Varlığım Türk varlığına armağan olsun “ diye biten toplu andı tekrarlaması boşuna değildi. Oysa biz bu andı söylerken sesimizin yüksek çıkmasından başka bir şeye dikkat etmez, kelimelerin ne anlama geldiğini bile düşünmezdik…”

                                  Anladınız mı ?

                                  Şimdi Türklük yerine dini, dinsel ifadeyi ikame etmeye çalışanların çabasını !..

                                  Türk alfabesine yeni harfler eklemenin, dilimizi yabancı sözcüklerle zorlamada bulunmanın hikmetini!.

                                  Biat kültürünün yukardan aşağıya doğru yer edişini !..

                                  Niye egemenliğin unutturulmaya çalışıldığını !..

                                  Göbeğini kaşıyan bir ulus yaratma çabasını !..

                                  Cumhuriyet’in ulus-devlet kavramından uzaklaştırılışını !..

                                  Belki gelecek 23 Nisan’da “ Bayram “ bile kalmayacak. Sadece devletlerin çocukları hoplayıp zıplayacak.

                                  Siz siz olun, 23 Nisan’la 12 Haziran arasındaki yolu aklınızın süzgeçinden geçirin …

                                      Ve …

 

                                      yildirim.gürsel@gmail.com

                                      22 Nisan 2011/ İstanbul

                              

 
MSS

 

 

     Açılımı şu ; Milletvekili Seçme Sınavı.

     Toplum yönetiminde, ilkel toplumlardan başlayarak büyücülerden, şamanlardan,rahiplerden, hocalardan yararlanılmış; daha sonra bilginin elde edilmesiyle bilginlere, bilge adamlara danışılır, hatta ön verilir omuştur. Sonuçta bilgiye yer ve önem veren yönetimler başarılı olmuş, toplumlar ilerlemiş ve bu gün hedeflenen çağdaş düzeye ulaşmışlardır.

     Biz öyle miyiz, hangisiyiz ? diye sorabiliriz.

     Yönetimler iktidara, demokratik rejimlerde parti seçimleri yoluyla gelirler. Partileri de vekiller aracılığıyla millet seçer. Elbetteki bu seçimin birtakım ölçütleri vardır. Zaten olmalıdır da. Ancak kendi vekillerini seçecek halkın da belli bir bilince ulaşmış olması en tercih edilen yoldur. Ama sandıktan çıkan her oy eşdeğerde olduğuna göre belli bir bilince kavuşmuş olmanın derecesini sorgulamak mümkün değil.

     Ben yine de halkımın yüksek sezgisine güvenerek bir sorgulamaya giriştim. Daha doğrusu MSS denen bir sınav türü geliştirdim.

      İsteyen denesin.

      SORU : Toplum bilgi talep etmediği zaman topluma bilgiyi kim aktarır ?

a)Hoca        b) Asker       c) Başbakan       d) Muhalefet        e) El Kindi

      SORU : “ Ananı da al git “ sözünü kim söylemiştir ?

a)S. Demirel    b) T.Erdoğan     c) Toroslu çoban     d) Ecevit      e) Gazeteci

      SORU : “ Bu trene binenler inerlerse bir daha binemezler” sözü kimi işaret etmektedir ?

a)Vekilleri   b) Kore Gazilerini   c) Muhtarı      d) Valiyi       e) Seçmeni

      SORU : Nükleer enerji Merkezleri patlarken ülkemizde en son nereye santral kurulmak istenmektedir ?

a)Ankara      b) Ordu         c) Sinop          d)Akkuyu           e)Diyarbakır

      SORU : İsrail 2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulmuş 5,5 milyonluk bir ülke. Biz ise büyük bir imparatorluktan kalan, sayısal olarak İsrail’den on dört kat büyük bir ülkeyiz. İsrail bizim gibi dindar. Ama pilotsuz uçağı  ve buğday tohumunu İsrail’den alıyoruz. Acaba bizde eksik olan nedir ?

a)Cahil     b) Aptal       c) Aydın        d)Siyasetçi      e) Bakan

      SORU : Osmanlı’da medrese dışında okul olmadığı için Fatih’in hocası Sinan Paşa gibi alimler, kelleyi kurtarmak için, “ Kuran karşısında akıl durur “ diyecek kadar bilinçliymiş.Bu yanıtın  ifade ettiği düşünce karşısında gelişmeyen nedir ?

a)Saray        b) Para       c) Siyaset       d) Bilim         e) Edebiyat

     SORU : “ Benim manevi mirasım bilim ve akıldır.” Diyen önder kimdir ?

a)      Abdullah Gül     b)İsmet İnönü     c) Atatürk      d) Köyümüzün Şıhı    e)Obama

     SORU : “ Şimdi bunun fitili var.. Fitilinden diğer  malzemelere kadar.. Bomba imalatı şeklinde..” anlatımıyla Sayın Başbakanımızın ima ettiği madde hangisidir ?

a)      Bomba    b) Kitap        c)Risale-i Nur        d) Hamas         e)PKK

     SORU : “Dünyanın en zengin kültür katmanları üzerinde oturan bu milletin Başbakan’ı böyle  biri mi olmalıydı ?” diye yazan Gazeteci Bekir Coşkun acaba hangi ülkeyi işaret etmektedir ?

a)      Suriye    b) Türkiye     C) Patagonya       d) İran          e) Fas

SORU : Bir süre önce kalaşnikofla taranıp ağır yaralanan, tedavi olmak için Sağlık Bakanlığı’nın özel uçağı ile Almanya’ya gönderilen,bir parti tarafından aday gösterilecekken vazgeçilen ve kendisi tarafından Urfa’da bağımsız aday olarak ortaya çıkan ünlü sanatçı, ünlü iş adamı kimdir ?

a)      Deli Bekir   b) Karagöz      c) Paragöz       d)Tatlıses     e) Adnan Polat

Değerli okuyucular,

Bu on soruyu doğru yanıtlayanların 12 Haziran seçimlerinde aklın yolunu seçeceklerine inanıyorum. Sizlere kolay gelsin.

ÖNEMLİ İP UCU : Soruların doğru yanıtları bir şifrede gizlidir. Belki biraz zorlanacaksınız ama söyleyeyim. En çok harfli seçeneğin sol tarafındaki seçenek doğru yanıttır.

KURBAĞALAR

 

            Kurbağayı kaynar suya atmaya kalktığınızda sıçrayıp kendini dışarı atar ve hayatını kurtarmış olur kurbağacık, ama normal ısıda suya atıp suyu yavaş yavaş ısıtırsanız o da suya yavaş yavaş  uyum sağladığı için kasları gevşermiş ve farkına varmadan haşlanarak ölürmüş .          Bu nedir diye sorarsanız öyle bir öykücük .

           Şuna benziyor.

           Minderler,şilteler, sedirler, divanlar gözden düştü; yerlerine kanepe geldi, koltuk geldi. Dolaplar büfe oldu, konsol oldu, gardrop oldu. Dili dönmediği için gardrop yerine gardolap diyenlerle dalga geçtik.

           Ocaklar şömineye döndü.

           Dö-piyesler yetmedi tayyörler  geldi.

           Çay-kahve alır mısınız, teklifini hiç yadırgamadan “ Çay alayım” diye yanıtladıktan sonra banyo almalar, duş almalar çoğaldı.

           The Marmara’nın the’si birkaç aydınımız dışında kimseyi harekete geçiremeyince  continental, regency geldi.

           The Marmara’nın sırasında Taksim Square Hotel var. Açılınca muhakkak bir gece yatın Kalkınmışlığımızı görürsünüz.

           Radyo diye bellediğimiz nesne Radio’ya döndü. My dream radio on the air My Donose şeklinde duyuru yaparak yeni istasyonlar açtığımızı duyurduk. Ne müthiş yabancı dil yeteneğimiz varmış, cümle alem öğrendi.

           Kendilerine Radyo 5 adını vermiş olan bir radyomuz, baktı olmadı; adını Radyo 5 It’s fresh olarak değiştirdi.

           İşin bir tuhaf yanı, İstanbul’da semtlere göre sinema adları düşünüldü ve kondu. Böylece Batılılaşma hamlemiz bir adım daha ilerledi. Akatlar MAYADROM, Altunizade CAPITOL, Avcılar CINEMETRO, Beyoğlu ALKAZAR, Fenerbahçe PYRAMID, Kadıköy BROADWAY, Kadıköy REX, Kozyatağı CINEPOL, Maslak PRINCESS …

           Hadi devam edelim.

           Üniversitelerimizde eğitim ve öğretim dili İngilizce oldu.

           Yetmedi; İngilizce öğrenme yaşı biraz daha aşağı çekilerek ilköğretim öncesine indirildi. Anneler babalar sevinçli. “ Hadi oğlum, konuklara İngilizce Hoş Geldin, de.”

           Maşallah, maşallah !..                                                              

           Ama Unesco’nun bir okula uluslar arası statü kazandırmak için öne sürdüğü koşulu bilen var mı ?

          “ Ana dilini çok iyi derecede öğretmek ! ”

          Devlette yabancı dil bilmek terfi nedeni sayıldı. Ama o kişinin kendi dilini yazışmada ne kadar kullanabildiğini ölçmüyor.

          Şimdi bankalara uzanalım, diyeceğim de “ Hangisi ? “ diye sorarsanız endişem var. CITIBANK, INGBANK,FORTİS …

          Hasta mı oldunuz; hastaneye gideceksiniz. Levhalara bakıyorsunuz ; ACADEMIC HOSPİTAL, AMERİCAN HOSPITAL, MEDICAL HOSPITAL …

          Paşa PASHA oldu.

          CAFE REST,  CATERING SERVISE, BLEU CORNER …

          ( THY)  Turkish Airlines’e bindim. Koltuğumun önünde dergi var. Kapağında SKYLİFE yazıyor. Yani Türkçesi  GÖKYAŞAM . Ama öyle dersek biraz şey kaçmaz mı ?

           Off !..

           Sanki yaşamımıza el konmuş.

           Sanki suyumuz yavaş yavaş  ısınıyor ya da ısıtılıyor.

          Yirmi  çuval kömür ve yiyecek dolu file dağıtanlar suyumuzu ısıtırken, alanlar sularının ısındığının farkındalar mı acaba ?

          Göreceğiz.

 

           YAĞMUR YAĞIYOR

 

 

          “Yağmur yağıyor” dedi adam.

          “ Dan dan dan ! “

          “ Niye vurdun? “ diye sordu savcı.

          “ Bana Ördek Ali “ dedi  adam. “ Onun için vurdum.”.

          “ Hayır, ben sadece yağmur yağıyor “ dedim.

          “ Ama Savcı bey; yağmur yağınca ne olur ? Su birikir, göl olur. Göl olunca ördekler gelir, orada yüzer. Yani aslında bu adam, bana Ördek Ali demiş oldu.” Diye savundu kendini adam.

          Savcı düşündü.

          Hakim düşündü.

          “Yağmur sözcüğü yasaklansa mı acaba ! ” diye iç geçirdiler.

          Aslında bu ülkede yasaklanması gereken nice sözcük vardı. Bunları derleyip bir torba yasayla yasak olduğu ilan edilebilirdi. Yasanın adı da “ Ördek Ali Yasası” olurdu ki tam anlamına uygun düşerdi.

           Ama halkın ağzı torba değilki büzesin. Önüne gelen konuşuyor.

           Neymiş ; İzmir NATO’ya teslim edilmiş …

           Neymiş ; Gülen cemaati devleti teslim almış …

           Neymiş ; Milletvekili listesine girmek için öpülmedik yer bırakılmamış …

           Neymiş ; Kadına saldırı son yıllarda artmış mış …

           Neymiş ; Sanatçılar özgür değilmiş …

           İstediği heykeli hükümet yıkamazmış …

           Havada uçan kasetlerin arkasında en masum insanlar varmış …

           Basımevleri istediği kitabı basamazmış …

           Herkes bilgisayarının tuşuna istediği gibi basıp, istediği sitelere giremezmiş …

           Osman Hamdi Bey’in Kaplumbağa Terbiyecisi adlı tablosunu gördünüz mü, bilmem.Ama niye yapıldığını öğrenmek gerek. Derlerki  Sultan Abdülhamit baskısına karşı sanatçı isyanıdır o tablo.

           Peki, bu ülkede Abdülhamit baskısı var mı ?

           Yok !

           Var demem için Ördek Ali Yasası’na bakmam gerek.

           Çünkü artık bu ülkede siyaset, hatta yaşam tarzı Ördek Alileşiyor. Merak ediyorum ya da yasayı okurken atlamış olabilirim. Yasada Hava Raporu sunumu da yasaklandı mı acaba .Artık ressamların yağmurlu tablolarına, yazarların içinde yağmur geçen öykülerine, çocukların Yağ Yağ Yağmur tekerlemelerine son verilir.

           Son verilir de memleket rahatlar.

           Rahatlık bir yerlerimize mi batıyor sanki. Oturur dururuz şeyimizin üstünde.

           Oh , ne rahat / huzurlu hayat.

           Yan gelip te yat yat yat !..

 

yildirim.gursel@gmail.com

02 Nisan 2011/ İstanbul


NE GÜZEL GÜNLERDİ

 

 

          Ne güzel günlerdi o günler.

          Ciciannemin kilim yapmak için sardığı çaput yumağını aşırıp sokağın başına koşardım. Diğer arkadaşım eski havlu parçası ve iğne iplikle gelir bez topumuzu yapardık. Arkadaşlar birikirdi. O zamanlar takım adlarımız Ataryemez, Karagülle,Egespor … gibi adlar olurdu.Sahamız evlerimizin arasındaki dar sokağımızdı. İki ucunda kalelerimiz vardı. Toprak zeminde düştüğümüzde çok çok dizlerimiz kanar, lastik ayakkabılarımızın ökçesi kopardı.

          Sonra lastik topuna geçtik. Cam çerçeveler bu top yüzünden inmeye başladı. Mahallenin kocakarıları değnekle bizi kovalar oldu. Sık sık patlayan topumuzu yamamaya götürmeye başladık.

          Bir gün deri futbol topuyla mahallenin zengin çocuğu çıktı karşımıza. Onu oyunlarımıza pek almazdık. Top elinde geldi, sokağın duvarına çıktı. Lastik topumuzu bırakıp onun yanına koştuk. “ Kaleci olmam “ dedi önce. “ Peki “ dedik. “Takımını istediğin gibi sen kur “ dedik. Kendisini öteleyen birisini seçti ilkin. Takımları kurduk. Başladık oynamaya. Yeni topa vurmak ta bir keyifti ki sormayın. Ama o çocuk tüm koşuşlarına rağmen ancak dokunabiliyordu topa. Penaltı oldu. Hemen sarıldı topa. “ Ben atacağım “ dedi. Kaleciye işaret ettik. Golü yedi.

          Bu topla birlikte sahamız yetmez oldu bize. Okulumuzun bahçesine koştuk. O günlerde okul bahçesinin duvarı yoktu. Yan taraftaki fındık bahçesi sahibi, sınır olarak dikenli telle çevirmişti bahçesini. Topumuz o bahçeye kaçardı. Korkuyla telin altından geçer topu alırdık. Bir maçta kaleci  bendim. Top bahçeye kaçınca gidip almak istedim. Telin altından geçip topu aldım. Geri dönerken biraz da  korku nedeniyle acele geçmek için en üstteki tele bastım. Zıpladım. Sağ ayağımız başparmağı ile sonraki parmak arası kesilmişti. Kan akıyordu. Eve koştum. Ciciannem durumumu görünce donumu indirdi. “ İşe oğlum “ dedi. Ayak ucuna doğru işeyiverdim. Kan durdurmasının en pratik yolunu  böylece öğrenmiş oldum.

           Biraz daha büyüyünce maçlarımızda kavga çıkmaya başladı. Mahalleler arası maç yapıyorduk.Maç süresi yerine gol sayısı sonucu belirlerdi. Maçı beş golde bitirme kararı alırsak, beş golü atan maçı kazanmış olurdu.  Muhakkak bir olay olurdu. Yenilen taraf hırgür çıkarır ya da yenildikten sonra sahadan biraz uzaklaşınca taş atmaya başlardı. Karşılıklı taş atar, arada bir baş göz yaralanırdı. Başı yaralanan kolay kolay ağlamazdı. Şimdilerde başına  pamuk yumağı değen çocuklar korkudan bayılıyor. Hayret bir şey !

           Oyunlarımızın çokluğu bizi birbirimize bağlar, dostluklarımızı pekiştirirdi. Oyun arkadaşlarımızı bu dostluklar sonunda seçer, böylece kader birliği etmiş olurduk. Hele Köşe Kapmaca oyunundaki dayanışmaya diyecek yoktu doğrusu.

           Yine önemsediğimiz oyunlardan birisi Uzuneşek’ti. Zıplayıp “ Güm” diye düştüğümüzde altımızdakinin “Ah “ diye inlemesi pek keyifli olurdu. Torunuma o günleri, oyunlarımızı anlatıyorum da şaşırıyor. Onun derdi bilgisayar oyunları. Masa başından kalkıp hayatın içine katılmayı beceremiyor. Ama doğaya çıkınca kolay kolay da içeri girmek istemiyor. Bir çelişki işte.

           Ne güzel günlerdi o günler.

           Hepimizin torbasında saklı nice anılar vardır. O anıların tadı yaşamımızın renkleridir.

            Ne yazık ki bu anılarımızı da yaşayamaz olduk. Bir korku sindi üstümüze. Geçmiş günlerden bahsederken geleceğin özlemini yaşamak korkutur oldu bizi. Şimdi kalksak ilk Mahalle Mektebine nasıl başladığımızı anlatsak, Hocanın uzun değneğini başımıza nasıl vurduğunu, nasıl sallana sallana dualar ezberlediğimizi anlatsak olumsuzlayacaklar bizi. Belki de bunları düşündüğümüz için yargılayacaklar.

         Tıpkı “ İmamın Ordusu” gibi.


NE ZAMAN

 

 

          “ Ne zaman galip geleceğiz ? “ dedi damat.

          İki damat var. Biri Galatasaraylı, biri Beşiktaşlı. Derbi maçlarda beni evlerine çağırıyorlar.

          Masa donatılmış durumda. Fındık fıstık dolu …

          Maç başlıyor.

          İlk gol onlardan. Bir sevinç ki sormayın. Ben atıştırıyorum. Bu kez yeneceğiz, diyorlar. Bu kez galip geleceğiz, diyorlar.

          Bir yudum alıyorum. Bakın diyorum, siz ne zaman galip geleceksiniz. Maç bitince anlatırım.

          Golü atınca sahadaki ve yedek kulübesindeki futbolcular öyle seviniyorlar ki teknik direktörün ayak bileğini sakatlıyorlar sevinçlerinden.Hagi’nin dudaklarını bir okuyabilseler !

          Sonra adını bile söylemek istemediğim Fener’den ihraçlı futbolcu müsvettesi gol sevincini eski Başkanına ve Teknik direktörüne kol sallayarak gösteriyor !

          Derken Volkan’a yağan paketler.

          Boş votka şişesi penaltı noktasında !

          Canım Arena Stadı  lekeleniyor. Ali Sami Yen Stadı diyemiyorum, çünkü ruhu yok olmuş !

          Takımdan kaçmak isteyen Baroş, hakemin üstüne yürüyerek kırmızı kart görüyor. Hani kesilmek istenen keçi, çobanın değneğine sürünür ya aynen öyle.

          Maç bitiyor. Sonuç malum.

          Arkama yaslanıyorum.

          Siz ne zaman galip gelebilirsiniz, anlatayım, diyorum.

          BİR : Gol atınca birbirlerini sakatlamayacak kadar  sevindiklerinde.

          İKİ : Sadece Fener’i yenmek için futbol oynamama  mantilesinin tüm camianın kafasına yerleşinceye kadar.

          ÜÇ : Başka takımdan gelmiş bir futbolcunun eski takım sahiplerine sporun etiğini çiğnememenin önemini anlayınca ve bunu sporcularına ilgililerin anlatıncaya kadar. Böyle sporcuların  Galatasaray’da barınmaması gerektiği bilincine varıncaya kadar.

          DÖRT : Takımın mozağini bozan futbolculara “ kurtarıcı “ diye sarılmayıp onlara ödün vermeyinceye kadar.

          BEŞ : Galatasaraylı ruhunu taşıyacak ekibi buluncaya kadar.

          Yutkundular damatlar.

          Ben evden çıkarken mırıldanmaya başladım ; “ Kanaryam sarı kuşum / Ben sana vurulmuşum…”

          Şimdi bu yazıyı okuyunca, “Memlekette bunca dert varken … “ diye başlayabilirsiniz.

Evet, haklısınız ama !..

          İçimde bir korku var. Korkuyu bulaştırmak istemiyorum.

          Bir Başbakan ki  Nükleer enerjiyle tüp gazını eş tutuyor, korkuyorum.

          Nükleerden ya da tüpten değil, bunun ayırtına varamamış Sayın Başbakanımızdan korkuyorum. Halkımıza bu kazığı atmaktan çekinmeyecek iktidardan korkuyorum.

          Ve …

 

 

           Halkımızın bunu anlayamamış olmasından korkuyorum.

 

yildirim.gursel@gmail.com

19 Mart 2011 / İstanbul


HARİTA TAMAMLANIYOR

 

 

          Spor polisi üçüncü çocuğunun doğum haberini aldıktan sonra büyük bir sevinç içinde stadyuma doğru yürüdü. Sevincini kendini bekleyen iki bin kişiyle de paylaşmalıydı. Kürsüye çıktığında “ Esselamınaleyküm ! “ diyerek gürledi. Sahadaki iki bin kişi aynı gürlükte yanıtladı:

          “ Aleykümselam ! “.

          Kürsünün yanındaki tablaya sıçradı. Formasını düzeltti.

          “ Arkadaşlar, son iki günümüze geldik. Bu güne kadarki birlik ve beraberlik çalışmalarımızdan memnunum. Son iki günümüzde,   El Halife Efendi’yi nasıl karşılayacağımız ve nasıl tezahürat yapacağımız konusunda çalışmalar yapacağız. Başarılı olduğumuzda alacağınız belgeler sayesinde İslami Cumhuriyet’ imizin saygılı elemanları olarak işe atılacaksınız ve görevinize başlayacaksınız. Hepimize hayırlı olsun.” diye gırtlaktan çıkan bir sesle gürledi.

          Sonra belini öne doğru eğerek iki kolunu da paralel şekilde uzattı.

          Yaşları 20-30 arasındaki iki bin kişi de aynı şeyi yaptı.

          Ellerini tempolu şekilde vurdu.

          Gönül erenleri de öyle yaptılar.

          El vuruşları sıklaştı.

          Stattan yükselen el çırpmaları sesi kuvvetlenince duvarlara konmuş sığırcıklar, kargalar, güvercinler kanat vurarak göğe doğru uçtular.

          Bu alkış temrininin devamında ses çalışmasına geçildi.

          Gırtlak sesi yükseldi ; “ Ha-li-fe-miz bin ya-şa ! “

          Aşınmış çim sahadan aynı tempoyla cevap geldi ; “ Ha-li-fe-miz  bin ya-şa ! “.

         Turuncu devletin üst makamlarına rapor yazıldı. Gençlik teşkilatlanması tamamdı.

         Üst makamdan Okyanus ötesine faks çekildi. Faksı alan alaylı bir şekilde gülümsedi. Halbuki rapor kendilerine çoktan ulaşmıştı. Rapor Mağrıp-Maşrık ülkeleri masasına getirildi. Masa üzerindeki haritanın üstüne konarak tartışılmaya başlandı. Kalemler, cetveller, pergellerle çizgiler çizildi. Kırmızı zarflara konarak ilgili yerlere postalandı.

          Zarflar Turuncu Hükümetlere ulaşınca sokak gösterileri, gazete kapatmaları, yazar tutuklanmaları başladı. Yargıda yeni reformlara gidildi. Muhalefetler “ Vatan hainliği” yle suçlanarak susturulma yolu uygulamaya kondu.

          Akdeniz’in güneyinden başlayıp Ortadoğu’ya doğru giden dalgalanma kuzeye doğru yükselirken biraz yavaşlar gibi oldu. Domino taşları kolay yıkılmıyordu. Ulusal direnç göstergesi aşağıya inmiyordu.

          Dediler ; “ Bekleyelim.”

          Şimdi karşılıklı beklemeler başladı.

          Nereye kadar mı ?

          Sandık ortaya konana kadar.

SAYILI GÜNLER TÜKENDİ

 

YOLUN SONU GÖRÜNÜYOR

 

          Haykırmak istiyorum “ seni seviyorum”  diye.

          Baharda,  kurumuş ağaç dalı gibi suskunum. Yöremde açmış yeşil dalların ve çiçeklerin hasreti içinde küskün ve durgun duruyorum.

          Yağmur yüklü bulutların serinliği vurmuyor kabuğuma. Hissedemiyorum.

          Böcekler kanat çırparak konmuyor kuru gövdeme.

          Yapraklarım açmamış ki gölgem olsun. Sığınanım yok gölgemde.

          Hiçbir aşığın sevdalı sesini duyamıyorum.

          Karıncalar ağızlarındaki yüklerle tırmalayarak geçiyorlar.

          Kelebek yok.

          Kuş yok.

          Dalıma sarılmış bir ince kablo, kablonun ucunda kara bir kutu ve cırıl cırıl bir ses.

          Ne  beni söylüyor, ne dinleyeni var.

          Günlerimi anımsıyorum. Bal yüklü kollarımda büyümüş meyveleri. Ona hayran hayran bakan insanları. Çiçeklerimi. Çiçeğimi sevgilisinin saçlarına takan sevdalı genci anımsıyorum.  Onun sevda yüklü bedenine uzanıyorum ta  Afrika ormanları gibi. Nil nehri gibi.

          Kızılırmak gibi.

          Ordu dereleri  gibi.

          Ah Ordu dereleri ! Bedenimi  ıslatan, serinleten, dalıma canlılık veren dereler…

          Sularında ıslanmak, sevdamı ilk gözenden başlatarak kaylık taşlar üzerinden atlaya atlaya, kıvrımlar çizerek; yanlarında sümbüller, mor menekşeler açmış, şırıltılarla uzanan sularında yıkanmak ne büyük yaşam duygusu olurdu.

          Ama dereler uzanamıyor köklerime ve özsu çıkmıyor kollarıma.

         Mecnun gibiyim.

         Ferhat gibiyim.

         Ağır ağır şiirlerimden mısralar sayıklıyorum, bana bakmadan geçip giden gölgenin arkasından.

        “ İstanbul’da karaya vurmuş bir adam ağlar

           Duyulu uzaktan karcığar faslı

           Yere düşen oyalı mendildir sevdam

           Beni sana sarışın öksüzlüğün bağlar.”.

         

           Sonra oturuyorum  bir taşın üzerine. Bekliyorum bir ağacın dalı gölge olsun bana.

           Dal benden yorgun.

           Dal benden suskun.

           Gün çoktan doğmuş, gelmiş geçmiş. Diğer günler gibi.

           Yaşlılar bastonlarına tutunmuş,  yokuşu omuzlamışlar gidiyorlar bir bir.

           Ben günlere tutunmaya çalışıyorum.

           Ama günler tükenmiş.

           Sevdalı günler tükenmiş. Aynı sayılı mısır taneleri gibi. Aynı tespih taneleri gibi. Sadece imame duruyor orada.

           Yani yolun sonu görünüyor artık dostlar.

           Sadece anılar kalacak.


ŞU HORTUMLU DÜNYADA FİL YALNIZ BİR HAYVANDIR

 

 

          “… Biz maçlara sevinip balkonlardaki bebekleri vuran, kamyonlarla arabalarla birbirimizi ezen, en ufak bir gerginlikte yumruklaşan, rüşvete, hukuksuzluğa, kötü yönetilmeye göz yuman, bir kiloluk iki tane ‘bebek ‘ kılıç balığını Kızılay’ın ortasındaki balıkçılarda satan, üzerinde Amerikan sloganlı tişört, elinde tespihle gezen, yalnızlığındaki bütün kanalizasyonu denize, içindeki tüm hırsı birbirine döken bir millet olmaya başladık…”

          “… İkinci Dünya Savaşı sırasında rahmetli İsmet İNÖNÜ, ‘Zor durumdayız, herkes nikâh yüzüklerini versin’ der. İnsanların durumu bu güne göre onlarca defa daha kötü, insanlar mısır saplarının öğütülmesinden yapılmış ekmekleri karneyle alabiliyorlar, şeker yok, un yok … Koca bir ülke … Herkes çıkarır nikâh yüzüğünü, ülkesi için verir. Bugün deselerki ülke batıyor (ki batıyor) şu aldığınız zammın yarısını verir misiniz ?

           Hiç kimse vermez.

           Çünkü yurdumuzu artık sevmiyoruz.

           Hepimizin kalbinden yurt sevgisini ufak ufak, parça parça aldılar. “

          “1920’ lerde ‘ Türk Övün, Çalış, Güven ‘ denilen bir yurtta, ( Neyle övüneyim? Nerede çalışayım? Kime güveneyim? ) diyecek duruma geldik.

           Okul minibüsüyle sürat yapan şoförün, benim akciğer kanseri olan arkadaşımın SSK’ da yüzüne bakmayan, ama muayenesinde ilgi meleği kesilen doktorun,yavru balıkları trolle avlayan balıkçının,okulunu,hastanesini temiz tutmayan temizlikçinin,lokantasını temizlemeyen garsonun,  rüşvete boğulmuş memurun … Bu kitabı okuyan sizin ve benim …

            Hiç birimiz işimizi iyi yapmıyoruz.

            O yüzden ülke hukuksuz, sağlıksız  ve eğitimsiz.

           Hiçbirimiz  yurdumuzu hak ettiği kadar sevmiyoruz.

           Bu ülkeyi sevin…”

           Yazar : Ahmet Şerif İZGÖREN

           Yoksa …

           Artık sokaklarda yaşlıları karşıdan karşıya geçiren kimseler olmayacak. Zaten yok.

           Bazen bir tane çaksam, diyen erkeklerin oranı, ankete göre % 68 olmuş. Daha erkek bir ülkede yaşamaya hazır olmalıyız. Zaten erkek milletiz.

           Göçmen kuşlar bile göç yollarını değiştirdiler. Sularımızın ,göllerimizin, yeşil alanlarımızın kıymetini bilen yok. Zaten bu gidişle kalmayacak.

           Bir ilahi şöyle diyor ; “ Burhan sorardım aslıma/ Aslım bana burhan imiş ! “ Açıklaması şu: “ Kendime Tanrı’yla ilgili delil sorardım/ Meğer kendim delilmişim.” Şimdi inandığı dini hiç araştırmadan koca  bir yaşamını geçiştiren, din yobazlarının peşine düşerek lâdini olan, dini afyon gibi kullanan siyasetçinin ardında secdeye duran, sevgi dinini Arap’ın korku dinine yönelten sizler neredesiniz ? Okuyor musunuz ? Zaten okuyan bir ulus değiliz.

           Kimi kişiler güçlüklerle karşılaştığında hemen harekete geçer. Güçlüğü yenmek için bir çözüm yolu olduğuna inanır. Tepkisini gösterir ve kararını alır.  Harekete geçer. Biz çözümlerimizi 1919’ dan başlayarak kendimiz ararken, sonraları Avrupa kapılarında arar olduk. Politika cambazlarının oyunuyla çözümleri sadece ve sadece  onlara bıraktık. Düşünmeyi ar edindik. Düşüneni, çözüm ileri süreni aforoz ettik. Silivri mahkemeleri ne yapacağını şaşıran vatandaşı bile ayırdı.  Zaten gittikçe ayrılan, ayrışan bir ulus olmuyor muyuz ?

             Ne yapalım, diye sormayalım.

             Yapacaklarınızı sır gibi saklamayın.Çıkın ortaya.Her birimizin yurdumuzu gereği kadar sevmesi gerek.

             Yoksa ! …

BEN UYUMADIM

 

 

          Bu yazıyı okumadan önce 11 Şubat tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde Onuncu Köy-Bekir Coşkun köşesinin okunması gerekir. Sevgili Erol’un o yazıyı gazeteye ekleyeceğini biliyorum. Böylece benim yazım daha anlam kazanır.

          O yazı okunsun istiyorum.

          Çünkü …

          “Herkes uyurken çok şey oluyor bu memlekette …”

          “Ortalık karanlıktı … “

          Ama ben uyuyamadım.

          Benim gibi % 42’ ler uyuyamamış olabilirler, dedim kendime.

          Beşinci kattaki evimin balkonuna çıktım. Evlere, evlerin pencerelerine baktım. Işıklar aradım. Uykusuzluğumu “ lan, armut, hıyar … “ sözcükleriyle dolu spor programlarını izlediğime yormayın.

Ya da sulu zırtlak eğlence programlarını izlediğimi sanmayın.

          Derin uykusuna dalmış güzel ülkemin insanlarının nasıl mışıl mışıl uyuduğunu düşünerek huzursuz olduğumu fark ediverin.

          Köyleşen kentlerimizdeki insanlarımızın neden kentleşemediğini; kente geldiklerinde tüm rahatı sağlasalar bile, tüm teknolojik araçları evlerine yığsalar bile kentlide olması gereken davranışları edinemediklerini görünce …

          AB’li olacağız diye çır çır çırpınırken varacakları el kapılarında bir türlü AB kültürünün oluştuğu Avrupa kentlerinde onlar gibi davranamayacaklarını gördükçe …

         Varoşlardaki sığınmacı, aşağılayıcı kültürde sömürüldüklerini gördükçe …

         Aslında onlara nasıl davranmalarını söyleyecek, yol gösterecek kentlilerin kalmadığı, fakat  altmış yıldır iktidarlarını onların sırtından sürdürenlerin bile iyileştirici önlemlerde bulunmadıklarını ve bunları da bu halkın anlayamadığını gördükçe …

         Bilgiyi ve teknolojiyi kullanmada eğitime yönelmediklerini gördükçe …

         Avrupalı toplumun kendi yarattığı dünyada yaşarken, benim insanlarımın ithal ettikleri toplum modelinde yaşama çığırtkanlığını yaptığını gördükçe …

         Bunlara çanak tutanların altmış yıldır iktidarda olduğunu gördükçe …

         Çin ve Hindistan dahil geçmişte sömürge oldukları halde bugün bilim ve teknolojide attıkları adımlarla kaderlerini değiştirirken, Kore’nin bizi çoktan aşmış durumunu izlerken ve Batı artık daha kolay bir av olarak gördüğü Müslüman toplumlarını sakal-bıyık çizgisinde meşgul ederken; bunları gördükçe …

         Osmanlı sona erdiğinde % 90’ı okuma-yazma bilmeyen ve 1300 yıl okuma-yazma bilmeden kırsal kesimde at,eşek,koyun,dam,karasaban … peşinde koşan halkımın Atatürk Devrimlerini halâ benimseyememiş olduğunu görünce …

         Uyuyamadım ...

         Çünkü yıllardır  uğruna uğraşı verdiğim çağdaş düşüncenin,Kurtuluş ve Kuruluş’un dünya uluslarına örnek olduğu gerçek iken bizim ondan uzaklaşımızın bende yarattığı sıkıntılarla nasıl uyurum ?

         Ben uyumadım, demek istiyorum.

         Yurtseverlerin de “ Ben uyumadım “ diye bağırarak ortaya çıkmasını, birbirine sarılmasını, büyük bir uğraşının, çabanın içine girerek bu aymazlığın yok edilmesi yolunda mücadelesini istiyorum.

         Yoksa nice uykular boğazımızda düğüm düğüm olacak !

Yildirim.gursel@gmail.com     12 Şubat 2011-İstanbul


TELEF OLDU

 

 

            Gazetedeki haber aynen şöyle:

           “… tavuk çiftliğinden  6 bin tavuk alarak yola çıkan kamyon, tipi nedeniyle devrilince aynı şirket için çalışan tavuk yüklü 5 kamyon daha mahsur kaldı. Araçlar uzun süre kurtulamayınca kamyonlardaki 36 bin tavuktan 15 bine yakınının soğuktan telef olduğu bildirildi.”

          Tavuk bu, yumurtlasın diye beslenmiş. Sonra verimi azalmış. Kesilmek üzere kamyonlara doldurulmuş. Görülmez olay değil ya kaza geçirmişler. 15 bini telef olmuş.

          Sahibi üzülmüş müdür; zannetmem.

          Belki paracıkları heba olduğundan içinden vahlanmıştır. Hatta kızmıştır bile.

          Ölmenin sırası mıydı ?

          Haber şöyle de olabilirdi;

        “… ilinden oy kullanmak üzere yola çıkan 6 otobüs, tipi nedeniyle devrilince aynı amaçla yola çıkan diğer 5 otobüsün de yolu tıkanmış ve yolcular mahsur kalmıştır. Araçlar uzun süre kurtulamayınca otobüslerdeki yolculardan 15’i …”

         Onları uğurlayan partili zevat üzülmüştür elbette.

         Hatta kızmıştır.

         Ölmenin sırası mıydı ?

        Bunca kömür, bunca file dolusu yiyecek, en tazesinden 100 gramlık kahve poşetleri boşuna mı gitti ! Onlar (evde varken) yine soğutucu ya da çamaşır makinesi bile almışlardır. Fazlalık göz mü çıkarır, diye düşünerek gelen bağış ahırın bir köşesine konmuştur. 10 yıl sonra evlenecek kızına gelin bahşişi olarak verilecektir. Fena mı olur yani !..

         Tavuklar hiç kıpırdamamış. Gık ! deyip uzanmışlar yere.

         Koyun olsalardı yine aynı olurdu. Hiç sesleri çıkmazdı.

         İnsan olunca sesleri çıktı mı; yoksa “ kader “ deyip boyunlarını eğdiler mi ?

         Hepsi aynı. Vur boyunlarına, ellerine al ekmeklerini !

        Otobüs devrilip kaza geçirenler seslerini duyurmak için “ ıslık “ çaldılar mı?

        Koyunlar melediler mi ?

        Kümesin efendisi horoz bir kere öttü mü ?

        Hayır.

       O tavuklar tırlara doldurulup gemiciklere yükleneceklerdi. Önlerine birazcık su, yem konacaktı. Onlar ona razıydı elbet. Bir kere insanlara boyun eğmişlerdi.

       Ya insanlar ?

       Benim köylüm, benim işçim, benim üreticim diye bağırlara basılan insancıklar ?

       Ah, onlar mı ?

     

      yildirim.gursel@gmail.com

      04 Şubat 2011-02-04

DÜDÜKLÜ TENCERE

 

 

          Teknoloji yaşamın her alanına girince mutfaktan uzak durması beklenilemezdi. Değişen araç gereçlerle birlikte pişirme alışkanlıkları da değişti. Ona bağlı olarak yemek yeme alışkanlıkları da …

          Kalaylı bakır tencerelerin yerini düdüklü kaplar aldı.

          Mahalle aralıklarını seslerini duyduğumuz bakırcı ve kalaycılar da yok oldular.

          Sebzeleri dolduruyorsun düdüklüye. Düdüklünün ağzını kapatıp ocağa koyuyorsun. Ayrılıp başka işe gidebiliyorsun. Yemek pişince düdüklü ötüyor.

          Düüüt !

          Koşup düdüklüyü ocaktan indirmek gerek. Yoksa öter öter,bakar ki aldıran yok. Patlar !..

          Her tarafta yemek kırıntıları …

          Kişiler de böyledir. Dolduruluşa gelince ötmeye başlar. Aldıran olmazsa patlar. Cam çerçeve kırar. Kaldırım taşlarını söker atar. Daha neler neler !..

          Statlara gelen seyircilerinde kendilerini anlatma yöntemi alkış ya da ıslıktır. Hani düdük gibi ötseler diyeceğiz ama her birinin düdüklü tencere taşıma olanağı yok. Olsa bile stattan içeri sokmazlar.

          Ne yapsın seyirci ?

          Beğendiğini alkışlıyor.

          Beğenmeyince ıslıklıyor.

          Parasını vermiş. Beğenisini ortaya koyması onun hakkı. Birilerinin işaretiyle hareket edecek değil. Yani onu orkestranın davulcusu gibi görmek yanlış.

          Örneğin Galatasaraylılar ya da Beşiktaş’ın Çarşı gurubu. Fenerlilerin gönüllü sevdalıları. Hep beraber orkestra gibi hareket ederken onları yönetmeye kalkmak mümkün mü ?.. Canları bazı konuşmalara sıkılmış. Tuttukları takım adına üzüntü duymuşlar.

           Ne yapmalılar ?

           Islıkla protesto etmişler.

           Kulübün başkanı, Başbakanımız ve diğer zevat bundan alınmış .

           Yani ülkenin büyükleri ıslıklanmaz mı ? Öyle bir kural mı var ?

           Demokrasi anlayışı AKP ile biraz değişiyor gibi. Zaten adım adım izliyoruz bunu, anlatmaya çalışıyoruz. Yakında koyunlarını otlatan çoban, cebine eline sokup zevkli bir anını yaşamak isteyen vatandaş, hastasının dil bozukluğunu düzeltmeye çalışan doktor ıslık çalamayacak. Ya da ıslım çalmak için dilekçe yazıp izin isteyecek.

            Çalayım mı ağbi ?

            Çal kardeşim.

            Demokrasimiz ıslıkla kurtulacak.

            Ben sandığa giderken ıslık  çalacağım.

            Ya siz ?...

 

yildirim.gursel@gmail.com

27 Ocak 2011-01-27


        
GALATASARAYLI OLMAK

 

 

         Dostlarım benim ne kadar fanatik Fenerli olduğumu bilir. Hele Galatasaraylılara karşı duruşumu kolay kolay terk etmem. Ama ne varki olaylar ve zaman kişiyi bazı değişikliklere itiyor.

         “Yani Fener!den vaz mı geçtin ? “ diye sormayın.

        Asla !

        Fakat Arena  stadında yaşananları okuyunca Galatasaraylı olmanın da bir duruş olduğunu gördüm ve anladım. Şimdi nerede Galatasaraylı görsem önümü ilikliyor ve sevgilerimi sunuyorum.Her ne kadar son yıllarda yaşadığı sportif başarısızlıklar beni sevindiriyorsa da !..

        Sporun ne yüce ahlaki değerler taşıdığını anlatmaya çalışıyorduk. Anlatmak çoğu kez yetmiyor. Bilinmedik bir olay  her şeyi daha iyi sergiliyor. İşte Arena’da yaşananlar bu sergilemenin güzel bir örneği oldu.

        İnsanların beğenmediğini protesto etmesi kadar haklı bir duruş olmaz. Protesto edilenler en yüce makamda bile olsalar olayı kişiselleşme yerine, nedenini irdelemesi gerekmektedir. Ama her şeyde olduğu gibi bu kez de iktidar sahibi olanlar mercekle suçlu aramaya kalkmışlardır. Bu kalkışmaya kulüp başkanı da çanak tutmuştur.

         Şimdi tribünlerde protestocu arama avı başlatılmıştır.

         Hani kızıyorum bu protestocu Galatasaraylılara.

         Sizin göreviniz alkış.

         Ne mi yapacaktınız ?

         Galiba Ali Sami Yen’in açılışında o zamanın Başbakanı Sayın Demirel santrada açılış vuruşu yapacaktı. Yaptı da. Ama seyircilerin protestosundan nasibini de aldı. Öfkelendi mi, hayır. Olayı saygıyla karşıladığını bile belirtti. Sayın Başbakan Erdoğan da herhalde bir açılış vuruşu yapacaktı. Olmadı. Sayın Polat’la başlayan olumsuz konuşmalar seyirciyi tahrik etti. Yine de susmala mıydılar?

        Bence  akla ve duygularına uygun olanı yaptılar.

        Öyle ya sonuçta bu stadın parasını halkımız ödemişti. İktidarın görevi bu stadı ve bu stada benzer stadları yapmaktır. Benim sayemde oldu, söylemi yanlıştı.

        Polat’ın başkanlığı ile beraber stadın Galatasaray’a devri tamamlanmış olacaktı. Olmadı.

        Bunları Galatasaray taraftarları yer miydi ?

        Yemedi.

        Bir duruş sergiledi.

        Ülkemizin bu tür duruşlara ihtiyacı var.

        Eğilip bükülmek yok.

        Doğru bildiğini söylemek, onun peşinden koşmak var.

        Sayın büyüklerimizin de hoşgörülü olması, öfke yerine samimiyetini sergilemesi en güzel yöntem olur. Demokrasi bu tür anlayışlarla güzelleşir.

        Galatasaraylı taraftarlar bana bu duyguyu yaşattıkları için bir an Galatasaraylı mı olsam diye düşündüm.Ne  dersiniz ?..

 

yildirim.gursel@gmail.com

20.01.2011/ İstanbul

 

ACELE ETME ÇABUK OL

 

“Nasıl olacak bu?” diye sorabilirsiniz. Aslında bu soruyu sadece ve sadece %58’ciler sorar.

 Niye mi ?

 Son günlerde yaşananları görünce, acele edenlerin neleri düşünmeden sandığa aceleyle gittikleri anlaşılıyor. Her ne kadar onlar, yine “ Ne olmuş yani !” diyerek haklılıklarını belirtecekler. Çünkü ülkenin geleceği ile ilgili olarak dertleri yok. Bu ülke Sevr’e uygun bölünmüş bile olsa, bölünmüş topraklarda yanaşma düzeninde yerlerini alırlar. Ya da en azından sürdürülen düzenin şakşakçıları olarak kendilerini korurlar.

Hiç mi masumlar yok, diyebilirsiniz.

Elbette var. Bu ülkenin insanları demokrasi nutuklarını çok severler. Kendilerine demokrasi vadeden kürsü cambazlarına samimi duygularını açıkca sergilerler. Onlara sarılırlar. Hele dinsel inançlarını sandığa yansıtanları öylesine alkışlarlar ki sandığa sonra çıkacak siyasiye dermanları kalmaz. Onların ne söyleyeceklerine aldırış etmez.

Cuma namazında vaaz efendiyi nasıl dinlerler, bilirsiniz. Namaz bittikten sonra dışarıya çıktıklarında kimsenin aklında bir şey kalmaz. Çünkü edilen vaaz, onlara doğru bir yaşam, onurlu bir hayat, geçmişi bilip geleceğe yönelmek gibi pencereler sunmaktadır. Onlar ise bunca verilmiş söz varken yenilere açılmanın kendilerini yeni sıkıntılara sokacağının hesabını yaparlar.

Kapıya getirilmiş filenin hesabını yapmazlar.

Kapıya yığılmış kömürün hesabını yapmazlar.

Dağıtılan paraların girdisini sormazlar.

Tilki kümese dadanmıştır ama şimdilik kümesten gıdırtı gelmemektedir.

Olsun.

Yazımızı bir fıkrayla sonlandıralım.   

Nasrettin Hoca kendisine pantolon almak niyetiyle Bursa çarşısına gider. Pantolonu alır gibi üstünde dener ama sonra geri verir. Onun yerine bir cüppe alır. Paketi sardırır. Koltuğunun altına koyar. Çıkar. Tam bu sırada satıcı “ Parasını ödemediniz “ der. Hoca da “Pantolonu bıraktım, karşılığında cüppeyi aldım ya !.” der. Satıcı “ Ama sen pantolonun parasını ödemedin ki “ der. Hoca bu kez, “ Hoş insanlarsınız Bursalı efendi. Ben sanki pantolonu aldım mı? “.

Yakında % 58’ ciler pantolon hesabında şaşmazlarsa ben şaşarım.



OF PUF

 

 

            Sıcaklar bastırdıkça yaşamamızda ki değişkenler insanlarımızı bunaltmaya başladı. Hele nemin artışı sıcaklık ölçüsünü hepten şaşırttı.

            Yaylaya koşanlar, denize koşanlar iş düzenini de  bozdu.

            Bu anlarda fırıncıları düşünürüm hep. Onların emeklerini,boncuk boncuk terlerini, fırından çıkan mis kokulu ekmekler karşısında gururlarını. Derler ki, ekmek alacaksan vitrinden seç! Çünkü en kızarmış ekmekler orada sıralanır.

Siyasette böyle olsa;politikacılar toplum karşısında ıralansa, amaçlarını açık açık söylese de insanlar onların arasından en halis(!) olanları seçebilse.

            Of Puf!..

            Bu sıcakta sanki başka dert yok.

            Ben dağlara kaçtım. Çam ormanlarının arasına. Soğuk su başlarına. Gece yıldızlara, yıldız yağmurlarına baka baka derin uykulara dalıyorum.

            Ye denize koşanlar!.. Doğrusu pek imreniyorum. Temiz deniz mi kaldı? Sahil boyunca uzanan karayolunun gürültüsü ve bizi denizden ayıran görüntüsü?

            Of Puf!..

            Derelerimiz boğulmaya başladı. Bakın Ordu derelerini, aksın yukarı doğru da, bizler türkülerimizi söyleyelim. Ayağında naliniyle sıyırdığı eteğinin narin görüntüsüyle suya giren periyi düşlemeye çalışıyorum.

            TV’yi açmak gelmiyor içimden. Yasaların anası olacak anayasamız üzerinde oynanan oyunları görünce bunalıyorum. Midem karışıyor. Bağırsaklarım bozuluyor.

            Ramazanın güzelliği üzerine karabasanlar geliyor. Yoksul kapılarında altın bilezikli hanımefendilerin yardım paketlerini dağıtan görüntüleri beynimi zorluyor.

            Of Puf!!!

            Kamyonlardan atılan kömür torbaları, omuzlarıma dağlar yüklüyor.

            Şehit haberleri gönlümü dağlıyor. Of!..

            Kürsülerde birileri!...

            Puf!..

            Bu ülkenin onurlu insanlarının üzerinde yükselmeye çalışan ey küçük insanlar;lütfen yer değiştirip sizler onları dinleyin. Keselerimizin ağzını kapatıp onların hazinelerine koşun.

            Radyoda bir türkü; Aman tabip, can tabip,oy tabip? Saramazsın bu yarayı can tabip.

            Of ki of!
             Şu alemin görüntüsüne puf ki puf!


BICIŞMAK

            Türk diline, Türkçenin sesine hayran olmamak mümkün değil. Olayları anlatışındaki müthiş dil gücü, kendisine karşı olanları bile şaşırtıyor.

            Vatanın neresi, demişler.

            Yanıtı; Vatanım dilimdir demiş kişi.

            Bu vatanın bir köşesinden aldım bu sözcüğü;

            Bıcışmak.

            Yerel anlamı;kararlaştırılan işten, sözden vazgeçmek. Bıcışan kişiye, birazda aşağılamak için “Vazgeldi” de deniyor. “Caymak” diye de karşılığı var,. Cayan kişi ayni zamanda güvenilir olmadığını da betimliyor. Sözlük anlamı; Vazgeçmek sözünden ya da kararından dönmek, olarak gösterilebilir. Bu kişilere , yine yerel bir ifadeyle “Dönük” denmektedir. Dönük sözcüğünün sosyolojik bir anlamı da var. Bunu ayrı bir yazımızda anlatırız.

            Bıcışmak sözcüğü, günümüzün olaylarını en iyi anlatan ifadelerden biri. YAŞ’la birlikte topluma yansıyan kararlar,sözler, davranışlar saat başı değişiveriyor. Yanı birileri bıcışıyor. Verdiği sözden cayıyor. Dik duruş göremiyor. Dolayısıyla, toplum önderlerinin bu vaz geçişleri insanlarımıza yansıyor. Çıkar ilişkileri öne çıkıyor. Davranış modellerinin sarsıcı yapısı, toplumu da bozuyor.

            Bakıyorsunuz; bıcışan bıcışana!

            Vazgelen, sulu gözlerle ağlama edebiyatı yaparak puan kazanmaya, kendini haklı göstermeye çalışıyor.

            Cayan kişi, soluğu başka dere kenarlarında alıyor.

            Herkes birbirine, içinden, dönük diyerek sesleniyor.

            Ay ışığında mum yakıp adam aramaya başlıyoruz.

            Adam gibi adam!

            Bıcışmayan, vazgelmeyen, caymayan, dönmeyen!..

            Arada bulasın.

            Ödleklikle dönekliğin sanat olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Yaşasın Türkiye!..


BU FİLMİ GÖRMÜŞTÜK

 

              Önce, haberi köşesine alan Ali Sirmen (Cumhuriyet 29 Temmuz)’in yazısından alıntı yapalım.

            “Başbakan Erdoğan önceki gün Ankara’da İngiltere Başbakanı David Cameron’u ağırladı.Bir de keyifli ortak basın toplantısı yaptılar. O toplantıda Başbakan, konuğuna verdiği değeri dile getirecek şekilde şöyle seslendi:

              -Değerli dostum David.

               Cameron da, Başbakanımıza, Amerikalılarda adet olduğu şekilde, adıyla hitap etti:

-   Tayyip.

Bu keyifli basın toplantısının fotoğrafını dünkü Milliyet’te gördüm. Gördüm de benim pek

hoşuma gitmedi. Çünkü hemen resimle birlikte verilen haberde Cameron’un şunları söylediği yazılıydı:

-Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin AB sürecinin önünde duruyor, bu sorunu ne kadar hızlı çözersek, süreci o kadar hızlandırırız.

…”

Gördünüz mü akıllı adamın lafını !

Sözün arkasında baklava tadında öğüt var. Diplomatik dille neyin, nasıl olacağını gösteriyor. AB’ye girmek istiyorsan Kıbrıs’ı hallet.

Nasıl olacak bu iş ?

Kıbrıs’ı Rum tarafına teslim et.

Yani, bunun İngilizcesi,yersen!..

Zaten yemediğimiz herze (!) kalmadı.

Merak ettiğim şu; acaba bizimkiler ne yaptı ?

Fotoğrafa bakarsak, bizimkilerin yüzünde gülücükler varmış. Cameron söyledikçe geniş geniş gülümsüyorlarmış. Bu sırada Cameron’un aklından kim bilir neler geçmiştir. Hatta, Türkler yine numaramızı yedi, bile demiştir.

Ama ben ifrit oldum. Nefesim tıkandı. Adamın gülüşüyle birinin bana sövüşü arasında fark göremedim. Onlar bizi halâ Sevr’de masaya oturttukları Osmanlıya benzetiyorlar. Dayatırsak alırız, fikri sabitindeler. Lozan güclerine gidiyor ya intikam peşindeler.

Eh, yalakalarını da bulmuşlarsa adım üzerine adım atarak, gülücüklerle ilerliyorlar.

Nereye kadar ?

Bir gün onlara, bu lafları yemediğimizi, AB’nin artık kabak tadı verdiğini söyleyecek devlet adamlarımıza kavuştuğumuz zaman.

Türkiye’nin kendi sorunlarını başkalarına ,ihale etmeye ihtiyacı olmadığını söyleyecek dik duruşlu kişilere kavuştuğumuz zaman.

Olumsuz konuşmalarda, gülücüklerle karşılık verme yerine kaşlarını çatacak nitelikte yurtseverlere kavuştuğumuz zaman.

Bu filmi renklendirip karşımıza çıkanlara artık doğru yanıt vermeliyiz. Ülkemin bu durumu yüreğimi acıtıyor. Sizin de acıtıyorsa yol yakın. 12 Eylül bir fırsat olarak karşımıza çıktı.

Ya devlet başa, ya da kuzgun leşe !..

               yildirim.gursel@gmail.com/ ORDU

 

 

 

 

DOĞRU YORUMLAMAK

            “ İnsan aç kalmak istemiyor, barınak istiyor ve geleceğinin güvence içinde olmasını istiyor.”            

            Bu bir genel saptama. Dünyanın neresine giderseniz gidin toplumlar bu saptamaya uygun olarak kendi düzenlerini kurmak isterler. Bunu sağlayacak olan devlet düzenine erişmek ve o devlete bağlı birey olarak yaşamak isterler. Devlet ise bireylerinin bu bağlılığını ve isteğini karşılamak için gelişmiş teknolojiye uygun üretim sistemi kurmak zorundadır. Biliyoruz ki teknolojinin temeli bilimdir. Yine söylemek gerekirse bunu sağlayacak olan da devlettir. Bu da ancak ulus devlet modeliyle olur.

              Ulus devlet  bağımsızdır. Siyasette ve ekonomide bağımsız, özgür, kendi istencine göre hareket eden, eğitimini ulusunun gereksinmelerine göre yapılandırmış bir yapıdadır. Halkının bağımsızlığını ve üretime katkısını sağlayarak görevini yerine getirmeye çalışır. Bu yapı devam ettiği müddetçe de kendi varlığını  da korumuş olur.

            Günümüzde devletleri bağımlı, bağımsız diye ayırmak mümkün. Bağımsız ülkeler kendi teknolojilerini kurarak üretimi ele geçirmişler, hatta egemenliklerini sürdürmek amacıyla sömürge anlayışını yaratmışlar ve günümüze kadar varlıklarını farklı biçimde sürdürmüşlerdir. Bağımlı dediğimiz ülkelerin ana sorunu teknolojiye sahip olamamak ve dolayısıyla üretememektir. Elbetteki gelişmiş teknolojiye bağlı üretim, bir egemenlik aracı olarak kullanılmaktadır. Günümüzün kalkınmış, gelişmiş dediğimiz ülkelerine bakarsak, onların teknolojiye ne kadar önem verdiklerini ve teknolojik gelişmeleri kendi markaları üzerinden sürdürdüklerini görürüz. Ayrıca onların  yarattıkları liberal kapitalizm, küreselleşme denen kandırmacalar, varlıklarını sürdürmek için birer araçtır. Bağımlı ülkelere dayattıkları birer modeldlr.

              Ne yazık ki bu modelin, bağımlı ülkelerde elemanları, ayakları vardır.

              Bu durum üzüntüyle söylemek gerekirse ülkemizde de vardır. Siyasal varlıklarını ve toplumun mutluluğuna rağmen hüküm sürme anlayışlarını ısrarla sürdürmek isteyen politikacılar Türk toplumunun önünde bir engel olarak durmaktadırlar. Saptırıcı söylemlerle,hukuksal olmayan adımlarla, yalanlarla insanlarımızı kandırarak  sürdürülen bu yapı, ulusumuzun geleceğini karartmaktadır. Hiçbir teknolojik yatırım ve destek görmemişken eğitimimizde yapılan değişiklikler bizi geleceği umutsuz bir dünyaya doğru sürüklemektedir. Unutmayalım; bu yüzyılda yalanın sınırı yoktur. Ahlaksızlığın da sınırı yoktur. İnsanları kandırmak bir bilimdir. Kapitalizm de bilim ve teknolojiyi  yalanla birlikte etkili olarak kullanan sömürge örgütlenmesidir. Toplumumuza bu durumu iyi açıklamak ve oynanan oyunu açıkca belirtmek zorundayız.

             Yoksa !...

 

     KÖPRÜ YERİNDE Mİ ?

     Uzun yolculuklarda geçtiğiniz yollarda dereler,ırmaklar vardır. Onları geçerken yanlarındaki demir bantlar size köprüden geçtiğinizi anımsatır. Bu nedenle bana, köprüler hep atlama, bilmeden geçme anlamını yaratır. İnsanoğlu  geçmede zorluk gördüğü yere köprü kurar.  Böylece çoğu kez bilmeden, anlamadan  oradan, o yoldan geçer gider.

            Bilirsiniz, güreşte köprü kurarak yenilmekten kurtulan güreşçinin yenilmesi değil de kurduğu köprünün önemi daha çok vurgulanır. Siyasetçiler kurdukları köprüler ile övünürler. Bu köprü, seçmenle kurulan bağıntı olur  ya da parti başkanına bağlantı köprüsü olabilir.

      Aslında aklın köprüsünü kurmak en doğrusudur da bunu becerebilmek kolay değildir. Kolay olmadığı içinde kişiler bu yolu pek denemezler.

     Düşünürlerin toplumla kurmak istedikleri köprü ise çok önemlidir. Bu yolda önemli sözler de sarf ederler. İşte bunlardan bazı örnekler:

     Pasolini’ye sormuşlar, “ Vatanın neresidir ?” diye. Yanıtlamış; “ Dilimdir ” demiş.

     Siz vatanınızın neresi olduğunu hiç sorguladınız mı?

     “Kralların çocuklarına sizinle ben de ağlarım, elverir ki siz de halkın çocuklarına benimle ağlayın” .

     Şehitlerimizin arkasından ağlayanlarla Beyoğlu barlarında dolaşan kralların ( !) çocuklarını düşünüyorum.

     “Terazi eğilmek zorundaysa halktan yana olsun. O daha çok eskiden beri acı çekiyor.”

      Yılardır halktan yana bir terazi tartısı görmedik. Gören haber versin de tartımızı oraya yönlendirelim.

     “ Suçlu günahı işleyen değil, gölgeyi yaratandır”.

      Gölgeyi ben yarattım diyene rastlayamadık. Hele politikacılar asla bugüne değin dememişlerdir. Yoksa halk kendi gölgesini kendisi mi yaratıyor ?

     “ Toprakta kefenlediğimiz kimseler vardır, ama daha çok ayrı bir şekilde sevilenleri de vardır ki, kefenleri yüreğimizde olmuştur., anıları her gün yüreğimizin vuruşlarına karışır; soluk alır gibi onları düşünürüz, aşka vergi bir ruh sıçramasının tatlı yasasına göre bizdedirler.( Vadideki Zambak’tan)

      Bir gün herhangi bir köprüden geçerken geride bıraktıklarınızı düşünerek bu sözü anımsayınız. Belki aramızda bir düş köprüsü  kurulur.

ÇÖPLÜKTE ŞİİR

 

              Bir genç tanıdım.

              Çöp bidonlarına ellerini daldırıp ayırdığı plastik artıklarını çöp arabasının torbasına dolduruyor. Bir yandan da bazı kağıt parçacıklarını, kitap sayfalarını arabasının yan tarafına astığı,eski bir okul çantasının içerisine  tıkıştırıyordu.Merak ettim. Diğer günlerde de izledim. Hep aynı saatte geliyordu, yolumun üzerindeki sitenin çöp bidonlarına. Daha önceki bidonlardan da kâğıt parçacıkları toplamış olacak ki çantanın delik yerlerinden sayfalar göz kırpıyordu.

              Çöp bidonlarında şiir arayan çıplak ayaklı bir gençti bu. Ekmek parası için çöplerle uğraşırken aklı şiire takılmış. Olay şöyle olmuş onun anlatısıyla; Bir gün üzerine şarap dökülmüş bir kâğıt gözüne ilişmiş. Şarabın kokusunu iyi bildiğini söylüyor. Alıp koklamış. Niyeti şarabın hangi marka olduğunu anlamakmış. Kırmızı şarap lekesinin altında şiiri görmüş. Hemen okudu bana. “Aman, günah, ayıp, kötü, yanlış / Aç karnına kuru öğüt çekilmez / Önce doyur beni, ondan sonra konuş / Sende göbek, bizde ahlak nedense / Şimdi bizi iyice dinle, bak / İster şöyle düşün, ister böyle / Önce ekmek gelir, arkadan ahlak / Artık vermek gerek, unutmayın sakın / Tüm nimetlerden, payını yoksulların.”.

            O günden sonra şiir vurgunu olmuş.

            Ekmek parası çöplerden kazandığı paradan şiire, şiir kitaplarına gizli gizli ayırmalar yapmış. Büyükleri bilse elbette kızacaklar. Dahası darılacaklar. Kendi dünyaları için şiir ne ki ?

            Çöplerin içindeki evinin kendine ait dar odasında şiir kitaplığı var. Kitaplık dediğin çöpe atılmış üç raflı dolap. Bir çöplükte bulmuş ve evine getirmiş.

            Bu genç şiiri seviyor.

           Hem de bir kıza aşık.

          O kızla aynı denize aşık.  Kızı her akşam karşı kıyıdan getiren vapura, vapurun yol aldığı köpüklü denize aşık. Çöpünü topladığı iskelenin yolcu çıkışının biraz ötesinde bekliyor. Kızın rüzgarda dağılmış saçlarını görünce çöp arabasından birazcık uzaklaşıp kızı izliyor. Şiir gibi yürüyor kız. Diyorki bana ; “ Gül bahçesinde yatıp uyuyan kişi, bir an evvel uyanmayı ister. Fakat zindanda uyumuş olan, ebediyen uyumaktan yanadır, çünkü uyanırsa yeniden zindana düşeceğini bilir. Ben gül bahçesinde olmak istiyorum ama durumum zindanda gibi…”

            Önümden geçerken “ Gel gel beru ki savm ü salatın kazası var / Sensiz geçen zaman-ı hayatın kazası yok.” diye söyleniyorum. Elbette anlamıyor.

            “Bu ülkede siyasiler şiir sevse kavga olmaz “ diyor.

             “ Anasından başka/ fırtına tanımayan cenin / bir balık edinir soluğuna / kanın şerrinden / korunmak için sığındığı su / akar bir toprağa uzun / solur havayı kısa “ diye söylenip ayrılıyor yanımdan. Başka çöplüklerde yeni şiirler bulmak için.

 

        47 YIL

 

 

        Öğretmen Okulundan mezun olalı tam 47 yıl olmuş.

        47 dolu yıl.

        Yılları taş edip yokuştan yuvarlasam bizim kadar yıpranır mı acaba? Bizim kadar yuvarlandıkça toprağa tutunmaya çalışır mı ?

        Toprak dediğin kocaman bir vatan. Bizi kucaklayan, sarmalayan, besleyen ve içinde saklayan koca bir aşk.

        Okulumuzdan o koca ananın bağrına atılmak, o bağırda bize düşen görevi yapmak üzere 47 yıl önce ayrıldık. Elimizde tahta bavulumuz ve içinde burcu burcu vatan aşkı kokan kitaplarımızla. Vardığımız okulun duvarlarının yıkık olması, bahçesinde bir gül olmaması, sıralarının yokluğu, çatısının akması hiç önemli değildi. Yeterki anlatacağım konuların, bilgilerin sunulacağı kara tahta olsun.

        Elbette bir de öğrencilerimiz …

        O genç arkadaşlarımla 47 yıl sonra tekrar buluştuk. Saçlarındaki aklık bilgeliklerini gösteriyor. Yüzlerindeki çizgiler, verdikleri savaşımın yorgun ama onurlu çizgileri. Birbirlerine anlatacakları binbir anılarla dolular. Hepsi, öğretmenliğin destanını yapmış; destanlarının yiğit Köroğluları, Dadaloğulları, Tahirleri, Zühreleri olarak yaşamışlar. Çalıştıkları yerlerde muhakkak bir iz bırakmışlar.

        Çünkü onların yüreğinde Atatürk var.

        Çünkü onların yüreğinde Cumhuriyet var.

        Ordu Öğretmen Evi’nde buluştuğumuz o akşam gönüllerinin sesini dinledim. Seslerinin tınısını yüreğimde hissettim.

        Çocukları büyümüş, torunları olmuş.

        Ama onlar çocuk gibi; adam olmuşta büyümüşler !

        Dillerinden düşmeyen şarkı, yine öğretmenlik !..

        Bu öğretmenleri unutmamak gerek ama nerede ?

        Onlara, Türk aydınlanmasının penceresi, Cumhuriyetin yiğit bireyi rahmetli İlhan Selçuk’un “ Japon Gülü” adlı kitabından bir alıntıyla seslenmek istiyorum: “.. Kimi insan Japon Gülü gibidir. En zor günleri bekler açmak için. Karanlık, soğuk, fırtına, tipi vız gelir.O kişiyi ne kış mevsiminin geri dönmesi korkutur, ne kırağı çalması, ne don tutması. Ey yurdumun Japon Gülleri, hepinize merhaba !..”

        Biliyorum ki bu buluşmalarımız bitmeyecek. Ta ki bir Japon Gülü kalana kadar. O gün, o Japon Gülü arkadaşları adına yaşama veda ederken hepimizin bildiği bir şiiri mırıldanacak:

        “ Şimdi sustum, örtün beni, yatırın buraya

           Dünyanın bütün çiçeklerinin getirin buraya.”

 

PENCEREMDE BİR KUŞ VAR

 

            O kuşun ağzında her zaman zeytin dalı.

        O pencere her zaman aydınlık. İçeriden dışarıya doğru Cumhuriyet aydınlığını saçıyor.

        O kuş, o pencerede her zaman özgür.

        O pencerenin önünde onun aydınlığıyla büyümüş, onun aydınlığından her zaman beslenmiş ve esinlenmiş binlerce insan var. Aydınlığın ışıttığı ülkenin yurttaşları olmaktan kıvanç duyuyorlar.

        O pencereye bazen kara bir bulut gölge ediyor. Sadece gölge ediyor.

        O kuşa bazen kara taşlar atılıyor. Sadece atılıyor.

        Gölge değil gölgenin oraya gelmesi üzüyor pencereyi.

        Taş değil taşın atılması üzüyor kuşu.

        O an binlerce güneş koşuyor pencereye. Karanlığı iteliyor. Karanlığı şafak aydınlığına dönderiyor.

        O an binlerce aydın kanat geriyor kuşa. Taşları göğüslüyor. Taşları atanları kendi şafağına çağırıyor.

        O pencere “ Cumhuriyet “ denen kalenin giriş kapısı.

        O kuş “ Cumhuriyet “ denen vatanın Anka kuşu.

        İnsanlığın varlıklaşmasıyla doğmuşlar. 1789, 1923 süzgeçlerinden geçerek şekil bulmuşlar. Bilim önlerine geçmiş. Bağımsızlık karakterleri olmuş. Lâik düşünceyle yol bulmuşlar. Aydınlanma denen olgu sarma sarmalamış onları.

        Ben o pencerenin önünde her sabah soluklandım. Pencereden taşan aydınlığı içime, aklıma çekmeye çalıştım. Atatürk Devrimlerini, ulusal bilinci, sol çizgiyi, insan erdemini, karşıtlarla beraber yaşamayı, vatan duygusunu, emek sevgisini, birlikte olmak anlayışını hep o pencereden yayılan ışıklı yazılardan öğrendim.

        İçeri alınırken dik durmayı, çıkarken onurlu gülmeyi, kalemini satmamayı, yalakalardan uzak durmayı, siyaset cambazlarına boyun bükmemeyi, din baronlarına aldanmamayı hep ama hep ondan öğrendim.

        Onun penceresinde hep binlerce kuş olur.

        Onun penceresinde binlerce kuş uçar, döner, pervazına konar.

        Yaşam bu. Onun dediği gibi yaşamın gılgışlı işleri. Bir gün ölüm kapıyı çalar. Pencereden bakan o aydınlık dolu yüz, bir gün pencereye çıkamaz olur. O kuş, o pencereden bir gün bakamaz olur.

       Cumhuriyet çınarı İlhan Selçuk ağabeye selâm olsun.

       Ne penceresi kapanır, ne kuşlar gider olur.

       Aydınlanmadan korkanlara da selâm olsun; ne gölge olabildiler pencereye, ne de kuşları taşlarıyla korkutabildiler.

       O pencere hep orada.

       O kuşlar hep orada.

       İsterseniz Cumhuriyet’in gerçekliğine bir bakın. Belki pencerenin aydınlığı yüzünüze vurur, kuşların kanatlanması yüreğinizi aydınlatır.

       Davet bizim.

                      KAKAFONİ

 

 

                       Orkestrada müzisyenler konserden önce kemanın ya da obuanın sesine uygun olarak çalacakları müzik aletini akort ederler. Bu durum orkestrayı oluşturacak aletlerin uyum içinde olmasını sağlamak amacını güder. Yoksa uyumsuz, dinlenemez, kulağa hoş gelmeyen sesler ortaya çıkar. İşte buna müzik dilinde “ Kakafoni” denir.

                       Toplumlar da orkestra gibidir. Bireyler ve kurumlar kendi aralarında bir uyum sağlamak zorundadır. Bireyler içinde bulundukları toplumun bir parçası olduğunu düşünerek neme lazım demekten kurtulmalıdır. Toplumu oluşturan devlet bürokrasisi, belediyeler, şirketler, sivil toplum kuruluşları ve diğer kuruluşlar da kendi aralarında uyum sağlamak durumundadırlar.

                        Toplumun bireyleri ve kurumları arasında uyum olabilmesi için onların önüne “ ideal”  dediğimiz seçenek konmalıdır. Buna o toplumun ülküsü, geleceğe bakış açısı da diyebiliriz. Elbette toplumun tarihinden gelen bir birikim, kültürel mirası, ekonomik yapısı, kendi içinde dayanışma anlayışı ülküsünün oluşumunda önemli belirteçlerdir.

                        1923 devriminin bize çizdiği bir yol vardır. Çağdaş dünya, bilim ve cumhuriyet kavramlarının genel çizgisi bu yolumuzun olmazsa olmazlarıdır. Birey olarak bu olmazlara sahiplenmek, kurumlar olarak bu olmazlara katılmak büyük dayanışmanın gereğidir. Böylece kakafonik olmaktan kurtulup, dünyaya ne kadar uyumlu bir yapıda olduğumuzu gösterme olanağı buluruz.

                        Uyum önce kişiden kaynaklanıyor. Çağdaş bilimin ve kültürün nasibini al (a) mamış, almamakta direnen bireylerden uyum beklemek hayal olur. Hele bu kişilerin önünde, onları sömüren, onların dünyasını özellikle dinci düşüncelerle şekillendiren lider, önder, siyasal kişilikler olursa, toplum, dalgalı denizde kalmış kayıklar gibi çalkalanıp durur. Din anlayışını içselleştirmedikçe, onu Tanrı’yla inanan arasında sevgi bağı olarak görmedikçe kanatılmak istenen yara gibi daima yedekte bekletilir.

                       Tabiî ki sorun sadece bu değil. Ne yaptığını bilemeyen bir eğitim anlayışından elde edilecek sonuç, uyumsuz insanların birbirine saygısızlığı, karşıtlığı ile sürer gider. Dolmuş kuyruğunda, hastanede bekleme sırasında, banka gişeleri önünde itişme, kargaşanın nedenini düşünmek gerek. Yaratılmak istenen kaos hiç te umut verici değil. Paranın ön plana çıktığı anlayışta etik değerlerin zımparaya vurulmuş gibi değer yitirmesi kadar olağan bir durum olmaz.

                      Geleceğimiz olan gençlere bakalım. Okullarını bitirmek ve yaşama katılmak isteyen çocuklarımıza hangi anlayışla sahip çıkıyoruzki ? Onları geleceğin kurucuları olarak görmedikçe ve önlerine fırsatlar sermedikçe mutlu olmak, mutlu olacaklarını beklemek olası mı?

                     Sevgili okuyucular,

                     Sayın Doğan Kuban’ın dediği gibi “ Gelecek, geleceği üretenin olacak “ tır. Karın doyurmak, giyinmek, barınmak dışında bu dünyada yaşamı sürdürebilme olanağı verecek teknolojilere sahiplenmemiz gerekmektedir. Gençlerimizin onlarla donatımı gereklidir. Bunun için de Cumhuriyetin oluşumunda eğitim öğretim programlarına konmuş olan felsefe, müzik, bilim dersleri, estetik gibi derslerin yeniden ele alınması gereklidir.

                    Yoksa “ Arap’ın eli olmak” teranesiyle avunup dururuz.

                    Önümüzdeki süreci iyi değerlendirmek zorundayız. Kömürü kapımıza getireni değil, kömürü üretecek fırsatı yaratacak anlayışı yakalamadıkça; buzdolabını sırtlamak değil, onu üretecek fabrikasyonda işçilik fırsatı yaratılmadıkça karşımıza hep sömürü dünyasının seçenekleri sunulacaktır.

                     Artık görelim ve bilelim.                       yildirim.gursel@gmail.com


GÖĞSÜKINALI

 

            Önce harmanın otunu biçmek gerek. Kafama yerleşmiş bir kez. Ben doğru          çardağa gidiyorum. Melek hanım sesleniyor:

        “ Önce vanayı aç, şarteli indir ! “

         O, evin temizliğine bakacak. Benim de işin ucundan bile olsa tutmam gerekiyor ya kaytarmaya çalışıyorum.  Harmanın bir kenarında üzüm asması, otlara boğulmuş yeni dikme ıhlamur, duvar kenarına sıralanmış ahududu, çiçeklenmiş çilekler, hanımelleri, papatyalar beni çağırıyor.

        “ Kurtar bizi yabani otlardan, köy göçürenlerden !”

       Orakla işe başlıyorum ama faydası yok.

       Bacanağım elinde tırpanla yetişiyor. Ha bismillah !.. Bir sıra ancak gidebiliyor. Köy göçürenler direniyor tırpana. Oturuyoruz.

        Yanda süslü bir horoz ötüp duruyor. Bizi görünce sevindi mi, yoksa tavuklarını mı kıskanıyor !..

        Köyde oturan yeğenim yetişti imdadımıza. Tırpanı sallarken çıkardığı yılanvari ses, otların demet demet düşüşü ve ortalığı kaplıyan ot kokusu !

        Akşamın karanlığı çökerken yorgun bedenim, büyük bacanağımın demli çayıyla rahatlıyor. Balkondan yıldız dolu gökyüzüne bakıyoruz. Yarımay ışıklarını salıvermiş, gümüşi bir ışık köyün üstünde. Karşı tepelerde çamlara, uzun kavaklara vurmuş. Oynaşıyorlar.

         Sabahleyin kuşların senfonisiyle uyanıyorum. Dere yatağından gelen bülbül sesleri, saksağanlar, sığırcıklar ve çatıda gerine gerine gaklayan kargalar .. Kimbilir daha adını bile bilmediğim nice kuş cıvıltıları…

         Horoz sesleri, tavuk gıdaklamaları …

         Yaylıma salıverilmiş danaların çıngırakları, köpek havlamaları .. Derin derin soluk alıyorum. Ciğerlerimi dolduruyorum bu muhteşem havayla.

         Düşüncelerim boşanıveriyor.

         Bir kuş konuyor biçilmiş otların üstüne. Gagasını uzatıyor, açığa çıkmış böcekleri yiyor herhalde. Zıplıyor. Başını kaldırıp ötüyor. Dünyanın en güzel sesi sanki. Öyle bir aşk şarkısı döşeniyor ki !

         “ Öt kuşum öt !”

         Bana dönüyor.

         “ Göğsükınalı bu” diyor arkamdan bir ses.

         Eşim yanıbaşımda.

         İçleniyoruz.Gözümüzden yaşlar akıyor. Beş yıl önce bizim de bir göğsükınalımız vardı. Haramanda koşuyor, sularla oynuyordu. İstanbul’un karanlığından alıp köyle, doğayla tanıştırmak istemiştik. Kitaplarda gördüğü horozu, ineği, karıncayı  tanıştırmıştık. Köpeği sevdirmiştik. Ama o göğsükınalımız bir sabah ayrıldı aramızdan.

         Şimdi harmanda bir göğsükınalı !

         Zıplıyor, ötüyor, bize can katıyor.

            
TÜRKLÜK BİLİNCİ

 

             Divanü Lügat-it- Türk’ün yazılışından 900 yılı aşkın süre geçti. Kâşgarlı Mahmut bu eserinde  Türk dili ve Türklük bilgisi konusunda bize  rehber olan aydınlatıcı bilgiler vermiştir. Onu, tarihimizin en eski bilgini ve ulusal bilinci temsil eden bir Türk olarak anmalıyız. Amacım ırkçılık ya da dar bir ulusçuluk değildir. Ama kendi ulusunun üstün niteliklerini bulunduğu ortamda bağnazlığa kapılmadan koyan bu büyük kişiye saygı göstermeliyiz.

             Ne diyor Kâşgarlı Mahmut, görelim:

             Yapıtının başında Tanrı’ya şükür, Peygambere salât ve selamdan sonra söze şöyle başlıyor: “ Bundan sonra bu Tanrı kulu Muhammed oğlu Hüseyn oğlu Mahmud der ki; Ben, yüce Tanrı’nın devlet güneşini Türklerin burçlarında parlattığını, feleklerin dairelerini onların ülkeleri üzerinde döndürmüş olduğunu, onlara Türk adını verdiğini ve yeryüzünde onları egemen kıldığını, çağının hükümdarı yaptığını, dünyadakilerin yönetim dizginlerini onların ellerine teslim ettiğini, onları herkese egemen kıldığını, onları hak ile güçlü kıldığını, onlara hizmet edenleri, onların yanında istediklerini elde edenleri Tanrı’nın yücelttiğini ve bu kimseleri kötülerin şerrinden güvenli kıldığını görünce, onların kalplerini kazanmak, oklarının değmesinden korunmak, söylediklerini dinletebilmek için, onların dillerinden daha güzel bir vesile olamayacağına göre bu dile bağlananı da onlar kendilerinden sayıp korkudan güvenli kılacaklarından ondan olmayanın ona sığınıp kendisinden zulmün uzaklaştığını gördüm.

                Ben Buhara’nın sözüne inanılır imamlarından birinden ve Nişaburlu başka bir imamdan kesinlikle duydum, her ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, Peygamberimiz (S.A.) kıyamet belirtilerinden ve karışıklarından ve Oğuz Türklerinden söz ederken, ‘ Türk dilini öğreniniz, çünkü onların egemenlikleri uzun sürecektir’ buyurmuşlardır. Bu söz doğru ise, sorgusu o ikisi üzerinde olsun, onu öğrenmek gerekli olur. Eğer bu sözün aslı yoksa, akıl da bu dili zaten öğrenmeyi emreder.

               “ Bize, ad olarak Türk adını ulu Tanrı vermiştir” dedik. Çünkü,  bize Halfe oğlu imam Şeyh Huseyn, ona da İbnü’l_ğarkıy denilen kimse İbnü Ebi’d_Dünya ahir zaman üzerine yazmış olduğu kitabında ulu Peygamber’e tanıklıkla varan bir hadisi yazmış. Hadis şöyledir: “ Yüce Tanrı, benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim. Onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam, Türkleri o ulus üzerine musallat kılarım” diyor. İşte bu Türkler için bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Bununla beraber, Türklerde güzellik, sevimlilik,tatlılık,edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer sayısız iyilikler görülmektedir.”

              

              Kâşgarlı Mahmut, Türk dilinin öğrenilmesini zorunluluk olarak gördüğünden “ .. en yetkili Türk olarak sizin dil olanaklarınızdan yararlanarak ben öğreteceğim.” diyerek Divanü Lügat-it-Türk adlı yapıtını yazar.

             Bu yapıt günümüze de ışık tutması açısından çok önemlidir. Bugün Anadolu’da kullandığımız sözcüklerin kökenini bu eserden yararlanarak buluruz. Ayrıca Türk tarihi ve Türklük hakkında da özel bilgilere ulaşırız. O çağlarda Türk toplumunun zenginlik ve uygarlığını belirten başka bilginler de vardır. Onları da gelecek yazılarımızda okuyacağız.

              Günümüzde destanlar yaparak kazandığımız Cumhuriyetimizi başka mecralara çekmek isteyen siyaset adamları ve güya aydınlarımız, acaba bu eseri ya da  diğer eserleri açıp okumuşlar mıdır; yoksa es mi geçmişlerdir ?  Eminim ki Türklük duygusundan bu kadar uzak duran bir anlayış, bizi ileriye götüremez. Bizi yönetmede uzak kalır.

              Türklük,  Anadolu coğrafyasında birleştirici ve kişiye onur verici bir kavramdır. M.Kemal Atatürk’ün “ Ne mutlu Türküm diyene !” özdeyişini bu çizgiden bakarsak daha iyi anlarız. 19 Mayıs’ta Türklü olgusunun başkaldırışının ilk adımı, ufukta parlayan güneşidir. Çocuklarımıza bayramları böyle anlatırsak daha gönençli bir ülkede yaşarız.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KILIÇDAROĞLU

 

                         CHP’de yeni bir lider umut olarak toplumu kucakladı. Aslında umut arayan bir toplum, kendisine sıcak gelen bir kişiyi görünce ona koştu. Bu koşunun nedenini toplumbilimciler iyice araştırmak zorunda. Ama görünen köye de pek rehber gerekmez. Çünkü 12 Eylül’den sonra pusulasını şaşırmış toplumumuz bir limana sığınıp kendini güvende hissetmek, geleceği için umut taşımak istiyordu. Kendi iradesini yansıtmayan anayasaya bile çok aldırmaksızın “Evet” dedi. Bu evet’in arkasından gelen iktidarlar sinmiş topluma seçenek sunmadan bildiklerini uygulamaya başladılar. Arkalarında da ABD’nin ve Avrupa’nın sermayesi vardı.

                          Sonuçta üretmeyen bir toplum yaratıldı.

                          Bu oluşumdan partiler de nasibini aldı. Varlıklarını kendilerinden menkul anlayışta gören siyasal tipler sahneye çıktı. Sadece orada değil, sendikalarda, diğer örgütlenmelerde de bu tipler öne çıktı. Parti ağalığı, sendika ağalığı gibi kavramlara karşı çıkabilen olmadı. Çünkü rüzgâr çok kuvvetliydi. Sermayeden destek görüyordu.

                          Halkı mı soruyorsunuz ?

                          Onlar çoktan kabuğuna çekilmiş, günlük geçim kaygısı içinde debelenip duruyordu. Önlerinde bazı oyuncaklar vardı. Ekonomik sorunlarla uğraşabilecek halleri kalmamıştı.

                          Ama kulak duyuyor, göz görüyordu. Söylenen dil izlense bile birşeyler konuşulmaya başlanmıştı. Son yıllardaki yolsuzluk, yoksunluk, ülke çıkarlarına aldırmasızlık, vurgundaki tavana vuran söylentiler, siyasilerimizin kabadayı söylemleri karşısında halkımızda bir kıpırdanma başladı.

                           Bir ışık aranıyordu.

                           Bir umut aranıyordu.

                           İnsanlar kendilerine yakın bulacakları birini arıyordu.

                           Mevcut partilerimiz bir umut vermiyordu. Değişmeyen liderler, kavgalı söylemler, en iyi ben bilirim anlayışı, uzun yılların birikintisinde dolmuş halkımızı bir arayışa yöneltti.

                           CHP’nin son oluşumu, bu arayışın ışığı gibi görünüyor.

                           CHP’deki değişim, Kurultayın ya da delegelerin başarısı değildir. Umut arayan halkımızın manevi baskısı, kurultayı bu değişime zorlamıştır.

                           Kılıçdaroğlu bu değişimin yıldızıdır.

                           Kılıçdaroğlu, umut arayan halkın ileri ittiği bir lider tipidir.

                           Sosyal demokrasinin yıllardır kendini arayışından yaratılan bir önderdir.

                           Rolünü iyi oynayacak mı; göreceğiz. Sahne ve seyirciler onu alkışlamak için beklemekte, hatta sabırsızlıktan yerlerinde duramamaktadır. Onun başarısı, demokrasimizin başarısı, ülkemizin kurtuluş çizgisinin yeniden rayına oturuşu olacaktır. Belki bu değişim diğer partilere de örnek olur da siyasal hayatımız daha olgunlaşır.

 

 

                 BENİM DİLİMİN UCUNDA

 

          Fazıl Hüsnü Dağlarca “ İnsan nasıl ölebilir / yaşamak bu kadar güzelken “ diye  söylüyor bir şiirinde. Baharın yorgun kış günlerini bir kenara itip çiçekleriyle, yemyeşil dallarıyla ve ötüşen kuşlarıyla içimize kadar girmesiyle ölümü düşünmek zor geliyor insana. Elbetteki kaçınılmaz bir son. Ama onunla yaşamak yerine, yaşamın güzelliklerini tadarak günleri geçirmek herhalde daha güzel. Muzaffer Tayip Uslu unutmamış bu sonu ki şiirinde şöyle diyor:

            “Sokakların ellerinden öperim      

            Bana yaşamasını öğretmişlerdi

            Dost olsun, düşman olsun

            İnsanlara iyi günler dilerim

            Söyle sarı saçlı daktiloya

            Ben yokum artık

            Vefasız dostlara hatırlat

            Kimseye kalmaz o dünya

            Nasıl unuturum güzeldi yaşamak

            Fakat hakkı varmış Oktay’ın

            Hatıralar dal istiyor

            Kuşlar gibi konacak.”

            Hatıralar elbette dal ister. Onları anlatmak gerek. Geçmişimizin unutulmaz parçasıdır hatıralar. Hele bahar gelince, doğanın canlılığıyla beraber hatıralar da canlanır. Deniz kuşlarının kanatlarında bulutlara karışan hatıralar yeni bir soluklanma getirir düşüncelerimize.Renk renk çiçeklerin davetiyle eski sevdalar kurcalanır gönlümüzde. Güneş sımsıcak vurunca bedenimize gençlik pınarları akar yüreğimizden.

          Bunlar hep baharın yüzündendir.

          Şair Hasan Şimşek gibi söyleniriz bu kez .

         “Öyle vakitsiz nereden geldin bahar

          Elbisem yeni değil

          Üstelik bir de sevda işim var .”

          Sevda işi olunca iş değişir. Ay batar, güneş doğar, deniz çalkalanır, yağmur seller gibi akar. Ne freni kalır yüreğin, ne durağı.

          İşte o zaman Oktay Rıfat girer devreye.

          “Köşe başını tutmuş leylak kokusu

           Yakamı bırak ta gideyim.”

          Ne bahar bırakır kişinin yakasını, ne bahar. Pencereden doluşan gün ışığı gibi yıkılır üstümüze. Yaşama koşarsınız. Güzelliklere seyirtirsiniz.  Ama ne fayda !

           Necati Cumalı girer devreye.

           “ Ne çare sen gittin, ben aşık değilim artık

           Yalnızca tuhaf bir hüzün kalmış içimde “ diye mırıldanırsınız. Duyguların şairi Nahit Ulvi Akgün sokulu yanınıza. Şiirini söyler.

           “Bir şey var aramızda

           Senin gözlerinden belli

           Benim yanan yüzümden

           Susuyoruz arada bir

           Gülüşerek başlıyoruz söze

           Ne kadar gizlesek nafile

           Bir şey var aramızda

           Senin gözlerinde ışıldıyor

           Benim dilimin ucunda.
OTLARLA YAŞAMAK

 

      Küçüklüğüm Görele’de geçti. Evimiz denize elli metre kadardı ve ben bir deniz kuşuydum. Kumlarda oynar, kuleler, göçükler yapardım. Elbetteki uzun deniz kıyısı sefası sırasında rüzgârdan çok çok  etkilendim. Hep bronşitli oldum. Ciciannem bana sık sık sırgan yemekleri yapardı. Çoğu zaman taze sırganı başka sebzelerin yapraklarıyla kaynatır, süzer, içinde şeker eriterek içirirdi.  Hem bedeni diriltir hem idrar söktürürmüş. Bulunduğumuz Doğu Karadeniz Bölgesinin iklimi solonum hastalıklarına neden olan yapıda. Onun için bölge halkı bu tür halk sağaltımlarını iyi bilir.

        Hani söylenir; Giresunlular’a sırgancı, Ordulular’a kabakçı denir.

        Kabak alçakgönüllü bir sebzedir. Sindirimi hafif olduğu gibi masrafı da azdır. Çok çeşitli yemeği yapılır.

        Ordulular da alçak gönüllü insanlar değil midir?

        Geçende sevdiğim bir dostumun karanfil çiğnediğini gördüm. Niyesini sordum. Ağzının kokmaması için çare imiş. Eşine karanfilli ağızla yaklaşırsa daha çekici oluyormuş. İçimden dedimki ; Be adam ! Karanfilli ağızla piştov çekeceğine, karanfil kokan sözcüklerle nağme yap ki hedef yerini bulsun.

        Annemin , sarımsağın bütün hastalıklara iyi geldiğini söylemesine, mahallede pek aldırış eden yoktu. Halbuki o, her sabah sarımsak sürdüğü mendilimi boynuma asar; tüm karşı koymamıza rağmen ‘ susun’ der, mendille okula gönderirdi. Dolayısıyla leş gibi sarımsak kokardık. Ama önemli bir sırrı açıklayayım. Sarımsak yüzünden hiç kimsenin bana yaklaşmaması nedeniyle mikrop bulaşmasından kurtulmuştum. Hele kızlardan !..

         At kestanesinin beden hastalıklarına iyi geldiğini berberimden öğrendim. Malûm, berberler her türlü bilginin, isterseniz siz dedikodu deyin, harmanlandığı yerlerdir. Ar kestanelerinin birkaç tanesini, sanki sırlı taşlarmış gibi cebinizde her daim tutarsanız yel ağrılarını, kemik sızılarımı çekip alıyormuş. Öğretmen Evi bahçesindeki at kestanelerinin nasıl kapışıldığını hep görüyorduk. Benden söylemesi. Hani şu günlerde, cebinizde birkaç tane bulunuversin. Meclis karmakarışık. Anayasa, babayasa derken neyin çıktığını pek anlamadan bizi yönetenlere derman olsun diye sunarız belki. Beyin sızılarını önler.

         Bu kadar mı?

         Faldaca adlı köy kitabımı yazarken ot toplayan kadınların fotoğraflarını çekmiştim. Onlar bu çekişi pek hafife aldılar. Öyle ya, ot toplamanın fotoğrafı mı olurmuş!

        TV’lerde otların şifasıyla ilgili olarak tedavi şekilleri öneren önerene. Bizim Anadolu coğrafyası neymiş te biz anlayamamışız. Halbuki Anadolu’nun nice anlaşılamamış yönleri var.

        Otlarla yaşamak iyidir.

        Ot dediğin ne işe yarar, bilinir.

        Ot olmuşlar her yerde tanınır.

        Otlaşmanın ‘ harici ve dahili bedbahtları’ ortaya çıktıkca ortalık aydınlanır.

        Ot oburlarını doyurmanın ne zor olduğunu halkımız iyi bilir.

        Yaşanılan şu süreçte ot gibi kalmanın bedelini elbette bir gün ödeyeceğiz. Sessizliğimiz halâ yine devam edecekse, ne diyeyim!

         Nice otlu günlere.

 

 

          PİEDRA IRMAĞININ KIYISINDA

          ….

          Bir adayı ziyaret etmekte olan bir İspanyol misyoneri, üç Aztek rahiple karşılaşır.

          “Nasıl dua edersiniz ?” diye sorar onlara.

          “Tek bir dua biçimi biliriz biz” diye cevaplar Azteklerden biri. Şöyle deriz : “ Tanrım, sen üçsün, biz üçüz. Merhametini esirgeme bizden.”

          “Güzel bir dua “ der misyoner. “Ama Tanrının sizden tam olarak beklediği dua değil bu. Ben size çok daha iyi bir dua öğreteyim.”

          Misyoner onlara bir Katolik duası öğretir ve Hz. İsa’nın öğretisini yaymak üzere yoluna devam eder. Yıllar sonra onu İspanya’ya geri götüren gemi aynı adaya bir daha uğrar. Üst güverteden bakarken, o üç rahibi kıyıda görür ve el sallar. Bunu üzerine üç Aztek rahip, suyun üzerinde yürüyerek gemiye doğru ilerlemeye başlar.

          “ Peder ! Peder ! “ diye bağırır içlerinden biri gemiye yaklaştığında. “Tanrıyı hoşnut kılan o duayı bize yeniden öğret, biz onu bir türlü anımsayamadık.”

          “ Hiç önemi yok ” der mucizeyi gören misyoner. Ve Tanrı’dan , O’nun her dili bildiğini daha önce akıl edemediği için af diler.

         

          Bizler, çevremizi saran her şeyin olağanüstü olduğunun ender farkına varıyoruz. Mucizeler hemen çevremizde gerçekleşiyor. Tanrı’nın işaretleri bize yol gösteriyor, melekler bize seslerini duyurmaya çalışıyor – ne var ki bize, Tanrı’ya ulaşmanın belirli formülleri ve kuralları öğretildiğinden; bütün bunlara hiç dikkat etmiyoruz. O’nun her yerde bizimle birlikte olduğunu anlamıyoruz.

          

          “ Yüreğinizde ne varsa yazın. Bütün bunları ruhunuzdan çıkarıp önünüzdeki kâğıtlara dökün, sonra da ırmağa atın. Efsaneye göre, Piedra Irmağının suları o kadar soğukmuş ki, bu sulara düşen her şey – kâğıtlar, böcekler, kuş tüyleri- taşa dönüşürmüş. Acınızı bu sulara bırakmak, belki de size iyi gelir, kimbilir ?”

         

          Uzun süre ırmağa baktım. Ağladım, göz pınarlarım kuruyuncaya kadar ağladım.

         

          Tek tanrılı dini Orta Asya’da bırakmış olan Türklerin İslâm diniyle tanıştıktan ve Anadolu’daki başka uygarlıklara karıştıktan sonra “ Sevgi ve hoş görüye” dayanan  yorumunun şimdilerde geldiği noktaya bakıyorum. İslam diniyle birlikte yaydırılmak istenen Arap kültürüne, Arap hayranlığına ve acımasız , şekilci Arap yorumuna bakıyorum.

          “ Ve Tanrı’dan, O’nun her dili bildiğini daha önce akıl edemediğim için af diliyorum.”

          Türk mimarisinin yarattığı güzelim minarelerden “ Tanrı uludur” diye seslenecek; tanrısını kendi diliyle kucaklayacak olan aydınlanmayı bekliyorum. O zaman din tüccarlarının

sığınacağı o karanlıkları, karanlıklardan hortlayan siyaset bezirganlarını düşünüyorum.

          Onlar her zaman olmaya çalışacaklar; onlar, aydınlıkta her zaman açığa çıkacaklardır.

          Bize düşen görev, Cumhuriyet’in aydınlığına sahip çıkmak değil midir ?

          Cumhuriyet, egemen ulusun yönetimidir. Onun için egemenliği geleceğin kuşakları çocuklarımıza bırakmanın anlamını ve erdemini bir kez daha anlamaya çalışalım.

 


         
   ÇİMENLER ÜSTÜNDE GÖZYAŞLARI VAR”

 

            Dedi ki:

            Benim yaz akşamım seninkine benzemez; ıslak ay kokar.

            O söz yaraladı gönlümü. Yıldızların öbek öbek denize yağdığını ve ayın o yağışta kendine yer aradığını biliyordu da ıslak ay kokması nasıl olurdu; düşünememişti.

           “Sen yakamozu bilir misin ? “ dedi oğlan.

            Nerden bilecekti.

            Ayın gümüş ışığı sulara yansır, sularla oynaşır. İşte ona denir , yakamoz diye.

            Köyün alt tarafındaki dereyi anımsadı. Yaz akşamları, kirlenmiş kilimleri toplar, inerlerdi dereye. Sonra fırlatıp suya atarlar, kaçmasın diye de üstüne birkaç ağır taş koyarlardı.

             O sırada ay ışığı suya vururdu.

             Kızlara gönül koyarlar, maniler söylerlerdi.

             Ama ne bilsin onun yakamoz olduğunu.

             Doğu yönünün biraz ucundan, Yoroz’un çatal kayasından sabah güneşi doğup, salına salına yaylaların üzerinden, bulutların arasından geçip gidip, Boztepe’nin deniz yanına mor ışıklarını serperek batarken sen ayaklarını tuzlu suda ıslata dur; ben ayın doğmasını bekleyeyim. Ayaklarının izi kumda kalsın.

             Dediki;

             Aynı yerden ay görünür mü?

             Nerden bilecek ayın, güneşi beklediğini. O batar batmaz, gümüş bir tepsi gibi göğe yükseleceğini. Gümüş tepsiden ışıklarını dökeceğini.

             Dökülen ışıklar, suya uzattığın ayaklarını ıslatacaklar.

             Dökülen ışıklar, denizin uysal kıpırdanışıyla oynaşıp yakamoz oluşturacaklar.

             “Balıkçı İsmail” adlı şiirini söyler oğlan.

            

            Tabyabaşı’na üç kız çıkar                                            

            Aklı başı pır pır güvercin birincisinin

            Yağmur çiğseler yüreğine ikincisinin

            Dalga dalga tarar saçlarını üçüncüsü

            Balıkçı İsmail denize vira.

 

            Tabyabaşı’ndan üç kız iner

            Saçları topuklarına değer birincisinin

            İkincisinin topukları denizi döğer

            Üçüncüsünün pupa yelken göğüsleri

            Balıkçı İsmail horon tutar.

 

            Islak bir güneş doğar Kurul’dan

           Ayna ayna elleri göllere düşer Gülüzar’ın

           Giresun kayıkları Emine’nin elleri

           Hatça dediğin gözlerinde tüter

           İsmail o da tutulur ağlara.

 

 

                  BU KENT

 

            Bahar deli bir yürek gibi çiçekleriyle, çiçeklerin ciğerleri dolduran kokularıyla; yapraklarıyla, yaprakların gönül tazeleyen renkleriyle geldi, yerleşti.                                                                                                                                                    Deniz alabildiğine sevdalı bir bulut sanki. Kış aylarının hırçınlığından uzaklaşıp maşukun omuzlarına doğru salıvermiş kendini. Mavi desenleriyle, yansıyan ışıklarıyla, oynayan yakamozlarıyla bir gönül yatağı. Boztepe düğüne hazırlanan, davete açık kocaman bir sofra.Omuzlarına çıkıp ister Ordu’yu izleyin sabah sabah, isterseniz akşamın cümbüşünü seyredin size el sallayan bulutlarla beraber.

             Evler, evler !..

             Dumanı inceden inceden tüten evler.

             Sığındığımız, acılarımızı duvarlarına gömdüğümüz; sevinçlerimizi oymalarla kapılarına işlediğimiz evlerimiz. Tespih tanesi gibi dizilmiş, her birinden yaşam fışkırıyor.

             Ağaçlar gelinliğin örtüsünü tamamlama yarışında.

             Kuşlar ötüş ötüş, şen şakrak.

             Güneş sevinçli bir devinmenin içinde Yoroz’un çatal kayalıklarından doğup, seyirte seyirte akşamın tül örtüsünü işliyor. Sanki gerdek odasına girecek gibi saklanarak, ışıldayarak, ısıtarak, kucaklayarak yürüyüp gidiyor.

             Sonra bir bahar sisi; bazen denizden atlılarla yarış edercesine şehrin üstünü örtüyor, bazen kentin sokaklarından daha ileriye doğru, keşfedilecek yeni yerler varmış gibi sağdıç özeni içinde  ilerliyor.

             Ruhumun derinliklerinde kuşlar şakıyor. Bulutlar geçiyor. Güneş bedenimi sarıyor. Dilim çiçeklenmiş açıyor…

             Bu kent sarmalıyor beni.

             Bu kent ruhumu okşuyor.

             Bu kentin birbirine geçmiş sokaklarında deli bir yüreğim ben.

             Deniz uzun uzun yatarken, deniz çırpınırken taa orta yerine düşüp denizleşivermek istiyorum. Kokularını sindirmek, kucağına yatıvermek istiyorum.

             En güzel erik çiçeği olup en erken açıvermek, baharı ilk önce ben müjdelemek istiyorum.

             Yason’un ucundaki deniz fenerinin önünde durup gemicilere ben el sallamak, Argonotların macerasına katılmak ve altın postu sırtlayıp kentin en geniş meydanına sermek istiyorum.

             Uzak iklimler gibi görünen karlı dağların sırrına ermek, kuz yerlerde çöreklenmiş karların dertli dertli sızılayan sularına el vurmak istiyorum.

             Yolları çağırıyor beni.

             Fidangör’ün oynak etekleri, fındık işçilerinin sessiz sesleri, vitrinlerden yükselen Ordu türküleri çağırıyor beni.

              Koşuyorum Melet ırmağı gibi özlemime.

              Süsleniyorum Bülbül deresi gibi usul usul.

              Yüreğimi seriyorum balık ağlarına, vira çekip toplanıyorum.

              Gırnatanın sesinde titriyor bedenim. Ayak uyduruyor doğanın heyecanına.

              Ben Ordulaşıyorum.



    

    JÖN TÜRKLER BÖYLE DİYORDU

         “Şura-yı Ümmet’te ‘Türklerin her şeyi devletten beklemeleriyle sonuçlanan davranışlarını ortadan kaldırmak’ şeklinde hal çaresi kabul edilmiştir. Ayrıca Türklerin tembelliğinin kusurunu İslam dinine yüklemek  mümkün değildir. Ancak Türkiye’deki İslam mistisizmi ve yarattığı tarikatların etkisi, bireylerin kendi isteğiyle kısıcı bazı davranışların yerleşmesine neden olmuştur. Bunlar da Fransızların istedikleri imtiyazlar gibi eğitim yoluyla halledilebilirdi. Yine ne vakit yabancı bir devlet Osmanlıların işine müdahale etmişse, İmparatorluğun bir parçası elden gidiyordu. Bunun yanında Osmanlı İmparatorluğu’nda azınlıkta olan unsurların anavatandan ayrılması için neden yoktu. İmparatorluk geniş imkânlara sahipti. Bu imkânların işletilmesiyle herkese iyi bir hayat sağlanabilirdi. Bu da genel bir islâhat politikasının gerçekleştirilmesine bağlıydı…”

           Yıl 1902.

           Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliğindeki unsurlar devletin yönetiminde oldukları halde ‘mahvolamaz birer anasır-ı metin-i zi-i hayat’ olduklarını gösteriyorlardı’ da Türkler, gurbette durdukları halde bakışlarını ‘vatan’a çevirmiyorlardı.

            Bunun sebebi neydi?

           “Anlaşılıyor ki ilmi,edebiyatı,lisanı olan bir millet mahvolmuyor. Öyle bir anasır-ı zi-i hayatı  zeka-yı, cihanın bütün kuvva-yı maddesi ezemiyor. Biz de ise mevcudiyet-i siyasiyenin nihayet bulduğu yerlerde millet bir eser-i mevcudiyet gösteremiyor. Çıktığımız memalikte kışlalarla istihkâmlar yapıyoruz. Görülüyor ki baka-yı millet için en vasi kışlalar, mektepler, en zaptolunmaz istihkamlar, dar-ül fünunlar imiş…”

           Yukardaki tahlili yapan Jön Türkler’in, Türk batılılaşma tarihinde Anadolu’nun geri kalışı konusunda zamanımıza kadar gelen hayıflanmasını görüyoruz. 1902 tarihinde Mısır’da çıkarılan Anadolu dergisinde Jön Türkler’in dil birliği, eğitim,siyaset konularında çağrılarını yapan bir örneği de okuyalım.

           “ Essalâm-ü alyk ey mübarek Anadolu. Ey koca Türkeli. Merhaba ey sevgili küçük Asya! Ey mukaddes vatan. Eyadi-i zülm-ü istibdat, hane ve kâşanelerini viran, ehl-ü ayalin olan ehl-i islamı perişan eylemiştir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah..”

             Yıkıma doğru giden Osmanlı’da, Jön Türklerce Türkçülük, kültürel bir yönelmeden siyasi bir formül haline getirilmeye çalışılıyordu. Bu düşünce siyasi bir formül haline getirildiği zaman “Türklerden ibaret bir Türkiye’nin kurulması” şeklini alacaktı.

              Bu günü dünden ayırmak olası mı?

              Hep derinlerden gelen bir acının sancısını mı duyacağız? Yoksa bir türlü var edemediğimiz Türkçülük felsefesinin bugünlerde de dışarıdan getirilen düşüncelerle darmadağın edilmesine suskun mu kalacağız?

              Artık göbeği kaşıma yerine kendimize sorular sormalıyız.

              Yoksa ….

 

TÜRK OLMAK ÜZERİNE

 

             Ş.S.AYDEMİR “ Oğuzlar” adlı makalesinde şöyle diyor:

          “ … tarihin derinliklerinde bir İngiliz ırkı ve milleti yoktur. Bir Fransız ırkı ve milleti mevcut değildir. Fakat bir İngiliz, bir Fransız ırklaşması ve milletleşmesi vardır. Mesela İngiliz milletleşmesinin tarihi, İngiltere adalarından ta İberlerden,Keltlerden,Gallerden, Roma istilasının buralara sürdüğü daha başka boylardan Alman asıllı Normanlardan, Saksonlardan, Angıllardan başlar. Ama bugün , bütün bu kanların hasılası olan  bir İngiliz milleti vardır. Fransızların aslı da,  gene Alman kanına karışan  Franklara, Gotlara …vs. uzanır. Ama bugün bir Fransız ırkı ve milleti mevcuttur.

              Bizim aslımız ve kökümüz ise böyle büyük katkılar ve karışıklıklar göstermez... Biz Türkler , ulu Asya anamızın bağrından taşan gür, güçlü insanoğulları selinin kollarından biriyiz. Bu sel, Tiyanşan-Altay silsilelerinin iki tarafında kaynadı. Doğuya yayılanlar, Mongolit ırklar kollarını teşkil ettiler. Biz Türklerin de bağlı bulunduğu asıl soy ise, Orta Asya ile daha batıya ve güneye doğru yayıldı. Bu selin en güçlü ve devlet kurucu kudretini Oğuzlar teşkil eder ...”

              H.TARCAN “ Uygarlıkların Potası Anadolu” adlı makalesinde “ … Türkler Ortadoğu’ya, Anadolu’ya Sümer, Subar, Guti, Guzzi, Uz adları altında 3000’lerde gelmişlerdir. Bu bir yakıştırma, aşırı milliyetçilik değil, çok yönlü bir gerçektir. “ der.

              Ç.GÜLERSOY da “Türk Kimliği” adlı makalesinde “ … Bu toprakların en eskilerden gelen nüfusları vardı. Sayıları da, gelenlerin, tabii çok çok üstündeydi. At sırtında kaç kişi gelebilir ? Devletleri ortadan kalkan bu halklar  ne kadar çok çeşitli idiler: Hattiler, Hititler, Frikyalılar, Kayralılar, Likyalılar, Lidyalılar, Pamfilyalılar, Urartulular … kendilerinin de savuşup bir yerlere gittiğini tarih yazmıyor. Bu yerleşik insan unsuru, bileği üstün gelen her işgalci kuvvete baş eğdi ve zorunlu olarak karıştı. Sırası ile Romalı, Bizanslı, Selçuklu, Beylikler vatandaşı ve Osmanlı oldu…” demektedir.

              Atatürk, kültürel kimliyken yoksun olan bir halkın sürüden farksız olduğunu, öz kaynaklarla beslenmeyen bir halkın bir süre sonra sürüleşeceğini çok iyi biliyordu. Onun için “ temeli Türk kimliği ve kültürüne dayalı” bir Cumhuriyet kurdu.

             Yani Türkiye’de Türkleştik.

             Türk olduk.

             Kimliğimiz ve kültürümüzde Türk olmanın özellikleri vardır.

             Bunlardan biri de “Nevruz” dur.

             Mesudiye’de köyümde eski adet ve gelenekleri araştırırken 26 Mart gününün “Mesudiye’de Yılbaşı Günü” olarak kutlandığını yaşlılardan duydum. Bahara geçiş günüymüş ve eğlencelerle kutlanırmış. O eğlencelerden birinin adı da “Çömçe Gelin” dir.

             Nevruz’un Kürt kimlikli vatandaşlarımızca, hele mavi gözlü Kürtlerce (!) başka siyasal amaçlar güdülerek kutlanmasını kabul edemiyorum. Halbuki bu gün, Türklerin doğa ile barışık yaşamlarında, doğayla kucaklaşmalarını ifade eden, doğanın yeniden doğuşunun simgesi olan sevinç dolu bir gündür.

             Hepimize özeldir.

             Nevruz gününün yüreğinize kardeşlik dolu, sıcak, barıştan yana, Cumhuriyetin yurttaşlığı içinde geçmesini diliyorum.

 

 

            TÜRKİYE NİYE BİZİM

 

            Bu memleket niçin bizim ?

          “Dört nala gelip Uzak Asya’dan

            Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan

                                              bu memleket bizim” diyen şair niye bu memlekete sahipleniyor?

           1071’de Malazgirt’te galip gelip bu toprakları fethettiğimiz için mi?

           Yoksa daha öncesine dayanıp bu toprakları kendimize vatan gördüğümüz için mi?

           Kimler yaşamış bu topraklarda? Onlar başka yerlerden gelip buraya yerleşmemişler mi; yoksa Hititler, Frigyalılar, Etrüskler, Bizanslılar, Moğollar bu topraklarda çok önceden mi varmış? Anadolu’yu nasıl, ne zaman, kimden fethetmişler de yerleşmişler buralara?

           Halbuki Anadolu hep var.

           Kim yaşamışsa bu topraklarda hep Anadolulu olmuş.

           Anadolulu kimliği öne çıkmış.

          Yani, gelen ve fetheden kimse yok. Sadece geldikleri topraklara uyan, daha öncekilerle kaynaşan, ortak bir Anadolu kimliği yaratanlar var.

          Kim onlar?

          Irksal kimliği tam oluşmamış ama Asya’dan geldiği belli olan ve Hititler öncesi yerleşenler diyebileceğimiz guruplar. Bunların tarih öncesi izleri Anadolu bozkırlarında mevcut.

          Hititler … M. İlmiye Çığ’ı okuduğumuz zaman kim olduklarını anlıyoruz. Ama Batı dünyası bu tezi kabul etmeme çırpınışları içinde.

          Frigyalılar, Etrüskler, Lidyalılar …

          Bizanslılar … “Hepimiz  Bizans’ın çocuklarıyız” sözü bazılarını rahatsız etse de sözün anlam derinliğini bilmek istemeyenler Anadolu’yu kavramak istememektedirler.

          Moğolların bu topraklarda silindir gibi geçtiğini ve bir döneme damga vurduğunu yadsıyacak değiliz herhalde.

          Selçuklular, Osmanlılar …Türkleri bu yapıda tanımlamak aslında yanlış. Onlar sadece Türk yönetiminin lider boylarıdır.

          Zaten 1071 tarihini dayatanlar, Anadolu Türklüğünü en eski tarih olarak 1071’ de göstermek istemektedirler ve yanlıdırlar. Bu tarih tezi, kökenini bulamamış Batı dünyasının Türklere bakış açısını sergilemektedirler. Güya Türkler bu tarihten itibaren Anadolu’ya gelmiş olduklarından, bu toprakların başka sahipleri vardır.

          Kimler onlar ?

          Rumlar, Ermeniler, Grekler, Pontuslular, Kürtler !...

          Hatta hatta yirmi altı köken yaratıp pay edecekler.

          Türkiye olmayacak. Sevr ile ortaya çıkmış emellerin düzenlediği harita uygulamaya konacak !

          Fetheden de biziz, fethedilen de .

          Kaynaşmış, Anadolu’nun derinliklerinde kültürünü yaratmış bir ulusuz.

          Bu topraklarda yoğrulmuşuz, bu topraklar bizi yoğurmuş.

          En eskiden başlayarak en yeniye kadar bizleşmişiz.

       “ Bu yaşadığımız süreç nedir öyleyse ?” diyebilirsiniz. İşte sorun burada. Cumhuriyetle başlayan birleştirici gücümüzü terk ederek bu günlere geldik. Yani Anadolu kültürümüzün hakkını veremediğimizden buralara geldik.

          Öyleyse yapılacak iş ortada.

          Önemli olan sadece bunu fark edebilmek !


 

 

KÖKSÜZ AĞAÇ OLMAZ

 

Köksüz bir ağaç olmaz, çünkü kökü vardır.

Evet.

Soysuz bir insan olmaz, çünkü soyu vardır.

Hayır.

Bir insan treni kaçırırsa, başka bir tren gelir alır onu.

Evet.

Bir ulus treni kaçırırsa, başka bir ulus gelir onu alır.

Doğru.

Kaygı, kuruntu, kuşku kişiyi kendinden uzaklaştırır.

Evet.

Kendinden uzaklaşan toplumlar, başkalarının trenine binerler.

Doğru.

Trenin lokomotifi değilseniz, gideceğiniz yolu bilemezsiniz.

Evet.

Toplumların bilemedikleri yolda yürümesi, onu tarihin çöplüğüne ulaştırır.

Doğru.

Tarihin çöplüğü, kendinden uzaklaşmış toplumlarla doludur.

Evet.

Köksüz ağaçla, kendinden uzaklaşmış toplum arasında fark yoktur.

Doğru.

Köksüz ağaç ne rüzgâra, ne ışığa, ne de kendine dayanmaya dayanamaz.

Evet.

Gölgesine güvenilemez.

Doğru.

Köksüz ulusların ne dostu, ne güvenci vardır.

Evet.

İnsanın soyunun olması onu yüceltmez.

Doğru.

Soyu yücelten kültür, köken, bilim, uygarlık ve geleceğe bakıştır.

Evet.

Soysuzluk kökensizlikle başlar.

Doğru.

Soysuz kişilerin yaratacağı ulus olamaz. Çünkü onlar karanlıktaki yarasalar gibidir. Varlıklarını karanlığa eşitlemişlerdir.

Evet.

Karanlığın rüzgârında ot biçenler, varlıklarının görünmesinden korkan hainler gibidirler. İçlerindeki korku, kuşku ve güvensizlik soysuzluklarının basit örgüleridir.

Doğru.

Şimdi önümüzdeki seçeneklere bakalım; Garımıza uğrayan her trene binecek miyiz, yoksa treni seçen biz mi olacağız? Trenin geçip gitmesini mi bekleyeceğiz, yoksa tren, çıktığımız yolculuğun aracı olarak denetimimizde mi olacak?

Evet.

Öyleyse;” Seçenek (siz) misiniz ?” diye sorulduğunda vereceğimiz yanıtı biliyoruz.

( ………. )

Yukarıdaki boşluğu doldurur musunuz !..


 
  “Tuu”  ve “Yuh”

 

Başbakan Yardımcısı Sn. Bülent Arınç’ın şahsına münhasır kişiliği var. Konuşmalarını ilgiyle izleyip örnek almaktan zevk duyuyorum. Elbette ona oy veren seçmen kitlesi de bu zevki benimle paylaşırdır.

Başsavcı Cihaner’in odasının aranmasını “ Adliyeye baskın” diye sunan gazetecilere “tuu” dedikten sonra Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı ile atışmasında “Ziyaretime gelmezseniz, tabii tanımam” demiş. Başkanın  “ Şimdiye kadar hiçbir bakanı ziyaret etmedik. Ayrıca bize tuu derseniz gitmeyiz tabii ki” yanıtı üzerine de “ O zaman yuh diyeyim de gelin” karşılığı vermiş.

Eh, benim güzel ülkemin Başbakan yardımcısının insanlarla iletişiminde “Tuu” ve “ Yuh” ünlemeleri öne çıkıyorsa, yani imam şey ediyorsa, bilirsinizki cemaat başka şeyler eder.

Cemaatın başka şeyler etmesine fırsat kalmadan partisinin milletvekilleri ortaya çıkıverdiler ve içlerindeki kini kusuverdiler.

Milletvekili Avni Doğan “40 yıl onlar fişledi, şimdi biz onları fişliyoruz… İnşallah sıra bizde” demiş.

Vay be!..

İntikam hırsıyla Meclis’e koşmuş bu zat-ı muhterem, Türk insanını “Onlar” ve “ Biz “ olarak  ayırmış.

Onlar kim, biz kim ?

Şimdi siz yolda yürürken, “Ben onlardan mıyım, bizden miyim?” diye düşünmez misiniz? Ya da yanınızdan geçen benim güzel ülkemin vatandaşı için “Acaba onlardan mı, bizden mi?” diye yan yan bakmaz mısınız?

Biz , onlar derken aa! O da ne?

Tuu ve Yuh’un yandaş milletvekillerinden Ahmet Aydoğmuş “İktidara karşı çıkanların kanını tahlile yollamak gerekir. Bu kanı bozuklar …” deyivermesin mi?

Yani AKP dışında herkes kanı bozuk olarak dolaşmaktadır bu milletvekilimize göre.

Hastanelere gün doğdu öyleyse. “Kan tahlili için geldim doktor bey” diye kolunuzu uzatıp tahlil sonrasını beklerken kan bozukluğunuzun türünü de öğrenmenin heyecanı içindesiniz. Kâğıtlar geldi. İlaç istemeye gerek yok. Git, kaydol iktidar partisine, kan bozukluğun şıp diye düzeliversin.

Demokrasi bu işte.

Hani, türkiş demokrasisi !

Hem birlik beraberlikten dem vuracak, demokratik açılım diye açmadığın kapı bırakmayacaksın; hem de onlar,bizler, kanı bozuklar diyerek açılımının içine tüküreceksin.

Vay benim güzel ülkem!

Kimsenin ne muhalefeti, ne iktidarı sevme diye zorunluluğu yok. Kim görevini güzel eylediyse, vatandaş olarak onu alkışlarım. Ama şairin dediği gibi, “Zulme boyun eğmem!”

Ne zaman barıştan,kardeşlikten yana ses duyacağız acaba?

Ne zaman bu ülkenin insanları güler yüzle sokağa çıkacaklar?

Ne zaman dostça birbirlerine selam verecekler?

Ne zaman mutlu bir ülkenin vatandaşı olmanın kıvancını yaşayacağız?

Tuu ve Yuh’un olmadığı, insanların birbirini fişlemediği, kanı bozuklar diye suçlamadığı günlerde herhalde. O günleri de halk yaratır.

Benim halkıma selam olsun!..

 





ACELE EDİN VE GİDİN

 

“Oturumunuzu sonlandırmaya geldim.

Meclisi yaptığınız her icraat ile kirletmenize ve şerefsizleştirmenize artık kalıcı bir son vermeye geldim.

Siz ki fitneci, fesatçı meclis üyeleri; siz ki iyi bir hükümet olmak dışındaki her şey!..

Kiralık sefil yaratıklar, zavallılar, ülkenizi en küçük şahsi çıkar adına satılığa çıkaranlar, birkaç kuruş için Tanrı’ya ihanet edenler, içinizde bir parça da olsun erdem kalmadı mı?

Bir parça vicdan da mı yok?

Atım kadar bile dindar değilsiniz!

Altın sizin yeni Tanrı’nız olmuş!

Satılığa çıkarmadığınız bir değer de kalmadı!

Ulusunuz adına iyi bir şey düşünemez misiniz?

Sizi çıkarcı sürüsü, bulunduğunuz bu kutsal meclisi, o varlığınızla kirletiyorsunuz!

Tanrı’nın kutsadığı bu meclisi, ahlak yoksunu davranışlarınızla hısızların ini haline çevirdiniz!

Halkın size verdiği yetkiyi kötüye kullandınız!

Siz ki, halkın umutsuz dertlerine çare olmalıydınız.Kendiniz halka en büyük dert kaynağı oldunuz.

Ama ülkeniz beni asırlardan beri temizlenmemiş bu ahı temizlemeye çağırdı!

Ve bu gücü de bana Tanrı verdi.

Bu şeytan ocağını yönetmeye geldim.

Vay halinize!

Şimdi derhal defolun!

Acele edin rüşvetin köleleri!

Acele edin, gidin!

Süslü saltanat eşyalarınızı alın ve defolup gidin!. “

 

Yukarıdaki satırlar 20 Nisan 1653 yılında İngiltere meclisinde nutuk atan General Oliver CROMWELL’e aittir. Sözlere katılır ya da katılmazsınız ama bilin ki bu nutuk tarihe yön veren konuşmalardan biridir. Tarih, bilmeden veya bilerek ülkesine ihanet etmiş krallar, devlet adamları örnekleriyle doludur. İnsanlık bu ihanetlerin sonuçlarından ders alarak yoluna yürümeye devam etmektedir. Ders almayanların öyküleri ise tarihin çöplüğünde sürünüp gitmektedir.

Cromwel’in nutkunu okuyunca aklınıza başka şeyler gelmiş olabilir. Sakın ha!.

Demokrasi, demokrasinin beşiği olan İngiltere’den hangi aşamalarla buraya kadar gelmiş, anlayabiliyoruz. Bunları biz de yaşayacağız. Ama yaşadıklarımız ve yaşayacaklarımız  az olsun. Kısa süreli olsun. Ülkemize zarar vermesin.

Meclisimizin tarihsel yüceliği bunu aşacak güçtedir.

Halkımızın devlet bilinci bunu görecek güçtedir.

Yeter ki Cumhuriyete inanalım.

 

OSMANLICI

 

Hani bugünkü iktidar “Osmanlı” olmak, o dönemin siyasal düzenini Cumhuriyete uygulamak istiyor ya, merak ettim. Büyük Osmanlı Tarihi (Ord.Prof. İ.Hakkı Uzunçarşılı) Ansiklopedisi’ni açtım. Daha evvel okurken kulaklarını büktüğüm sayfalara yeniden ve özellikle baktım.

Niye bükmüştüm onları ?

Gördüm ki her daim gerekli olan konu başlıklarını işaretlemişim.

Bakın; Cilt.6  Syf.571

Konu : 18. Asırda Osmanlı İktisadiyatı.

“…

Yerli malı kullanılmasına dair diğer bir teşebbüs de 1197 H. 1783 M. De Vezir-i Azam Halil Hamid Paşa sadareti esnasında yapılmıştır. Bu hususa dair neşrolunan bir fermanla halkın elbise  hususunda birbirleriyle rekabet edercesine tekellüf ve sefahatten çekinmeleri, yüksek fiyatla eşya tedariki için  Hindistan’a ve sair yerlere para çıkarılmayarak memleket içinde bu zararlı yolun kapatılması ve badema yerli malı kullanılması hakkında vesayada bulunmuştur. Giyilmesi tavsiye edilen bu yerli malları İstanbul ve Ankara şalı ve sofu ile Bursa ipeklisi, Şam alacası, Hama kuşağı, basma, Galata işi denilen tel ve sırma kılaptandan Süzeni adındaki ince nakış işlenmiş kumaş ve sair yerli emtiası idi.

Hükümetçe bu yolda halka vesayada bulunurken, iptida buna örnek olmaları icap eden devlet ricalinden başkalarının Hind şalı, Samur kürk, Kakım kürk ve çiçekli giymeleri emrediliyordu.

Halil Hamid Paşa yukarıda hulasasını kaydettiğimiz fermanı her tarafa tamim ederken, bir müddet sonra yine eski halin avdet edeceğini düşünerek Hindistan’dan ve Bender Abbas’tan usta ve şal dokuyucuları getirtmek ve bu dokuma işini İstanbul’da tesis etmek üzere  o taraflara adamlar gönderilmişti; fakat onun sadaretten azli üzerine teşebbüs akim kalmıştır…”

Gördünüz mü?

Usta ve şal dokuyucuları getirmesi üzerine azli ! (Görevden alınması)  söz konusu olmuş.Birilerinin çıkarına çubuk sokar mısın? Adamı  büyük vezir de olsan yerler.

Otur oturduğun yerde.

Samur kürkünü giy, çiçekli basmalarla dolaş.

Halkı, Cuma selamlığında gör.

Yoksa adama “ Ananı da al git” derler.

Güya garibanı,gurabanı, halkını  düşünüyorsun; onlar zaten kendi ihtiyaçlarını görürler.Hem onların ihtiyacı nedir ki?

Keten gömlek, aba kumaş giyiyorlarmış…

Osmanlı zamanında yerli malını düşünürken, bugünlerde yerli malı ne varsa elden çıkıyor. Uluslararası bağlantılar ulusal ekonomilere öylesine el atıyorlar ki diren direne bilirsen.

Özenilmek istenen Osmanlının ne olduğunu bilemeden binmişiz küheylana.

Demokrasi-memokrasi !..

Özgürlük-mözgürlük !...

İnsan hakları- çuval hakları !...

Sendika- mendika !...

Haydin hep beraber Cumhuriyete fatiha !...

 

 

TEKEL

TEK  EL

 

Yeni nüfus sayımı rakamıyla 72.5 milyon Türk insanının 72 milyonu, günlerdir hak arama mücadelesindeki Tekel işçilerini izliyor. Gönlü onlarla soğukta, açlıkta beraber oluyor.

Buçuk milyon ise aldırmasız.

İnsanlarımız emek mücadelesinin ne kadar zor ama ne kadar onurlu olduğunu gördüler.Bir şeye ulaşmak, kavuşmak için verilecek mücadelenin kişinin yaşamına getireceği yükümlülükleri fark etmeye başladılar.

Galiba hepimizin özlediği bir şeyleri yapıyor Tekel işçileri.

Gönlünden geçip te açığa çıkaramadığı duyguları onlarla yaşıyor.

Çocuğunun akan gözyaşında aile olmanın heyecanının tadıyor.

Dayanışmanın getirdiği birlik duygusunu sindiriyor.

Sadece iktidara karşı mı bu yapılanlar ?

Hayır.

Uyuyan insanlara, topluma önder olamayanlara, artık refah ve huzur toplumu olma isteğini anlayamayan çevrelere büyük bir sesleniş bu. Bırakın kavgaları, yalan dolanları da ülkeye hizmet anlayışında gayret gösterin demenin ifadesi bu.

Anlayacaklar mı dersiniz ?

Halâ tek el peşinde koşan, ikbalini bu tek elin hükmüne bırakmış insanlardan pek beklemiyorum. Yalakalık ta ustalaşmış, koltuğa sarılırken vicdanını kaybetmiş, yağcılık yaparken bile ustasını zedelediğini görememiş insanlardan bekleyemeyiz bunu. Ne yazık ki her şeye maydanoz olmaya çalışan lider cuntasından da umudum yok.

Bu umutsuzluk denizinde çırpınırken Tekel işçilerinin direnci bir ışık oluyor sanki.Onların safında kendimizi görüyor gibiyiz.

Bu bir özlem mi ?

Evet.

Birlik ve direniş ruhuna böyle ulaşabiliriz.

Ülkemizde yaşanan olumsuzluklara karşı birlik olmanın ve direnmenin ilk adımı böyle atabiliriz.

Emek mücadelesini anlayabiliriz.

Hak aramanın, demokratik mücadelenin onurlu yoluna böyle girebiliriz.

Belki ulusal sanayinin, dışa bağımlı olmanın, İMF’nin, Avrupa Birliği’ne girmenin ne demek olduğunu öğrenebiliriz.

Ortak vicdanımızın Tekel işçilerinin direnişi sırasındaki sızısı, bizi alıp bir yerlere götürebilir. Ancak aklı hep önde tutmalıyız.

Haydi ülkemin güzel insanları; var olma, insan olma, yurttaş olma yolunda birleşin. Bu güzel ülkemin hak ettiği yerde olması hepimizin büyük özlemidir. Ama özlemek yetmiyor. Görmek,anlamak ve bu ülkü etrafında birleşmek gerekiyor.Tutun avuçlarınızda aklınızın ve beyninizin yükünü. Sonra sert adımlarla yürüyünüz.

Dağ başını duman almış !..

Yeter artık; dağ başından güneş doğmalı.

Cumhuriyetimizin güneşi demokratik mücadelemizin ışığı olmalı.




 

YENİ OSMANLICILARA İTHAF

 

1730’ların Osmanlı Sarayı’ndayız. Şair Nedim o günleri anlatıyor.

“Ahali ızz u devlette

Reaya emn ü rahetta

Hüner erbabı rif’atte

Cihan yekpare nurani”

Türkçesi şu : “ Müslüman halk ululuk ve yücelik içinde, gayrimüslim halk da emniyet ve huzurla dolu. Sanatçılar ve zanaatkârlar değerini bulmuşlar. Dünyada her şey güzel vesselam.”

O zamanın Çardak çorbacısı kahveci Ali Usta’nın ise heyecan, merak ve isyan halindeki halka nutku şöyledir: “ Var mı içinizde bu herzelere inananınız ? Hanginiz ululuk üzeresiniz Allah aşkına ? Ya hanginizin emniyeti var ? Huzuru olan hanginiz ? Dükkânına kilit vuran kaç zanaatkâr var aranızda ? Peki, var mı içinizde Nedim Efendi’nin lezzet aldığı meclise katılanınız ? Var mı vur patlasın, çal oynasın ibn-i vakt olanınız ?..”

Sonuçta Kahveci Ali Usta, Manav Muslu Beşe, Arnavut Patrona Halil Ağa adamlarıyla hazırlık yaparken; Saray, İran’a yürümek üzere Üsküdar’a geçen orduyu, halkı ve ordusuyla bütünleştirmek amacıyla gösteri yapmak için Üsküdar Sarayı’ndan bu geçit resmini seyrediyordu.

Bakın Ali Usta yine konuşuyor:

“ Çeşme yaptırdım, matbaa kurdum diyormuş. Matbaa tamam da kitap okumaya mum kalmamıştır. Çeşme iyi de el yıkamaya sabun kalmamıştır. Odun ateş pahası, bir çekeği on akçe edecek. Kömürün tozunu bulan nerdeyse gözüne sürme diye çekecek. Buğdaydan geçtik arpayı bulamıyoruz. Gözünde arpacık çıkanın sevinesi geliyor. Yakmaya mum yok elde avuçta, yüreklerimizin yağı erimiş yanıyor, yanıyor …”

Yanıyor, yanıyor !..

Şimdi 2010’lardayız.

İktidarın şair Nedim’i yok ki kasideler, koşmalar, övgüler yazsın. Sanata tüküren bir anlayışın elbette şairi olmaz ama yalakası olur. Yalaka taifesi her zaman, her yerde vardır ve ödülden daima nasibini alır.

Peki, halkın Ali Ustaları var mı ?

Var.

Var ama bakmışlar ki papuç pahalı. Onların çoğu da Evliya Çelebi gibi onurlu durmaktan vazgeçmiş. Yani zamanın paşasının öngörüsüne karşı durmak yerine yaltaklanarak söze girmiş ve Azak kalesi yakınlarındayken güneşin yedi ayrı yerden doğup battığını, bu işin aynen Paşanın dediği gibi olduğunu ballandıra ballandıra anlatmış.

Ve sözünü şöyle bağlamış:                                                                                                               “ Ol zaman bildim ki bütün vezirler ve vekiller ve rebabı devletin ileri gelenleri huzurunda yalakalık ve hoşa gidici sözler lazım imiş …”

 





   “ Üstelik kanatsızdır bulutlar

 

Taşıyamaz kimseyi omuzlarında “

Safran Sarı /  İnci Aral

 

Sonra şöyle diyor yazar, aynı kitabının sonuna doğru:

“ Suç karşısında özrü olmayan yoktur.Ama insan kendi hayatının suçunu taşımak zorundadır ve buna karşılık yapılacak bir şey de yoktur… “

Genç yaşta yükselmiş bir yatırım uzmanı; eski eser kaçakçısı bir aile; üniversite mezunu, babaya baş kaldırarak yuvasından uçmuş ve telekız olmuş bir kadın; para, güç ve başarı peşinden koşarken kimliklerinden uzaklaşan insanlar …

Bunlar önce sevgiyi, sonra geleceğe ait umutlarını ve sonunda ruhlarını kaybederek basit yaşanmışlık içinde arayışlara yönelirler. Zenginlik beklenmeyen bir sonuç olursa, onun getireceği değişime ayak uydurmak zordur.Sorun zenginliği korumak değil, zenginken ne olduğunu bilebilmektir. Nice zenginlerin ki onlar kendilerini “ varsıllar” sınıfına koyarlar, ufak bir darbeyle sahte duvarlarının yıkıldığı görülmüştür, duyulmuştur ya da okunmuştur. Çoğu kez geride yıkıntıları bile görülmez.

Yani hoş seda bırakmamışlardır.

Varlıklarını düzenin bozukluğu üstüne kurup, vurdukça heybetlenen insanların  ya da ailelerin sonraları saman çuvalı gibi yuvarlanmaları, ayrıca toplumun da erdemsizliğine örnektir. Çünkü toplum  böyle yapılanmalara izin vermişse, çıkarlar ve edepsizlikler karşısında sessiz kalmışsa, ya da başka deyişle değer yitirimine aldırış etmemiş/ edememişse bozulmaya hatta yıkılmaya doğru yol almış demektir.

Artık vuran vurana, soyan soyana mantığıyla hareket başlamıştır.Ahlak, etik kurallar ve inanç yok olmaya mahkumdur. Bu değerleri yitirmek te varsıl olmaktan daha da çok kötüdür.

Okuyunuz Safran Sarı’yı.

Günümüzde ‘birlik ve beraberlik içinde’ diye başlayan nutukların ne kadar aldatmacı olduğunu daha iyi anlarız. Paranın yok etmeye başladığı değerleri, bu değerleri savunmaya çalışanlar tarafından nasıl örselendiğini fark ederiz.

Yıllar önce yitirdiğimiz Mumcu’nun yazdıkları, söyledikleri bir bir doğrulandıkça toplumumuzun ayağa kalkması gerekirken, umutsuzlar gibi çırpınışları üzüyor beni. Hakkını arayana, derdini anlatmaya çalışana gösterilen tepki karşısında bile suskunuz.

Demokrasiyi sırf Meclis koridorlarında zanneden iktidar ve muhalefete bir şey diyeceğimiz yok mu?

Zenginlikle değil erdemli davranışlarla var olmak istiyoruz.

Zenginliğe varan yolun her türlü edepsizliklerle donatılmış olmasından rahatsızız.

Zengin olan inancımızın ve değerlerimizin örselenmesinden utanıyoruz.

Romanda şöyle bi metin var. “ Bazı geceler insan karanlık bir sahilde durup uçsuz bucaksız gökyüzüne bakar ve tanıdık yıldızların yeli yerinde durduğunu görerek sevinir. Sonra birden onlardan daha uzakta, daha az parlak ve küçük bir yıldızın kendisine göz kırptığını fark eder. Merak duyar; yoksa bu göktaşı mı?.. “

Toplum olarak bir göktaşı mı arıyoruz ?

 

 

TSSB

 

Yukarıdaki yazı başlığının açılımını yapmak elbette zor.Pek alışık olmadığımız sözcüklerin harf başlıklarından oluşuyor. Ama hemen söyleyeyim; Psikolojik bir rahatsızlığın adı. Türkçede  ‘Travma Sonrası Stres Bozukluğu’ olarak  geçiyor.

Toplum ve bireyleri yaşadıkları dönemde olağanüstü olaylar yaşıyorlar. Bu yaşanan olaylar, derin sarsılmalar ve izler bırakıyor. “ Biz bu muyuz?” denli şaşkın sorular sorup kendinizi ve yaşadığınız toplumu araştırmaya başlıyorsunuz.

Hayret !..

Siz ve yaşadığınız toplum hiç bunları hak etmiş değil.

Ama o sarsıcı olaylar var ve siz şaşkınsınız.

Önüne gelen ‘ Birlik ve beraberlik içinde yaşamak’ tan söz ediyor. Fakat o ruh, o beraberlik düşüncesi yok olmuş gitmiş. Yerine birbirine güvenemeyen bireyler gelmiş.Oradan da “Gemisini kurtaran kaptandır” sözü ağızlara pelesenk olmuş.

Öylesine kurtarıcı ihtilaller, başkaldırılar görmüşki toplum; değil kurtarılmak, o ağın içinde bulunmaktan bile korkulur olunmuş. Değişecek düzen yerine, emeğe olan baskı, sömürü artmış. Sendikaların üzerine yürünmüş ve kişiler bireyselleşmeye doğru zorlanmış.

Dayanışma ruhu yok edilmiş.

Ulus olmakla övünülürken ulusal değerler parçalanmış, örselenmiş. Uluslaşmanın arkasındaki savaşım, devrimler ötelenmeye başlanmış. Ulus olmanın yarattığı birlik duygusu yerine etnik kimlik öne çıkarılmaya başlanmış.

Sokaklarda dövülen memurlar, öğrenciler, işçilerin görüntüsü yüreğinizi haklı olarak burkmuş. Kötücül bir korkuyu duymaya başlamışsınız.

Umudunuz yitmeye yönelmiş.

Hiçbir şeyden neşe, zevk almamaya başlamışsınız. Hatta kahkahayla gülen, sırıtan birilerini gördünüz mü yaşamanızın anlamını sorguluyorsunuz. ‘Hayat bu kadar ucuz mu ?’ denli sorularla kendinizi sorguluyorsunuz.

Arkası gelmeyen, gelebileceğini de pek emin olmadığınız terörist saldırılar güvenlik duygunuzu aşındırmaya başlamış.

Açılım diye bağıran iktidar karşısında açılımının ne olduğunu öğrenmeye kalktığınızda

‘Uyumsuz birey’ diye suçlanıyorsunuz. Sanki bilmek, öğrenmek ve yaşadığınız toplumla ilgili kararlarda söz sahibi olabilmek suçmuş gibi !..

Yaşam koşulları için mücadele etmek gerektiğini kabul etmişsiniz de, mücadelenin koşullarını öteki olma yolunda hızla ilerleyenler hazırlıyor. Öfkeleniyorsunuz. Öfkenizi anlayışlı bir devlet adamının yatıştırmasını beklerken kafanıza inen bir dipçik, yüzünüze sıkılan biber gazı daha da artırıyor.

Ama siz, devlete saygı gösteren, onu yücelten bir anlayışın ürünüsünüz.

İşte orada, birey olarak, toplum olarak bir travma, travma sonrası stres bozukluğu yaşıyorsunuz. Hastalığınız belli oldu artık. Şimdi sorun, bu hastalığın üstesinden gelebilmek.

Hastalığa iyi tanı koyabilmiş, ona neden olanları iyi belirlemişseniz ilk adımı atabiliriz.

Yeniden doğru ve iyi dengeleri yaşayabileceğiniz düşünce sistemini yaşama geçirmek !...

Normalleşmeyi sağlayabilmek.

İşte ‘erken seçim’ bunun için gereklidir.

 

ALTIN BİR KUPADA TAŞIYORUM GÜNEŞİ

AYI İSE GÜMÜŞTEN BİR TORBADA

 

2009

2010

Rakamlar değişiyor. Sayılar kendine özgü bir şekil alıyor.

İnsanoğlu zamanı kendine göre sınırlandırmak için sayıları kullanıyor. Halbuki zaman,  başlangıcı ve sonu belli olmayan bir süreç. Yıl, ay, gün, saat … bu sürecin insan tarafından belirlenmiş etapları.

Niye koyarız bu etapları ? Yaşamımızı zamanın kalıplarına niye sokarız ?

Çünkü ölçütlerimiz vardır bizim. Geçmişin deneyimlerinden gelen ve geleceğimize yön veren bu ölçütler, kişinin değerinin göstergesidir. Zamanın sınırlandırılması, aslında insanın var olma değerinin ortaya konulmasıdır.

“Ben değerliyim.”

Niye ?

Önce “insan” olduğum için.

Sonra zamanın bu ölçütlerinde şu, şu işleri yaptığım için.

“Yaptıklarımla onur duyuyorum.”

Zaten sorun da bu. Kişinin yaptıklarıyla onur duyması. Bir tür kendisiyle hesaplaşması.

Zaman zaman yapmalıyız bunu.

İşte yılbaşı günü. Geride bıraktığımız yıllar. Önümüze serili yeni bir zaman parçası.Neyi, eksik bıraktık ya da neyi gelecek bu güne aktardık ? İnsanın kendisiyle hesaplaşması kolay bir şey değildir elbet. Daha çok esrik bir kafayla ve iyi bir dost bulmuşsak yapabiliriz bunu.

Gelin değiştirelim bu alışkanlığımızı ve kendimize sığınarak adımlarımızı atalım.

Gecenin geç bir vaktinde, ne kadar sorunumuz varsa o kadar taşı elimize doldurarak sahile koşalım. Gümüşi parıltılarıyla bizi kucaklamaya çağıran denize fırlatalım taşları. Her birini fırlattıkça yükümüzün azaldığını duyumsayalım.

Örneğin, gökyüzünde bir yıldız belleyelim. O yıldız sizin yıldızınız olsun. Bir saat sonra o yıldızı yeniden gözlemleyelim. Yerinde duruyor mu ? Ona sığınalım ve dertlerimizi, umudumuzu, arzularımızı, isteklerimizi ona söyleyelim. Gökyüzü çok derindir. Sesimizi duyar ve bize işaretler verir.

Çocuklarımızla ya da eşimizle bir türkü söyleyelim. Sesinizin fa majör tonunda çıkması önemli değil, Yeterki beraberliği yaşayalım. Bir umuttur seslerin kaynaşması.Sabahleyin sadece horozlar ötmüyorki; sabahın er vaktinde bülbüllerin, sığırcık kuşlarının seslerini dinlediniz mi?

Bu sabah eşinizin elini avuçlarınız arasına alıp el içini, en içten ve isteyerek öpünüz.

Onun size hayran bakışlarına “Bana emek veren ey kadın ..” diyerek sesleniniz.

Neyiniz eksilir ?

2010 umutlarınızın ışığı olsun.

Bu ışığı yüreğinizde duyumsayarak şairin dizelerini yeniden okuyunuz.

“Yere serilinceye kadar

Altın bir kupada taşıyorum güneşi

Ayı ise gümüşten bir kupada”

Nice yıllara.

 




VAR MIYDI YAŞARKEN ?

 

“ Ona haydi

Savaşa dediler

Başkaca bir şey söylemediler

Aldılar köyünden

Davulla,zurnayla

Geride üç çocuk

Bir eş ve bir ana

Eline bir silah

Tutuşturdular

Ve karşılaştı

Düşman ordular

Vurulup düştü

İlk çatışmada

Göğsünde bir oyuk

Üç delik alnında

Ey bu topraklar için

Toprağa düşen

Bir karış toprağın

Var mıydı yaşarken ? “

 

Şaire düşen, kendi mantıksalı içinde toplumsal yaşamdaki gerçekleri ortaya dökmektir. Söz görevini üstlenir. Okuyanlar oradan bir sonuç çıkarır ve kendilerine bir yol haritası çizerler. Her ne kadar politikacılar şairleri pek sevmeseler bile kürsüye çıktıkları zaman onların dizelerine sığınırlar. Onların şiirlerinden seçmenlerine iletiler vermeye çalışırlar. Seçmen şairi değil de şiiri okuyanı alkışlar çoğu kez. Şair, şiir dergileri arasında yuvarlanıp gider. Ancak gün olur da anımsandığında, gökte parlayan bir yıldızın  yeryüzüne indirilmesi gibi alkışlarla karşılanır.

Heyhat, yaşam bitmiştir.

Toprağı olmayıp ta topraklar için vuruşan ve toprağa düşen bir asker gibi!..

O askere toprağı sorulmaz. Zaten asker, kendine toprak kazanmak için gitmemiştir askere. O görev bir borçtur. Hele biz Türkler için.

“Göğsünde bir oyuk/Üç delik alnında “ ile dönmek yaşamının en onurlu anıdır. Şehit düşmüştür. “ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana “ onların gözyaşları, ülkenin namusudur.Topluma düşen görev, o namusu en üst derecede korumaktır.

Ülkemizin yaşadığı şu sıkıntılı günlerde, hele Tokat’taki alçakça saldırıda şehit olan askerlerimiz için şair Ataol Behramoğlu’nun bu şiirine sığındım.

Bir soysuzun ve onu bahane ederek dilinin altında başka baklalar saklayanların yarattığı kardeş kavgasının acıları gün be gün yüreklerimizi acıtmaktadır. Dış güçlerin oyunlarına gelerek ülkede ayrışmalar yaratmak isteyenlere, yurtseverlerin elbette söyleyeceği sözler olacaktır. Hiç kimsenin yurt bölünmesinden pay sahibi olabileceği asla düşünülmesin.

Ülkenin bölünmez bütünlüğü, Cumhuriyetin onurlu varlığı sonsuza değin sürdürülecektir.

Önce bunu bilelim.

 

BÜYÜK YANLIŞ

 

 

Adını “ Kürt Açılımı” olarak koydunuz. Şimdi ne kadar değiştirmek isteseniz de varacağınız nokta, ne olacağını düşünemediğiniz yolda tekrar başa dönülmesidir. Açılımdan neyi  anlatmak istediğinizi bilemediğiniz  için taraflar sağırlar diyaloğu içinde birbirine sözler  sarfetmektedir.”

Bu benim AK Parti’ye en yalın biçimde söyleyebileceğim görüşümdür.

Ben bu açılımdan neyi anlıyordum.

Kürt kökenli vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı  yerlerde çağdaş hak ve özgürlüklerin doğru biçimde uygulanması; Anadillerinin kullanılmasının sağlanması; Eğitim,sağlık,adalet, sosyal yaşam, iş, aş gibi kamu hizmetlerinin etkin biçimde ayaklarına götürülmesi;  soy ilişkilerinde ırksal ayrımcılığa yer verilmemesi…

Kürt vatandaşlarımızın oylarıyla Büyük Millet Meclisi’ne gönderdikleri DPT ve yaşadıkları kentlerde yerel yönetimleri teslim ettikleri Belediye Başkanları ne istiyor?  Siyasal sistemimiz  içinde aynasal güvenceye alınmış bu parti ve yandaşları ne istiyor? Akılları niye devletin katil olarak hüküm giydirdiği Öcalan’da ? Kendilerine oy verdikleri vatandaşları niye devlete karşı kışkırtıyorlar ?  Meclis’te onların sorunlarını söyleyip çareler arama yoluna niye gitmiyorlar ?

Demek ki ortada büyük bir oyun var.

Oyunun uzantısı Sevr’e kadar gidiyor.

Lozan’la hesaplaşma peşindeler.

İkinci Cumhuriyetçiler, göbeği dış sermayeyle şişmiş ağa babalar, siyaset bilimci olarak geçinmeye çalışan ihanetçiler … leş kargaları misali gaklayıp dururken kendilerine verilecek parsa için elleri ceplerinde beklemektedirler.

Kürt açılımını fırsat bilip “ üniter devlet” ve “ulus devlet” kavramlarını örselemeye çalışarak, birleştirici olan bu kavramlar yerine etnik bölünmeyi öne çıkarmaya çalışmaktadırlar.

Yani dillerinin altında bir bakla var !

Kendi varlığını yadsıyıp, sırtını Apo’ya ve PKK’ya dayayan DPT’ nin dilinin altındaki baklayı çıkarıp adam gibi söylemesi lazım. Ama öyle yapmıyorlar; yaratmaya çalıştıkları sisli havadan, külleri havaya savrulmuş meydanlardan yararlanıp bir yerlere doğru gitmeye çalışıyorlar.

İşte bu yanlış. Hem de büyük bir yanlış.

Ortaya çıkıp “ Türkiye’nin birliği ve bütünlüğünden yanayız” deyip, kendilerini ipotek altından kurtarıp, kürt kökenli vatandaşlarımızı Türkiye Cumhuriyeti ile barıştırmaya yönelmelidirler. Anayasamızın değişmez ilk üç maddesini kendilerine şiar edinmelidirler.

Şehitlerimizin örtüsü, o örtünün gölgesi üzerlerine doğru uzandığında çok geç kalınmış olur ki bunun vebalinden tarih önünde ve insanlık adına kurtulamazlar. Acaba gözyaşları vicdanlarını hiç mi sızlatmıyor?

Bu oyuna gelmeyeceğiz.

Türk ulusu nice şehitler pahasına bugünleri de aşacaktır.

Şehitlerimiz önünde saygıyla, minnetle eğilirim.

 

 

ALO ! ÖKÜZÜM KAÇTI

 

Ahmet bey kurbanlığını üç gün komşunun fındık bahçesinde sakladıktan sonra Bayram namazı bitiminde tekbirlerle evinin önüne getirirken ah! ne yaptı da bu hataya düştü. Kurbanlık öküzü birden huylandı,ipinden boşandı, kurtuldu.

Osman efendinin başına gelenler ise daha az değil. O da kaçan öküzünün peşinden ana yola doğru seyirtmeye başladı. Yoldaki otoların kornaları fayda etmedi de Osman efendi arkada, öküzü önde bir koşuşturma sürüp gitti.

Ebuzittin efendi ne yapsın. Bacaklarında koşacak, öküzünün peşinde gidebilecek derman yok. Komşu çocuklarına bıraktı bu işi. Evine döndü,pencerenin önündeki sedire oturarak dışarıyı izlemeye başladı. İçinden “ Medet ya Allah” diyor, başka bir söz ağzından çıkmıyordu.

Bu yılki kurbanlıklara bir şey olmuştu.Kaçan kaçana!

Ahmet bey Belediyeyi aradı. Yardım istedi. İtfaiye aracı alarm çalarak yollara düştü.Aracın arkasındaki görevlinin elinde hortum, kaçan öküze doğru uzatılmış ha bire su sıkıyordu. Öküz ıslandıkça canlanıyor, tazyikli suyu yedikçe daha hırsla sokaktan sokağa,duvardan duvara atlıyordu.

Osman beyin kurban ortakları ellerine geçirdikleri odun ve demir çubuklarla çoktan öküzün peşine düşmüşler, yaklaştıkları yerde vurarak onu yola getirmeye çalışıyorlardı. Sen misin kaçan, ha bire vuruyor, vuruyor, vuruyorlardı. Her darbede daha çok huysuzlanan kurbanlık ta oradan oraya atlayarak, bazen önüne gelene tos vurarak kaçıyordu.

Ebuzittin beyin yardımına koşan komşu çocukları, öküzü basket sahasına sokmuşlar,biraz da alayla onunla oynamaya çalışıyorlardı. Öküz burnundan çıkardığı solukla onlara bakarken bir yandan da eşiniyordu. En çok bu eşinme sahnesi çocukların hoşuna gitmişti. Ebuzittin bey gelene kadar oynamalıydılar. Neşeleri yerindeydi. Ebuzittin bey geldi. Basket sahasının kapısını açtı ki, eyvah! Hayvan yeniden celallendi.

Kentin Belediye hoparlöründen bir uyarı sesi yükseliyordu :

“Dikkat dikkat ! Bu yılki kurbanlık öküzlerin çoğu kaçmış, nedense Samsun-Ankara yolundan ilerlemektedirler. Bu durum kentimiz için hiç te hayırlara vesile olacak bir durum değildir. Acilen alınacak önlemler gereği …”

Öküzü kaçan halk, Belediye önünde toplanmış sorunlarına çare bulması için Başkandan yardım istiyorlardı. Başkan Belediyenin balkonuna çıktı. Halkını selamladı.

“ İlk iş olarak, bundan böyle ‘ Alo, Öküzüm Kaçtı’ hattı kurulmuştur. Halkımızın can güvenliği açısından önemlidir …” diye konuşmasını sürdürdü.

Kentin halkı rahatlamıştı. Diğer kentlere örnek olunacak bir adım da atılmıştı.

Bundan böyle Ankara yoluna düşecek her öküz için çırpınmak, çareler aramak yerine Belediye Öküz Hattı’na telefon açılacak, derdi olan dertten kurtulacaktı.

Bu tarihi olaya tanık olan bendeniz de 1800’ lü yıllarda yaşayan Aşık Veli’den bir dörtlükle yazımı bağlamak istedim.

Bir kâmil mürşitten dersin almazsa

Okuduğu harfe amel olmazsa

Post sahibi postun aslın bilmezse

Tarih çalsa talip mısmıl ola mı.

 

 

MUZAFFER’İN ÖKÜZÜ

 

“Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet,hiçbir dogma, hiçbir kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır… Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, toplumların, kişilerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkar etmek olur… Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederse, manevi mirasçılarım olurlar.”

Milli Eğitim Bakanı Dr.Reşit Galip’in sorusuna Mustafa Kemal’in yanıtı bu şekildedir.Dünya basını ve bilim adamları her gün insanları bekleyen felaketlerin senaryolarını yazarken ülkemizde politikacıların ve basının uğraştığı konulara bakalım.Toplumumuzun ilgi duyduğu konulara bakalım. Hayallerimizi süsleyen Amerika ya da Almanya zenginliğinin nedenlerini araştırmadan oralara göçün yollarını arayan insanlarımızın hallerine bakalım.

Hiç bu ülkeler ile ülkemizde çalışan öğretmenlerin maaşları arasındaki farkı merak ettiniz mi? Sorunun kaynağının eğitim-öğretim olduğunu görebiliyor muyuz?

Daha derin sıkıntılara girmeden bir şiirimle öğretmenlerimizin gününü kutluyorum.

 

Muzaffer’in Öküzü

 

Evimin salonunda yağlıboya bir resim

Sıska

Avurtları çökmüş bir adam

Toprağa yumuşacık basıyor

Boyunduruk ve saban

Toprakta ince izler açıyor

Öküz, adam

Tohum, toprak

Deviniyor bir baştan bir başa

Arkada

Uzun kavaklar arasında güneş batıyor.

 

Siyah yağlıboya bir resim

Görenler soruyor

Bu kim

Bu

Anlatıyorum parmağımı dokundurarak

Bu resmi yapan Muzaffer

Kır saçlı nazik bir adam

Okul arkadaşım

Bu da öküzü

Böyle adamın koca boynuzlu

Kır tüylü gebeş karınlı

Öküzü olacak değil ya

 

Muzaffer bir öğretmen

Elinde alfabesi

Hiç batmaz güneşi

Devinir durur Şebinkarahisar’da dağlar ardında

Arada bir bana mektup yazar

Kahkahalar atar telefonda

Yaşam dediğin ne ki

Bizimkisi

Öğretmen tesellisi.

 

 

YAVAŞLAYIN BİRAZ

 

“Tanrım, beni yavaşlat! Akılımı sakinleştir, kalbimi dinlendir.

Günün karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver. Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka.

Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı, bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.

Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.

Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.

Ve  hepsinden önemlisi: Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için ‘ cesaret ‘ , değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için ‘ sabır ‘, ikisi arasındaki farkı bilmek için ‘ akıl ‘ ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak ‘ dostlar ‘ ver ! “

Duaysa, yakarmaksa, dilekse bundan daha iyisi olur mu?

Yaşamın gittikçe karmaşıklaşan düzeni içinde insanın uyandığında bu metni okuduğunu düşünün. Pencerenizin ötesinde cebelleşen, birbirinin hakkını yemek için didişen, komşusuna ‘ günaydın ‘ demeyi ar edinen, kapısındaki çöpü atlayarak geçen, önceliği kendine sağlamak için açıkgözlük eden insanların biraz yavaşladıklarında ‘ Aklımı sakinleştir, kalbimi dinlendir ‘ diyebildiklerinin düşünün.

Yağmurlardan bıkma yerine, onun cama vuran damlalarını izleyin.

Mevsimin son sıcak günlerinde yol boyu yürürken ta uzaklardan geçen mor salkımlı bulutların dansını izleyin.

Sararmış bir yaprağın, dalından nazlı nazlı düşüşünü izleyin.

Bahçenin kıyısında açmış, ‘ Ben en sonuncusuyum ‘ diyen gülü koklayın.

Bir duvarın dibine çökmüş, mır mır uyuyan kedinin bükülmüş gövdesini, sallanan kuyruğunu görmek için adımlarınızı yavaşlatın.

Sahile inip derin bir nefes alın.

Balık olmayı düşünün.

Bulut olup dağ başlarına sürünerek gezindiğinizi düşünün.

Sabır, cesaret ve dost edinme dileğinde bulunun.

Sonra Tanrı’ya, bu dünyaya bir canlı olarak geldiğiniz için teşekkür edin.Yüksek sesle, yüksek sesle seslenin.

Son bir not: Yukarıda yazılı olan, tırnak içine aldığım metin, milattan (MÖ) 2000 yıl önce Anadolu’da yaşamış Hititler’e ait duvar yazısıdır. Anadolu kültürünün derinliğini görmek istemeyenlere ithaf olunur.

 

KADEH

 

Burası dalyan kahvesi

Ortalık süt mavisi

Apostol bu ne biçim meyhane

Tabağımda bir bulut

Kadehimde gökyüzü.

 

Oturmuşum M…’nın lokantasına. Tutturmuşum Oktay Rifat’tan bir şiir. Deniz mavi, gökyüzü mavi…Uzakta sevdalı bir bulut, kadehime el sallıyor. Başım Boztepe’nin dumanını çoktan açmış. Ellerimde şiir sayfaları; heceler birbirini yutuyor.

“Hayat ardından hayat geçip gider/şiirsiz,tatsız,sevgisiz” diyen İngiliz şairinin Dilsizler’ine takılıyorum:

Erkeklerin işidir laf atmak

bir kadın geçerken sokaktan

ya da metronun basamaklarından

duyumsatmak için ona kadın olduğunu

ve bunu bilir bedeni onların

 

İnci Aral’ın öykü kitabının adı,”Ruhumu Öpmeyi Unuttun”. Dışarı bakıyorum ve gözlerim, beyaz kanatlarını havada süzdüre süzdüre gezen martılara takılıyor. İnsanlar kuşlar gibi kanatlı olsa, diye düşünürken alnıma tuzlu suyun nemi değiyor. Kanat çırpar, sevgilinin penceresini gören ağacın çiçekli dalına konardım.

 

Yunus Nadi Öykü Ödülü’nün sahibi Murat Yaşar “ Edebiyat da aşk gibidir, başınıza gelir!” diyor. “Öykülerinizde genelde karamsar bir hava var, bunun nedeni nedir acaba?” diye sorulduğunda “Çünkü mutlu harf yoktur ve herkes kendi ‘kara’ sını döker sayfaya.” Şeklinde de yanıtlıyor.

Mutlu harf yoktur!

Senin adının harfini arıyorum şiir defterimde. Şairin söylediği doğru. Hep kendi ‘kara’mı dökmüşüm dizelerime.

Diyarbakırlı bir kadın “ Ak memelerden korkağa pay  düşmez” diyor.

Peynire takılı çatalım havada asılı kalıyor. Ne kadar yiğitçe söylemiş, hak edilen aşkı yakalamak için cesur olmak gerektiğini. Yoksa kendi ‘kara’sına dönülerek harfleri dizelemenin anlamı olmaz. Ellerinden öperim, ey yiğit kadın. Denizin berrak sularını, gökyüzünün tüm bulutlarını senin ellerine savuruyorum. Teninle buluştur onları ve seven kadınlar adına diren.

Bir yürek burkuntusunun mahrem romanı olan Maraz’ın kahramanı Aslı için, çok uzak ülkelerden bir başka kadın yazarın dizeleriyle Şiir Defteri’mi kapatıyorum.

“Zemheri gecesinin karanlığında,

Şafağı arar gözlerimiz,

Keskin soğuğun kollarında

Güneşe hasret yüreğimiz.

Böyle kör böyle tutsakken ruhumuz,

Sesleniriz sana,

Gel bize ışık ol, ateş ol, hayat ol,

Hürriyet!”

 

 

yildirim.gurselqgmail.com

 





BU HÜZÜN YETER

 

 

İstanbul’u şiirlerde, romanlarda tanıyordum.Boğazın güzelliği hayallerimi süslüyordu.Vardım,gördüm.

Bir gün Kadıköy’e indim.Deniz kenarındaki banka oturdum. Boğaz vapurlarını,inip binen yolcuları ve beyaz kanatlarıyla çığrışan martıları seyrettim.

Simitçiler,boyacılar,çiçek satıcıları,gençler geçip gidiyorlardı.Hiç bitmeden,hiç usanmadan …

Akşam karanlığı basmadan kalktım.Otobüse bindim.

Günler böyle geçip giderken, her zaman geçtiğim ara yolda beynimi karıncalatan bir olayla karşılaştım. Yere çöktüm. Gözümden yaşlar akmaya başladı. Ben bu manzaraya dayanamazdım.

Aşağıdaki şiirimi o zaman yazdım.

 

ÇÖP

 

Çöp karıştıran amca

Ne olur acıtma yüreğimi

Bilmezem sofranda kaç dilim ekmek vardır

Hangi kokmuş sebzeler konur tabağına

Yangıdan bakamam

Topuğu kopmuş ayakkabılarına.

 

Çöp karıştıran çocuk

Ne olur kıyma ellerime

Ellerim ki sevgi yüklüdür

Kim aldı oyun dünyasından seni

Acımadan bakamam

Nasır tutmuş çıplak ayaklarına.

 

Çöp karıştıran kız

Saçlarını topla değmesin artıklarımıza

Parmaklarının üzerinde yürü tüm güzelliğinle

Can içre bakamam

Yaşamak hepimizin hakkıdır

Ve türkü söylemek

Ve ıslık çalmak sevgiliye.

 

yildirim.gursel@gmail.com

Temmuz/ORDU

 






 

     

 

 
 
  Sitemizi 210407 ziyaretçi (469481 klik) tıkladı copyriht 2009  
 
YOKSULLUĞA VE YOLSUZLUĞA KARŞI ÇEVRECİ HAFTALIK BAĞIMSIZ GAZETE Ulaşım adresi: Kazım Karabekir Cad. Orhan Turnalı iş merkezi No:18/1 ORDU Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol